26 Mayıs 2012 Cumartesi

Terzisini bekleyen dünya…

Rosa Parks (1913-2005)
Yusuf Nazım
Birgün/16 Mayıs 2012

Aşağılanmaya karşı usta bir yürek

Tarih 1 Aralık 1955 Cuma. Gövdesini, kuru bir sonbahar akşamın serinliğine bırakan kadın derin bir iç çekti. Şehir fuarındaki işyerinden yeni çıkmıştı. Alabama Eyaleti'nin Montgomery şehrinin siyah kökenli sakinlerinden biriydi. Yorgundu ve her zamanki gibi bir an önce evine ulaşmak istiyordu.

İnsanların derisinin rengine göre koltuklarının ayrıldığı otobüs durağa yanaştığında, yorgun bakışlarıyla otobüsün içine süzüldü. Üzerinde taşıdığı günün bütün yorgunluğuyla kendini orta sıradaki koltukların birine bırakıverdi. Mevcut yasalara göre ilk on sıra, derilerinin rengi beyaz olan insanlara aitti. Bir zamanlar bu kıtanın gerçek sahipleri, derisinin rengi kırmızı ve siyah olanlar ise en arka sıralara oturmak zorundaydılar. Orta sıradaki koltukların statüsü ise değişkendi. Buradakiler, ön sıralardaki beyazların koltukları doluncaya kadar siyahların da oturabileceği yerlerdi. Ön sıralarda beyazlara tahsis edilen koltuklar dolduğunda, ya da herhangi bir nedenler şoför uyardığında, buradaki siyahlar koltukları boşaltmak ve beyazlara yer vermek zorundaydılar. Eğer arka sırada yer kalmamışsa da, otobüsten inmeleri gerekiyordu.


Otobüs hareket ettiğinde ön sıralarda bazı koltuklar boştu. Birkaç durak sonra beyazlara ayrılan koltuklar tamamen doldu. 4 beyaz yolcunun ayakta kaldığını gören şoför yerinden kalktı ve orta sıralardaki değişken koltuklarda oturan 4 siyah yolcudan yerlerini boşaltmalarını istedi. Bu uyarıya itaat eden 3 siyahi yolcu ayağa kalkarak arka tarafa geçti. Biraz önce günün bütün yorgunluğuyla kendini koltuğa bırakmış olan Rosa Parks  adlı kadın, hemen her gün karşılaştıkları bu aşağılayıcı tutuma karşı gelerek yerinden kalkmayı reddetti. Önce, şoförle aralarında küçük bir tartışma yaşandı. Ancak, mevcut yasalar beyaz ırktan yanaydı ve egemen olan onlardı. Hemen egemen olan gücün kolluk kuvvetlerine haber verildi. Rosa Parks oradayken tutuklandı.

O gece haber, Montgomery şehrinin derileri kızıl ve siyah sakinleri arasında tez yayıldı. Öfke sesleri kulaktan kulağa büyüdü. Sokaklarda, barlarda, kiliselerde otobüsleri boykot fikri yayıldı. Rosa Parks’ın tutuklanmasından üç gün sonra dünya insan hakları hareketleri tarihine geçecek  “Montgomery Otobüs Boykotu” (Montgomery Bus Boycott) eylemi başladı. Siyahlar tam 382 gün otobüslere binmediler. İşlerine, okullarına yürüyerek gidip geldiler.

Rosa Parks bir terziydi. Türlü kıyafetler dikerdi insanlara. Elleri farklı bedenlere en güzel giysileri giydirmenin ustasıydı. O eller ki, en güzel kumaşları biçmenin ve dikmenin ustasıydılar. Terzi Rosa’nın elleri kadar yüreği de ustaydı. Onun aşağılanmayı ve hor görülmeyi kabul etmeyen yüreği, Amerikan tarihinin en uzun süreli otobüse binmeme eyleminin fitilini ateşledi…


Terzi Fikri (1938-1985)

Ne yaptıysa, halkı için, halkıyla birlikte yapan eller

“Ben ne yaptımsa halkım için halkımla birlikte yaptım”

Fatsa’nın kötü ceza evi koşullarında 4 mayıs 1985’te hayatını yitiren devrimci belediye başkanı Fikri Sönmez’in sözleridir bu.

