T24-11 Ocak 2016
Seksenlerde adları bile yoktu onların. Karda yürüyen dağ
Türk'üne çıkmıştı isimleri. Kara bastıkça "kart", adım attıkça "kırt"
diye sesler çıkarırlardı... Renkleri biraz kara, dilleri kırık, biraz cahil,
çokça geri kalmışlardı. Kaderde, tasada ve kıvançta bizimle hep birdiler ama.
Ayrılmak ne mümkün, etle tırnak gibiydiler. Dilleriyse başka bir lehçesiydi başka
dillerin...
***
Bir zamanlar, sokaklarında adalet, eşitlik, özgürlük şarkılarının söylendiği bir ülkenin ortak sevinciydiler. Daha güzel bir dünyada yaşamaktan; işten, ekmekten, hürriyetten ibaretti istekleri.
Çok geçmedi, gizli emelleri olduğuna hükmettik onların! Sebepsiz,
kardeşi kardeşe kırdırmaktı amaçları. Bu yüzden çok sürmedi şarkıları.
Sıkıyönetimler ilan ettik şehirlerde, darbeler yaptık onları için! Devletin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne kast eden, kökü dışarda bir haydut yığını
olarak gördük onları. Gözü dönmüş caniler, şakileri dedik adlarına…
Devletin bekası için, sürek avı başlattık üzerlerine.
Aranıyor afişleri astık yollara, duvarlara, sokaklara. Öldürdük, yakaladık, itirafa
zorladık; türlü işkencelerden geçirip hapislere doldurduk cümlesini. Dünyanın
en akla gelmez baskı ve işkence yöntemlerini uyguladık; Diyarbakır’da,
Metris’te, Mamak’ta…
Bir an önce huzuru tesis etmekti amacımız. İdam sehpaları
kurduk önlerine gecikmeden. Adaleti eşit dağıtmakta ise üstümüze yoktu; bir oradan,
bir buradan, kurayla seçerek idamlıkları, tez elden sunuyorduk cellatlara
fermanları...
Oysaki itiraz edenleri vardı bu ülkenin, anlamadık! Sanki başka
ve uzak bir dünyada yaşıyormuş gibiydiler, görmedik! Öylesine sessizdi ki
çığlıkları, duymadık! Sürekli görmezden gelmeyi tercih ettik onları. Hep yasaktı
adları sözlüklerde, hep cisimsizdi kimlikleri, hep tehlikeliydi renkleri.
hep faili meçhullerde kaldı adı
ölenlerin
Doksanlarda, daha da öfkeliydi dilimiz. İyiden iyiye ateşe
ve yangına bulaşmıştı her yanımız. Fetva büyük yerdendi; “balığı yok etmek için denizi kurutmak gerekir” diye buyurmuştu büyüklerimiz.
Hemen sıvadık kollarımızı; stratejiler geliştirdik, taktikler oluşturduk denizi
kurutmak üzerine. Yıllarca bombaladık dağlarımızı, ateşe verdik ormanlarımızı;
yaktık, yıktık, tarumar ettik... Ve böylece boşaltmış olduk binlerce köyümüzü.
Bir ara “dağda silahlı
gezmek” yerine, “düz ovada siyaset
yapmayı” öğütledik. Dinlediler! Çok geçmeden siyaset yapmayı bile öğrendiler!
Bir parça umutlandık… Lakin tahammülümüz azdı, çok sürmedi; Bir süre sora meclisi
bile dar ettik onlara, enselerinden tutup zindanlara tıktık vekillerini.
Şehirde siyaset yapmaya tam teşebbüsten cezalar kestik, yıllarca hapis yatırdık
siyasetçilerini.
Oysaki “gece silahlı,
gündüz külahlıydılar” onlar! Her dağın arkasında onlar vardı, her tepenin
duldasında onlar, her evde onların gölgesi! Bu yüzden duyduğumuz her sesten
kuşkulandık, her renkten korktuk, her külahlıyı düşman belledik; daha çok
estik, daha çok gürledik üzerlerine.
