T24 /19 Kasım 2015
Belki bir çıbanbaşıydı Silvan.
Belki, sokaklarını asi gençlerin doldurduğu aykırı bir
şehir.
Bir zamanlar, toprakları kendilerine haram edilmiş, köyleri
yakılmış, ocakları söndürülmüş kalabalıkları sığınağı…
Belli ki canı yanmış, yüreği atmış gençlerin geçici bir
durağı o.
Her yanı tuzaklarla dolu bir şehir; sokaklarından
barikatlar, yollarından hendekler…
Belki de, on yıllardır ülkenin bir yanına musallat olmuş acımasız
bir savaş makinesinden kendini koruma refleksi bu…
Kim bilir, nice soruları vardı sokakların; bir türlü kulak
verilmeyen.
Belki dinlense, bir yanıtı vardı bu kentin.
Belki de izin verilse, söyleyecek sözleri…
Ama sorulmadı!
Dinleyeni hiç olmadı bu şehrin…
Dinleyeni hiç olmadı bu şehrin…
Bir kente giriyorsanız eğer…
Huzuru getirmek için girdiğiniz kentin sokaklarını, çocukların,
gençlerin, kadınların kanlarıyla boyuyorsanız…
İçinde, davetsiz bir misafir gibi dolaştığınız mahallelerde
evlerin soğuk bakışları ısırıyorsa sizi…
Göz göze geldiğiniz her kadın öfkeyle susuyor, her genç acıyla bakıyorsa yüzünüze, karşılaştığınız her çocuk çığlık çığlığa ağlıyorsa…
Ateşle, kanla, barutla zapt ettiğiniz bir şehirde, Kürt’ün duvarlarına
Türk’ün gücünü resmediyorsanız…
Sokaklarına “buram
buram kan kokmayı”, Türk’e, Türk olduğu için övünmeyi, Kürt’e itaat etmeyi
reva görüyorsanız…
Bir zamanlar b.k yedirerek aşağıladığınız insanların
sokaklarını, yarım yüzyıl sonra yabancı bir ülkenin ordusu gibi girip sinkaflı
sloganlara boyuyorsanız…
Terörist diye öldürdükleriniz geceleri rüyalarınıza giriyor,
içinizde bir türlü dindiremediğiniz o derin kuşku durmaksızın vicdanlarınızı kemiriyorsa…
Üzerine yağmur gibi kurşunlar, roketler, bombalar yağdırdığınız kentten karşılık olarak alkışlar, tencere ve tava sesleri alıyorsanız…
Taş atan her çocuğa, öfke duyan her gence, ölüsüne sahip
çıkan her kadına, itiraz eden her yaşlıya terörist diyorsanız…
Her canlı vurulacak bir hedef gibi
görünüyorsa
Öldürmeyi kendine hak, terörist dediğin her insana ölmeyi müstahak
görüyorsanız; üstelik öldürdükçe bitmiyorsa bu insanlar, aksine daha da
çoğalıyorsalar…
Ve kökünü kurutmak için ölümü müstahak gördüklerinize, her
gün, bir öncekinden daha çok zalim olmanız gerekiyorsa…
Yalanın perdesi yırtılmasın diye, gün be gün kudretiniz
artıyor, kibriniz giderek büyüyorsa…
Gücünüz arttıkça diliniz mütemadiyen sivriliyor, biraz daha gür
çıkıyorsa sesiniz ve giderek çoğalıyorsa zehriniz…
Hâkim olduğunuz kentin sokaklarında, kendinizi bir yabancı
gibi hissediyor, ezik bir suçluluk duygusu kaplıyorsa içinizi…
Bir ordu gibi şahlanarak girdiğiniz kasabalarda, yiyecek iki
lokma ekmek, içecek bir yudum su, sırtınızı dayayacağınız bir duvar parçası bulamıyorsanız…
Mahalle mahalle, sokak sokak fethettiğiniz kasabada bir
işgal ordusu gibi karşılanıyor, yediden yetmişe ahlarla, zılgıtlarla, tencere
tavalarla uğurlanıyorsanız…
Karşınıza çıkan her ev, düşmanı saklayan bir kale gibi büyüyorsa
önünüzde ve patlamaya hazır bir bomba gibi karşılıyorsa sokaklar sizi...