Gerçek adı Fikri Sönmez olmakla birlikte hayatının büyük bölümünü terzilikle geçirdiği için halk arasında Terzi Fikri diye anılır.

Terzi Fikri 1979 yılında yapılan belediye seçimlerine Fatsa’dan bağımsız aday olarak katılır. Daha önce o dönemin partileri olan CHP, AP ve MSP ‘ye oy verenlerin de büyük bir bölümünün oyunu alarak belediye başkanlığı seçimini kazanır. Üstelik, diğer tüm partilerin aldığı oyların toplamından daha fazla oy almıştır.

Belediye başkanlığı döneminde Fatsa’da ilk defa olarak doğrudan demokrasi uygulamasına girişir. Bunun için göreve gelir gelmez mahallerde halk komitelerinin kurulmasını sağlar. Köylüsü, işçisi, ırgatı, öğrencisi, öğretmeni, imamı her partiden insanlar bu komitelere üye olurlar. Bu komiteler aracılığıyla halkın istekleri dinlenir, sorunlarına çözümler üretilir. Belediye çalışmaları denetlenir, yansıra içki ve kumar sorunları, kadının evde gördüğü şiddet gibi konular ele alınır. Terzi Fikri, karaborsayı önlemek için halkı stok depolarının önüne toplayarak stok mallarının gerçek değeri ile satılmasını sağlar. Stok edene de malının gerçek değeri ile karşılığı verilirdi. Belediye başkanı olduğu dönemde Fatsa’da kitaplığı olmayan kahvehane bırakmaz.

Halkın doğrudan demokrasi ile kendi kendini yönetmesinin bu güzide örneği şimşekleri üzerine çekmekte gecikmez. Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki dönemin egemen güçleri “Komünist Fatsa” yı hedef gösterirler. İlçede suç işlenme oranının iyice azalması, yaratılan huzurlu ortam ile AP, CHP ve MSP ilçe başkanlarının yaptıkları açıklamalar kar etmez. 11 Temmuz 1980'de ilçeye "nokta operasyonu" adı verilen bir askeri operasyon düzenlenir. Maskeli MHP’liler askere yol gösterir, tek tek evleri ve insanları işaret ederler. Halk komitelerinin bilinen unsurları tek tek toplanır. Asker Fatsa’ya girmeden önce ilçede 2 ay içerisinde sadece 3 kişi ölmüşken, asker girdikten sonra 2 ayda tam 91 kişi ölür, 5.000 kişi gözaltına alınır. Tam bir terör havası estirilir. Ülkenin ücra bir köşesindeki halkın doğrudan doğruya kendi kendini yönetme girişimi kanla bastırılır.

Terziler tuhaf insanlar doğrusu. Basmakalıp dünyaların insanları değil onlar. Her bedene uygun elbise giydirmektir en büyük marifetleri. Terzi Fikri, içinde yaşadığı dünyanın bozukluklarına çare olarak dünyaya yeni bir elbise giydirmek hayaliyle Fatsa'dan işe koyuldu. Marifetliydi. Bedenler üzerine en güzel elbiseyi giydirmek konusundaki becerisini Fatsa'ya uygulamaya çalıştı. Yaşasaydı, eminim yapacaktı. Ama olmadı... İzin vermediler. Terzi Fikri'nin Fatsa'da yaktığı ateşi söndürdüler. Söndürdüler ki, o ateş tüm ülkeyi sarmasın diye. O ateş şimdi kalbimizde...
Terzi Nuri (1934-1970)/*

/*
Bu arada, benim de babam terziydi. Köy enstitüsünden bozulma Düziçi İlk öğretmen Okulu'nun terzisi. Terzi Nuri derlerdi adına. Okulun tüm öğretmenleriyle dosttu. Yazar, edebiyatçı, şair arkadaşları vardı. Sevenleri çoktu... 35 yaşında erken ayrıldı aramızdan. Büyüdüğümde öğrendim; meğersem TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) üyesiymiş babam. Bize miras kalan o küçük not defterindeki harcamalar listesine baktığımda, hiç şaşmayan bir ödemesi dikkat çekiciydi;

TÖS aidatı : 30 TL

Aynı defterde, zaman zaman ertelenen ödemeler mevcuttu. Aksamayan tek kalem ise TÖS aidatıydı...

Dedim ya terziler tuhaf insanlar doğrusu. En olmadık bedenlere en güzel giysileri giydirmenin ustaları onlar.