Hep olağan dışıydı yaşamları onların; olağan üstü haller
ilan ettik onlar için, geçici askeri bölgeler oluşturduk, gün gün yasaklar koyduk
yaşamlarına; sakıncalı ilan ettik yaylalarını, mezralarını. Bu yüzden ömürleri
boyunca, hep olağanüstü yaşamak düştü paylarına… Gün oldu, karneye bağlamaktan
bile çekinmedik yiyeceklerini; gün oldu şekeri, unu yasakladık, gün oldu ekmeği
ve tuzu…
“Devlet için kurşun
atan da, yiyende şerefli” ydi, kahraman dedik onlara. Ötekine kurşun
sıkanlaysa gururlandık, bayraklı pozlar vermekten çekinmedik kameralara.
Hep gizli ajandamız oldu onlar için, gizli faaliyetler
yürüttük arkalarından; bin operasyonla gittik onların üzerine, üstelik bas bas
bağırarak övündük bununla.
Hep faili meçhullerde kaldı adı ölenlerin; hep ocakları
söndü, hep anaları ağladı gidenlerin.
şimdi onlar bir kez daha
kimliksizler!
Aradan yıllar daha geçti. Nasıl olduysa bir gün, onları keşfetmek düştü aklımıza. Aslında vardılar! Öyle de bize benziyorlardı! Nasıl benzemesinler, zira kardeşimizdiler! Sokulmayı denedik hayatlarına. Hiç zor olmadı bu, çekincesiz söyledik kimliklerini, telaffuz etmekte bile zorlanmadık isimlerini…
Sonra, birlikte oturup çözmeye çalıştık, tarihin önümüze
yuvarlamış olduğu bu zehirli düğümü. Biraz şaşırdık, biraz umutlandık, çokça sevindik…
Lakin fazla sürmedi bu, bir gece ansızın dumura uğradı sevincimiz…
Zira nasıl bir kumpasa getirilmiş olduğumuzu fark etmekte
gecikmedik!
Ne çözülmesi gereken bir düğüm vardı ortalıkta, ne kökünü tarihten alan bir zehir! Bir günde yeniden keşfettik bölücülüklerini, hemen anladık köklerinin ne denli dışarıda olduklarını! Çekinmeden attık bütün köprüleri, kaçar gibi uzaklaştık hayatlarından.
Ne çözülmesi gereken bir düğüm vardı ortalıkta, ne kökünü tarihten alan bir zehir! Bir günde yeniden keşfettik bölücülüklerini, hemen anladık köklerinin ne denli dışarıda olduklarını! Çekinmeden attık bütün köprüleri, kaçar gibi uzaklaştık hayatlarından.
Yardımımıza yetişmekte gecikmedi ecdadımız, yok saymayı
yeniden tarihi bir görev bildik! Nasıl bir gece ansızın keşfettiysek
kimliklerini, yine öylesine, aynı hızla unutuverdik isimlerini. Ve bir sabah
uyandığımızda, aynı o bildik zehre banarak dilimizi, hiç tereddüt etmeden
yeniden uyandırdık nefretimizi…
soluk yüzlü semtlerin yeni yüzleri,
yeni ötekileri
Şimdi onlar bir kez daha kimliksizler!
Çocuklar, gençler, kadınlar ve yaşlılar…
Şimdi bir kez daha karşımızdalar. Üstelik daha da
çoğalmışlar.
Kim bunlar, nereden gelmişler, nasıl çoğalmışlar,
sormamışız!
Hâlbuki kovduğumuz dağlardan, bozkırlardan inmişler, tamamı bizim
eserimiz onlar; yakılmış köylerden, mezralardan gelmişler. Büyük şehirlere,
ilçelere göç etmişler, varoşlara sığınmışlar. Sur diplerinin, kenar
mahallelerin, soluk yüzlü semtlerin yeni yüzleri, yeni ötekileri, yeni konukları
onlar.
Bir dönemin umutları yok edilmiş, hayalleri yasaklanmış taş atan çocukları onlar.