Çaldığınız her kapı kuşkuyla aralanıyor, her duvar gizli bir
tuzak gibi önünüzde büyüyor, her canlı vurulacak bir hedef gibi görünüyorsa
gözünüze…
Bir şehir çepeçevre kuşatılıyorsa; günlerce sokağa çıkma
yasağı sürüyor, halk bastırılıyor; açlıkla, susuzlukla, korkuyla terbiye
edilmeye çalışılıyorsa…
Ateş ve barut bir kasırga gibi esiyorsa kentin üzerinde...
Ateş ve barut bir kasırga gibi esiyorsa kentin üzerinde...
Huzuru getirmek amacındaki kuvvetleriniz geri çekilirken arkalarında yıkılmış bir kent, ölü çocuklar, gençler, kadınlar bırakıyorsa…
Ve her seferinde daha da büyüyen bir öfke bulutu kalıyorsa
gidenlerden geride…
Kinle, nefretle bilenmiş kuvvetleriniz; akrepler, kobralar,
ejderler, zırhlı araçlar eşliğinde geçiyorken sokaklardan, öfkeyle toplanıyorsa
kalabalık; zılgıtlar karışıyorsa araçların uğultularına; eller uzanıyor,
yumruklar sıkılıyor, sesler çarpıyorsa birbirine…
İşgalci bir ordunun askerlerine
benziyorsanız…
Ellerinde cep telefonlarıyla o kentin çocukları, şehri terk
etmekte olan askerlerin korkudan sararmış suretlerini kameraya çekme yarışına
giriyorsa…
Göğsünü açmış, yol kenarında bağırırken bir delikanlının
asfaltı titreten tankların gıcırdayan paletlerine, “Ne duruyorsunuz, beni de öldürün!” diyen çığlığı karışıyorsa…
Sömürge topraklarını, adeta kaçar gibi terk eden işgalci bir
ordunun askerlerine benziyorsanız…
Öldürdüğünüz her insanın mezarına, sokaklarını fethe
çıktığınız o kentin halkı sel olup akıyorsa…
Muzaffer bir ordu edasıyla girdiğiniz kentten, geride viran
olmuş mahalleler, yıkılmış sokaklar, bombalanmış evler, ölüsü kaldırılamayan
cesetler bırakıyorsanız…
Ve altı yaşında, sekiz yaşında, on yaşında çocuklar, yaşlı
kadınlar, genç kızlar fırlıyorlarsa önünüze ve çatal parmaklarını uzatıp sokar
gibi yapıyorsa gözünüzün bebeğine…
Korkuyla, koşar adım çekilirken, sürüyerek geçiyorsa
adımlarınız o kentin sokaklarından…
Zırhlı araçların soğuk gövdelerinden, demire ve çeliğe saklanmış
suretleriyle, yüzleri korkuya batmış erlerin tedirgin bakışları süzülüyorsa…
Sözler ve kavramlar anlamını çoktan yitirmiş demektir.
Çünkü Silvan’da ölen biraz da bizim insanlığımızdır.
Çünkü Silvan’da ölen biraz da bizim insanlığımızdır.
Yaralanansa bu topraklar.
Ezilmişlik ve cehalet bulamacıyla kişilikleri yok edilen, ırkçılık zehriyle beyinleri tutuşturulan bir halk,kendi kişisel ikbalinden başka bir şey düşünmeyen bir psikopatı kahraman zannedip peşine düştüğü olmuştur. İnsanlık tarihinde bunun örneği çokça görülmüştür.Zulme karşı direniş haktır. Eninde sonunda HSK yerini bulacaktır.
YanıtlaSil