Dünyamız... Bu kadar eğreti, bu kadar kirli, bu kadar çirkin ve bozulmuş... Ona güzel bir elbise giydirmek, belki de bir terzinin usta ellerinin marifeti olacaktır. Kim bilir...

Yüreğimizde sönmeyecek bir ateşin tutuşturucusu o güzel insanı; Terzi Fikri’yi ölüm yıldönümünde sevgi ve saygıyla anıyoruz.


Yusuf Nazım

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Amida, sana geliyorum!..

Yusuf Nazım
Özgür Gündem/15 Mayıs 2012


Amida! Seni hiç görmedim ama biliyorum. Hikayelerini duydum ama sana hiç gelmedim. Hep kitaplardan okudum tarihini. Adını her duyduğumda kokunu hissettim. Kalbimin diğer yarısı sende atıyor şimdi Amida.

Kulaklarımda sana haykırdığım aşkın çığlıkları var. Kalbinin surlarını aç yüzüme Amida. Dağkapı’nı, Urfakapı’nı, Mardinkapı’nı... Aç Yenikapı’nı gireyim. Kalbin derinlerdedir, biliyorum. Kapılarını aç bana ne olur. Bak sana geliyorum, biliyorum Dicle’nin aşkı sende saklı, bunu bilerek geliyorum.

İstanbul’un viranelerinde tiner çeken çocuklar senin çocukların mı? Slikozis’ten ciğerleri pare pare gençlerin ömrü neye bedel? Senin evlatların mı üç günde bir tersanelere sağ girip ölü çıkanlar. Hangi asrın dolarıyla ölçülebilir çocuk yüzlü bir ölüm. Adını senin koyduğun çocuklar, benim de çocuklarımdır, bilesin. Kardeşlerin kardeşlerimdir; oğulların oğullarım; büyük kentin inşaatlarında, izbe karanlıklarında yaşayan. Benim de çocuklarımdır onlar duy beni ve sen de bunu bil... İşte bunun için geliyorum sana Amida!

Sen hangi ömrün geride kalanısın, hangi düşün kaybolmuş parçasısın? Son kuşların son yuvası Hevsel, aç bahçelerini geliyorum. Kanatları kırmızı, yeşil sürmeli gözlü, gagaları sedeften bir kuşum. Bak benim de neslim tükenmekte, bas bağrına, yuva ol bana. Çok acılar çektin biliyorum ve hâlâ yıkılmadın, sapasağlam ayaktasın Amida! Burçların hâlâ sağlam, başın dik ve gururla bakıyorsun Dicle’den Karacadağ’a. İşte ben bunun için geliyorum sana! Çok şükür, çok şükür, tarih sana boyun eğmeyi yasaklamış Amida!..

Genç yaşta ölülerin dolduruyor mezarlıklarını şimdi neden? Niye böyle kimsesiz gömülüyor ölülerin. Sen hangi kavmin unutulmuş çocuğusun, kimin kimsen yok mu senin Amida?

Sana verilmiş bir sözüm var. Ben ki düşler kervanıyla geliyorum sana, eğer ki yorulursam, bırak Dicle’nin suyundan içeyim, izin ver bir durak Deliller Hanı’nda dinleneyim. Sen ki henüz çıkılmamış yolculuğumsun benim. Bazalt kayalarında senden önce yürüyen 27 kavimin ayak izi var. Kapılarına birer birer el sürmüşler; sen ki Rumlara, Ermenilere, Keldanilere yurt olmuşsun; Kürtlere, Türklere, Yezidilere yar olmuşsun... Sen ki eski taş ustaları, duvar ustalarının gözünde bir güzel diyar olmuşsun. İşte sen böyle bir diyarın eserisin. Sen tarihi tarih yapanların alın teri, göz nuru, emeğisin Amida.

Bak, ben şimdi sana geliyorum. Bu gelişim hasretliğin sonu olacak. Yıllardır içimde taşıdığım özlem bitecek. Surkapı’ya çıkacağım. Dağkapı’nın, Yenikapı’nın, Mardinkapı’nın en yükseğinden haykıracağım. Duy beni Amidaaa! Marmara’nın, Ege’nin meltemini getiriyorum sana. Sen de Hevsel’in serin rüzgarlarını bana sunacaksın. Kavruk alnımdan saçlarım dalga dalga savrulacak, Hançepek’in çocukları çığlıklarımı duyarak koşup gelecekler. Derin derin içime çekeceğim kokunu. Yüzümü süreceğim duvarlarına, toprağını avuçlarıma alacağım. Surlarının en yükseğinden dört bir yana savuracağım. Dicle’nin suları bile şaşıracak sana olan hasretliğime...