Yokluğun, yoksunluğun, dışlanmışlığın isyankar gençleri; gecekondu
kentlerin, derme çatma semtlerin asileri onlar.
Yine kaşları kara, yine tenleri esmer, yine dilleri kırık. Yine bir kentin ezikleri onlar. Belki isimleri var artık, lakin ne idüğü belli değiller hala; belki korkuları daha az, ancak bilinmeyen bir dilde konuşmaya devam ediyorlar hala.
Yine uzak kentlerin yabancısı; her türlü gaspın, cinayetin,
hırsızlığın başlıca sorumlusu onlar. Herhangi bir kavgada, arbedede ilk suçlu
onlar. Bir yerde bir karışıklık çıktığında ilk onlar akla gelir, ilk onlar
şüphelidir. Kentleri huzura kavuşturmak için, otobüslere doldurularak ilk onlar
sürülmeye adaydır. Halkımızın hassas duyguları kabardığında ilk onların evleri
yakılır, ilk onların dükkânları kundaklanır.
Çünkü fişlenmişlerdir bir kez, adları çoktan girmiştir şifreli
dosyalara. Çünkü gittikleri her yerde bilinirler; sayıları hep azdır, hep
yabancıdırlar. En ucuz işçilik onları bekler, en bayağı işlerde onlar
çalışırlar ve kovulurken en önce onlar kovulur işyerlerinden.
“Affedersiniz”, ayıptır
söylemesi, ağza layık görülmez bazen kimlikleri. En sinkaflı küfürler onların
adıyla başlar, onlara dair kurulur en menfur sözler.
Olası eylemlerin, şaibeli işlerin, henüz işlenmemiş suçların
failidir onlar.
Nereye gitseler kimlikleri peşlerinden gelir; bakışları ele verir onları; kafa kâğıtlarında, doğum yeri hanesi ele verir; tenleri esmerdir, ele verir; dilleri kırıktır, dilleri ele verir. Bir kez yapışmıştır kimlikleri yakalarına, kaçamazlar; damgalıdır isimleri kurtulamazlar…
Nereye gitseler kimlikleri peşlerinden gelir; bakışları ele verir onları; kafa kâğıtlarında, doğum yeri hanesi ele verir; tenleri esmerdir, ele verir; dilleri kırıktır, dilleri ele verir. Bir kez yapışmıştır kimlikleri yakalarına, kaçamazlar; damgalıdır isimleri kurtulamazlar…
Bu yüzden hep ürkektir bakışları, çok soru sormaz, fazla şey
istemezler; çünkü hep yaralıdır hayalleri. Milli duygularımız kabardığında ilk
onlar gelir aklımıza; ilk onların üstüne boşaltmak ister öfkemizi, ilk onlardan
almak isterken hıncımızı, dize getirip öptürmek isteriz kutsalımızı. Bu yüzden kolay
karşı gelmezler, fazla ses etmezler. Orada, burada sessizce toplaşırlar, çoğu
kez ayrılıp gitmek düşer paylarına.
hep ölü ele geçirmeye çalıştık hayatlarınıİşte, böyle bir tarihi tahayyül içinde yaşadık birlikte. Hep kardeş dedik, lakin hep uzak kaldık hayallerine. Hep uzaktan baktık, hep dokumaya korktuk hayatlarına.
Yüreği atıp isyana durduklarında terörist damgası vurmakta
gecikmedik cümlesine. Merak etmedik niye başkaldırdıklarını, sormadık ne
istediklerini, anlamak istemedik itirazlarını. Hep ölü ele geçirmeye çalıştık
hayatlarını.
Babalarının yanında kuş gibi avladık çocuklarını, çocuklarının yanında ise babalarını. Bazen tek mermi yetmedi canlarını almaya, şarjörler boşalttık sıcak bedenlerine.
Kelimeler, çoğu kez nefrete dönüştü dilimizde. Yekvücut olup
hücum ettik hemen üzerlerine, seferler düzenledik şehirlerine. Okullarını zapt
ederek, kara tahtalara kazıdık öfkemizi.
Salt öldürmekle yetinmedik, sokaklarında çırılçıplak soyarak
teşhir etmekten geri durmadık ölülerini. Araçların arkasında sürüklerken biz
insan cesetlerini, insanlık paramparça olduğunda, aldırmadık.
İtaat etmediklerinde, başlarına yıkmakta bir an bile
tereddüt etmedik evlerini; ateşe, zehre ve baruta boğduk sokaklarını. Yetmedi
zırhlı araçlar getirdik, yetmedi ağır silahlarla yürüdük üzerlerine, yetmedi
tankları dizdik karşılarına. Çekinmedik, ateşe tuttuk kasabalarını, toplarla
dövdük surlarını, harabeye çevirdik şehirlerini.
şimdi hangi dağ, hangi şehir, hangi
ülke kucak açar onlara?
Şimdi hangisine dilim varsa, kelimeler yaralı.
Şimdi bütün çıkışlar tutulmuş, şehirler kanamalı.
Şimdi yaralıdır ülkemin bir yanı, benim de bir yanım kanamalı.
Şimdi bedenim, Bedrettin gibi sanki “bir ağaca asılı.”
“Havada konuşmamanın,
görmemenin, duymamanın kör olası hüznü”
Ve ülkemin bir yarısı “kapatmış
elleriyle yüzünü”
Lakin diğer yarısı kanamalı!
Çocuklar ölüyor, gençler ölüyor, kadınlar ölüyor.
Masum ya da değil, silahlı ya da silahsız, canlar ölüyor.
Masum ya da değil, silahlı ya da silahsız, canlar ölüyor.
Uzaklardan top sesleri yükseliyor perde perde, ezan sesleri
susuyor bir bir.
Harap yüzlü evlerden, abluka altındaki semtlerden, kuşatılmış şehirlerden, çıkıyorlar.
Harap yüzlü evlerden, abluka altındaki semtlerden, kuşatılmış şehirlerden, çıkıyorlar.
Yürüyorlar…
İçten içe kanayan yurdumun yaraları onlar.
Tanrıların yok saydığı, dünyanın görmezden geldiği, uzak
şehrin yalnızları; hayatın bile terk ettiği, yok yoksun çaresizleri, ülkemin
ötekileri…
Bir dokun, bin ah işit feryatları kadınların.
Kimi koluna girmiş yaşlıların, aksayarak; kimi sırtında,
kimi el arabasında, kum torbası gibi taşıyarak…
Sırtlarında derme çatma denkleri, üstlerinde eski püskü
giysileri, lastik ayakkabıları; soluk benizlerinde yaşıyormuş gibi suretleri…
Gidecek ne evleri kalmış, ne de yurtları!
Açlar, yorgunlar, uykusuzlar!
Daracık sokaklardan çıkarak geliyorlar; viran olmuş evlerden, yıkık dökük yollardan; çoluk-çocuk demeden; kar, çamur dinlemeden yürüyorlar.
Daracık sokaklardan çıkarak geliyorlar; viran olmuş evlerden, yıkık dökük yollardan; çoluk-çocuk demeden; kar, çamur dinlemeden yürüyorlar.
Yüzlerinde çığlık gibi bakışları, gülüşlerinden yaralı
çocuklarıyla…
Hayatlarını, yüreklerinde bir yangın misali taşıyarak…
Hayatlarını, yüreklerinde bir yangın misali taşıyarak…
Bir kez daha yollardalar, bir kez daha yürüyorlar, bir kez
daha gidiyorlar!
Ellerinde beyaz bayraklar, dillerinde ahları, göçüyorlar!
Kim bilir hangi dağ, hangi şehir, hangi ülke kucak açar
onlara?
Bilinmez nasıl bir miras kalır yarınlara!
Bir kez daha göçüyorlar!
Bir gözyaşı gibi akıyorlar Sur’dan, Silopi’den, Cizre’den.
her zamanki gibi yine mükemmel bir yazi yusuf agabey....sonsuz sevgi ve saygilar olsun...sayfamda da yayinladim...
YanıtlaSil