Dikranagerd, güllerin kenti, "sırrını sularına fısıldayan şehir." Sen ki gülistan diyarıydın bir zamanlar, gül mevsimi gelince 24 envai açardın, neden açmıyor güllerin şimdi? Anto Dayı sen hâlâ iyileşmedin mi? Bak sana konuk olmaya geliyorum, yak mumlarını yüreğinin. Biliyorum acının belleğinden eser yok artık sende. Ama olsun rahat ol, bil ki senin eserin var artık yaşayacak geride.

Hava serin, Suriçiínin çocukları gibi şimdi yüreğim. Öylesine sessiz ve masum, öylesine kimsesiz. Kimliğini saklama benden, başını dik tut Amida, bak sana geliyorum. Yedi Kardeşlerin en yükseğine çıkacağım. Kırklar Dağı beni bekliyor. Yüzümü Dicle’nin sularına, Hevsel Bahçeleri’ne, Karacadağ’a dönüp ciğerlerim çatlarcasına haykıracağım. Çayönü’nün köylüleri, Meryemana, Surp Grogyan, Selahaddin Eyyübi duyacaklar beni. Ulu Cami ve Keldani Kilisesi birlikte kulak kesilecekler, Dört Ayaklı Minare’den yankılanacak sesim.

Göğsümde alev alev yanan bir özgürlük ateşiyle koşup geleceğim... Kalbimde hiç dinmeyen bir kardeşlik kokusu taşıyarak; yüzümü alnına sürüp tarihi yapar gibi yaşayarak, tek başına ama bir ordu gibi şahlanarak geleceğim. Ciğerlerimdeki son nefes kırıntısını sana bahşetmek üzere yola çıkıp, soluk soluğa kalmış olarak kalbinin o görkemli surlarına dayanacağım.

Ve sen! Ve sen Amida! Kalbimin bahçesinin güzel diyarı! Yıllar yılı ateşli bir sabırla göğsümde taşıdığım kent; İşte geldim ve kapılarına dayandım. Kardeşliğinin kabulü olarak aç kollarını bana Amidaaa!...

Yusuf Nazım

http://www.ozgur-gundem.com/?haberID=39490&haberBaslik=Amida,%20sana%20geliyorum!..&action=haber_detay&module=nuce

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Bitlis’te son Ermeni!

William Saroyan (1908-1981)
Yusuf Nazım
Radikal / 14 Mayıs 2012 


Sonlar ürkütücüdür. Çoğu kez hüzün verir insana. Her tükeniş, gidip de bir daha geri gelmeyecek olana dairdir. Boşaltılmış bir köyün kimsesizliğinde direnmeye çalışan son ev nasılsa, sönmeye yüz tutmuş bir ateşin rüzgarda uçuşan alazları da öyledir.

Kına yeşili bir vadiye inşa edilmiş hidro elektrik santrali. Bu HES nedeniyle kurumuş dere yatağında, bir avuç suda çırpınarak can çekişen son balık. Dünyanın herhangi bir yerinde unutulmaya yüz tutmuş bir dilin mahzunluğu. Milyonlarca yıllık bir evrimin bu güne taşıdığı halkasının hayatta kalmaya çalışan bir türüne ait yaşayan son canlı...

Her sonun kendine özgü bir hüznü vardır. Her hüzün başka bir sonu çağrıştırır...

/*
“Anneannem, Kürtçe kalbin dilidir derdi. Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı ve parlak.. Bizim dilimizse acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin ve acının yükü var.”

Amerikan edebiyatının güçlü kısa öykü yazarlarından biri olan William Saroyan,1938'de yazdığı Yaşayanlar ve Ölüler adlı kitabında böyle der.

Saroyan, 31 Ağustos 1908'de ABD’nin Kaliforniya eyaletinin Fresno kasabasında Ermeni bir göçmen ailesinin ilk üyesi olarak dünyaya gelmiştir. Üç yaşındayken babasının ölmesi üzerine annesi tarafından üç kardeşiyle birlikte yetimhaneye verilir. Burada beş yıl kaldıktan sonra çocuklar, yeniden aile ortamında bir araya gelirler. Mevcut eğitim sistemine bir türlü ısınamayan Saroyan on beş yaşına kadar okula devam eder. Aklında hep yazar olmak vardır. Cenaze işleri, demiryolu işçiliği de dahil değişik işlerde çalışır, bir yandan da öyküler yazar. Dergilere gönderdiği öyküler başlangıçta beğenilmez. 1933 yılında Story adlı bir dergide İlk öyküsü yayınladıktan sonra şansı açılır. İlk kitabı 1934 yılında yayınlanır. The Daring Young Man on the Flying Trapeze and Other Stories (Cesur Delikanlı) adlı bu ilk kitabı o yılın en çok satan öykü kitabı olur. Hayalindeki yazar olmak amacının onu heyecanlandıran ilk başarısıdır bu. Daha büyük bir şevkle yazmaya devam eder. Edebiyatta çok üretken yıllara adım atar. İlk öykü kitabını sırasıyla, 1936 ‘da Inhale and Exhale (Nefes Al, Nefes ver) ve My Heart's in the Hinglands (Gönlüm Yaylalardadır) adlı ilk tiyatro oyunu izler. The Time of Your Life (Hayatımın Günü) oyunuyla 1940 yılında Pulitzer Ödülü'nü kazanır fakat ödülü almayı reddeder. Ödülü reddetme gerekçesi, ödüle layık görülen yapıtının, o güne kadar yazdıklarından "daha iyi olmadığı" na inanmasıdır.

Saroyan yetmişüç yıllık ömrüne altmıştan fazla eser sığdırır. Öykü, oyun ve romanları bir çok dile çevrilir. Eserlerinde söz oyunlarından uzak, içten ve yalın bir dil kullanır. Son derece akıcı, konuşur gibi, coşku dolu bir tarzla geliştirdiği kendine özgü biçim Amerikan edebiyatında "Saroyanesque" adıyla anılır. “Yalınlığın dehası” olarak bilinen Saroyan, 18 Mayıs 1981’de doğduğu kasaba olan Fresno’da hayata gözlerini yumar. Onun dünya edebiyatına katkılarından dolayı, 2008 yılı UNESCO tarafından Saroyan Yılı ilan edilir.

/*

Saroyan, ölümünde önce hazırladığı vasiyetinde mezarının Bitlis’te olmasını yazar. Amerika kıtasının küçük bir kasabasında dünyaya gelerek burada hayata veda eden, Amerika’nın ünlü öykücüsünün, mezarını Bitlis’te istemesinin bir nedeni vardır. Saroyan’ın kökleri, bir başka kıtanın; Asya kıtasının Anadolu topraklarına ait Bitlis şehrindedir.

1905’te yaklaşmakta olan bir felaketin tedirginliği Saroyan ailesini Kalifornia’nın Fresno kasabasına kadar savurmuş, atalarının yüzyıllar boyunca yaşadıkları toprakları terk etmek zorundan kalmışlardır.


Sekiz yaşında yetimhaneden çıktığında, ileride yazacağı öykülere kaynaklık edecek hikayeler dinlemeye başlamıştır bile. Babaannesinden, anneannesinden, annesinin amcası Garabed Saroyan’dan ve tüm yaşlı insanlardan dinlediği hikayeler, ona Pulitzer ödülünün de verileceği zengin bir düş dünyası kazanmasına neden olacaktır. Eserlerini İngiliz dili ve Amerikan toprağı beslemiştir. Ancak yazdıklarının ruhunda hep Anadolu vardır. Bu yüzden kalemi, kendi tarihsel iç yolculuğunun da anlatıcısı olmuştur.
Foto : Ara Güler

"Göçmenlik" olgusunu, özellikle Ermeni göçmen çocuklarının yaşam zorluklarından yola çıkarak anlattığı öyküleri çok bilinir. Kendi köklerine olan inanılmaz özlemin etkisiyle olsa gerek, eserlerinde insanı doğduğu, yaşadığı topraklara adeta aşık eder. Sanılanın aksine Türklere ve Türkiye'ye karsı hiç bir önyargı beslemez. Aynı şey bütün dünya halkları ve ulusları için de geçerlidir. Özellikle Ödlekler Cesurdur adlı hikayesi hoşgörü, bağışlama ve insan sevgisi üzerine kurulmuş anıtsal bir eser gibidir.

/*

Yıl 1964. Şapkasını başından çıkararak öküzün başına takmış, yanında poz veren kişi; Duruşu Anadolu gibi olan, kalın bıyıklı adam William Saroyan’da başkası değildir. Yıllar yılı içinde bir yanardağ gibi büyüttüğü Bitlis aşkının ateşini dindirmek için, köklerine doğru yola koyulmuş, atalarının topraklarında, Bitlis’in yollarındadır. Yanında Yaşar Kemal, Ara Güler, Fikret Otyam gibi dostları vardır. Anadolu’ya ayak bastığından beri yüreği göğüs kafesine sığmıyor gibidir.



Eğilip Bitlis’in toprağını öper. Taş bir duvarın ortasından çıkan çeşmeye ağzını dayayarak su içer. Suyu içerken, adeta Anadoluyu, Bitlis’i içine çeker. Sevinçten şaşırmış bir çocuk gibi sağa sola koşar durur. Yolda rastladığı her şeyi “memleketlim” der; ağaca, taşa, toprağa, hayvanlara sarılır, öper, koklar. Geçtiği Bitlis’in tüm köylerinde durup, köylülerle söyleşir. Rüyalarının denizi, Van Gölü kıyısında eğilip gölün suyundan içer. Bitlis’in yakınında büyükannelerinin anlattıklarıyla efsaneleşen Sapkor Çeşmesi’nde elini yüzünü yıkar, doya doya su içer…

Sonunda şehre girerler. Eski, kesilmiş taşlardan evleri, tepesi çanlı kuleleriyle kiliseleri, o ünlü mezar taşlarıyla mezarlıkları göremezler. Kentteki dört Ermeni mezarlığından geriye tek bir mezar taşı bile kalmamıştır. Bir kilise yıkılarak yerine cezaevi yapılmış, diğerlerinin kimisi ahıra, kimisi de başka bir şeye dönüştürülmüştür.

Çok sayıda Ermeni okulundan geride kalan yoktur. 1710 yılında “Darulfünün” yani Üniversite adıyla anılan Bitlis Ermeni okulundan bile eser kalmamıştır. 1891 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Bitlis'te yaşayan 75.760 kişiden %40’ına karşılık gelen 30.445 kişisini Ermeni nüfusu oluşturmaktaydı. 1910 lu yıllardan sonra emperyalist emellerde Anadolu’ya akın eden güçler, halkları birbirine düşürmüş ve sonuçta egemen olanın zulmü, zayıf olanın üstüne boşalmış ve onu tüketmiştir.
Yaşlı birinin göstermesiyle babasının ve dayısının olduğunu tahmin ettikleri duvarları yıkılmış evi bulurlar. Saroyan, harabe halindeki evin yıkılmış duvarları arasında diz çöker ve sessizce ağlar. Kin duymaz, öfke beslemez. Sadece ağlar. İçin için ağlar. Bir şarap deresi gibi yumuşak, tatlı ve parlak akan müziğin dili ile kalbin dilini ortaklaştırır. Sızısıyla, acının diline tercüman olmaya, nefretin ve acının yükünü azaltmaya çalışır.

Atalarının doğup büyüdüğü bu topraklarda bulabildiği tek Ermeni ise yaşlı Muğsi Ağa’dır. Ermeni kimliğinden vaz geçmeden, yılların eskittiği yüreğiyle, ölüme gün saymaktadır. Bitlis’in sokaklarında takatsız takatsız dolaşan ve kimselerin kaale de almadığı bu kişi, daha niceleri gibi bu topraklardan göç etmiş bir Ermeni ailesinin geride kalmış son üyesidir, Bitlis’in son Ermenisidir o. Muğsi Ağa ile sohbet eden Saroyan, onun “ömrünün son günlerini Ermenilerin arasında geçirerek ölmek” isteğini öğrenir ve onun bu isteğini yerine getirir.

Saroyan, 12 Eylül 1980 askeri cunta koşullarında izin verilmeyeceğini anlayarak vasiyetini değiştirir. Sonradan vasiyet ettiği üzere, küllerinin bir bölümü Ermenistan'a götürülerek Erivan'daki ünlüler mezarlığına gömülür.
/*
Sonlar daima hüzün vericidir. Hayal etmesi bile güçtür, ürkütücüdür düşünmesi.

Kars’ın, Ardahan’ın bozkırlarında sayıları iyice azalmış, bir sığıntı gibi yaşayanlar, hayata, o kendine özgü sessiz masumluklarını bağışlayarak azala azala tükenen insanlar; Malakanların sonuncusu... Yangın yerine dönmüş yüreğimden geride kalan son kıpırtı. Derin bir ohhh çeker gibi ciğerlerime soluduğum son nefes. Bu cennet yeryüzüne elveda demeden önce, kulaklarımda baki duyduğum o son ses… Bilgeliğini toprağa, havaya ve suya bağlılıktan alan Amerika kıtasının soyu tükenen yerlileri... Uygar Avrupa’nın okyanus ötesi talanından kurtulmuş, yaşayan son Kızılderili... Gidip de bir daha geri gelmeyecek olanın hüznü... Bitlis’te son Ermeni…

Dedim ya her sonun kendine özgü bir hüznü vardır. Her hüzün başka bir sonu çağrıştırır.



Yusuf Nazım
Twitter : @yusufnazim

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Aşkın Yaman Hali

Meral ve Yaman Okay
Yusuf Nazım
Evrensel Kültür Dergisi / Mayıs 2012, Sayı : 345

-Meral ve Yaman Okay’a-

Aşkın hallerini yazıyorum bir süredir. Aşkın halleri nasıl yazılır ki? Şiir halinde yazılır elbette. Ancak bir şiirde dile gelebilir aşkın halleri. Ve ancak yine bir şiire sığabilir belki aşkın bin bir hali.

Ya da ben öyle dile getirebiliyorum. Kimileri, romanlar yazmışlardır aşkın halleri için; hikâyeler, masallar. Şarkılar bestelenmiştir aşka dair, türküler söylenmiştir. Ezgilerde dile gelmiştir aşkın halleri. Her romanın, her şarkının, her ezginin arkasında ya ölümsüz bir aşk, ya da dillere destan bir sevda anlatılmıştır. Ya da olanaksız bir aşka dair kalmıştır yazılanlar.

Bense, ancak bir şiire sığdırabiliyorum aşkı. Çünkü hep şiir halini sevdim aşkın. Her hali bir şiire benziyordu. Yazdıkça daha iyi anlıyorum şimdi. Öyle çok hali varmış ki aşkın, şaşırıyorum; aşkın de hali, aşkın deli hali, aşkın olanaksız hali, aşkın derin hali, aşkın duru hali, aşkın yalın hali, aşkın yalan hali... Daha onlarcası, yüzlercesiyle bitmek bilmeyen halleri... Yazdıkça düşünüyor, düşündükçe yazıyorum. Ne de çok halleri varmış meğer aşkın, şaşırıyorum.

/*
Meral Okay’ı kaybettik. Ardında filmler, senaryolar, diziler ve nice eserler yanı sıra, ölümsüz bir aşk bırakarak gitti. Her yönüyle çürümeye devam eden bir hayatın içinden elveda diyerek ayrıldı gitti aramızdan.

On sekiz yıl önce, eşi Yaman Okay'ı kaybetmişti. Çok renkli, sevecen, yorulmak bilmez bir kişilikti, tam bir insan dostuydu o. Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjisi vardı. Onu tanıyanlar, "Tanrım, bu adam ne zaman yorulacak" dermiş. Sonradan anlamışlar, meğer acelesi varmış… Yakalandığı pankreas kanseri nedeniyle 1993 yılında hayata veda ettiğinde yalnızca 42 yaşındaydı.

Meral Okay da, en az Yaman Okay kadar çalışkan, aceleci ve bir o kadar da renkli bir kişiliğe sahipti. Yaman Okay’la 1970’li yıllarda AST’da (Ankara Sanat Tiyatrosu) oyuncuyken tanışırlar. Meral’in öğrencilik yaptığı zamanlar, TİP (Türkiye İşçi Partisi) yılları, hayatı soldan öğrendikleri yıllardır. Kültür sanat dünyasından ortak dostlukları vardır. Bir süre sonra Yılmaz Güney’in Sürü filminin ana karakteri olarak İstanbul’a taşınır Yaman Okay. Burada da devam eder görüşmeleri ve giderek aşka dönüşür dostlukları. Hiç farkında olmadan birbirlerinin hayatlarına sızmışlardır. Çünkü aşkın bin bir türlü halinden biri de sızma hâlidir.

İstanbul’a geldiğinde kalp ağrısı çekmekte olan Meral’e iyi gelir bu sızma hali. Bir daha kalp ağrısı çekmeyecektir. Ta ki, ayrılığın kaçınılmaz olduğu o mutlak yokluk anı gelip Yaman’ın kapısını çalana dek…

Tutkulu ve eğlenceliydi hayatları; temiz ve kirlenmeden yaşadılar aşklarını. Derinlemesine soludular hayatı ciğerlerine, yaşadıklarını yoğun ve çoşkuyla yaşadılar. Sanki büyüleyiciydi onların sevdaları.

Yaman Okay aceleciydi. Çabuk yaşamayı severdi. Birden çok yaşamak geçerdi sanki aklından. Bu yüzden kısa süren ömrüne, birden çok yaşamak sığdırmaya çalıştı. Hiçbir kavgaları olmadı onların. Meral’in deyişiyle, “hüzünleri ironik bir neşeye çevirebilme ustasıydı” Yaman. Birbirleri için yeri geldiğinde kendi kendilerinden vazgeçmesini de bildiler. Biz olabilmeyi başardılar. Çünkü, Meral’e göre aşk, bir kendinden vazgeçme haliydi aynı zamanda. Buna gönülden inanıyordu o.

Hep saygı ve fedakârlık vardı hayatlarında. Hep yol açıcı oldular birbirlerine. Hep gülümseyerek omuz verdiler hayatın zorluklarına. Cehalet büyüyüp de zifiri bir karanlık gibi kuşatmaya başladığında çevrelerini, korkmadılar, yılmadılar. Hayatın bütün güçlükleri ve karmaşası karşısında bir çocuk gibi hissettiler kendilerini. İlişkilerinde masum bir çocuk gibi saf, ahlaklı, temiz ve beklentisizdiler. Asla bir birlerine kıyamadılar. Meral’in gözünde aşk bir kıyamama hâliydi çünkü.

Bir şölen havasında yaşadılar aşklarını. Sevdalarını sanki bir çadır tiyatrosunda oynuyorlardı ve bir lunaparka benziyordu hayatları. Her günü sevgililer günü ilan ediyorlardı. “Eşine bu kadar çok çiçek getiren adamı başka bir ana doğurmamıştır” diyordu Meral. Sabahları uyanıp birlikte gün doğumunu seyretmek, çingene vapuruyla Boğaz’ı turlamak; başka bir gün Roman mahallesinde Romanlarla Roman olmak, tam onlara göreydi.

Evrensel Kültür Mayıs 2012

/*
Tutkuyla yaşanan aşkın bir tarafı bir gün yaralandı. Hayatın bir türlü yakalayamadığı Yaman, bir gün kansere yakalandı. Hastalığa yakalanmasıyla gitmesi sadece 1,5 ay sürdü. Hastalığında da hızlıydı. Hiç beklemedi, çabuk davrandı, kimseyi oyalamadı. Hastayken bile hiç durmadı. Komaya girdiği ana kadar senaryo çalışıyordu. Yeşim Ustaoğlu ilk uzun metrajlı filmi olan “İz”i bu yüzden Yaman Okay’a adadı.

Yaman’ın gidişi Meral’in kalbinde yeni bir ağrının başlangıcıydı. O gidince hiç gitmeyecek bir ağrı kalacaktı yüreğinde. Kendini iyice kültür sanat faaliyetlerine adadı. Asmalı Konak’ı yazdı. Otuz küsur şarkı sözü üretti. Dergicilik, yayıncılık, yapımcılık ve sahne çalışmaları yaptı. Birçok filmde oynadı, senaristlik yaptı. Bir yandan da savaşa karşı yazılar yazıyor, yürüyüşlere katılıyordu. Irak’a karşı açılacak savaşın karşıtlarının sözcüsü oluyordu. Ölmemek ve öldürmemek adına kurulu düşlerini, sanatçı dostlarıyla birlikte kâh Ankara’nın Roman mahallerinde, kâh ülkenin farklı üniversitelerinde paylaşıyordu.

Sevdiği insan gidince, aşkını yarılamış, kendini yaralanmış hissetti. Yüreği pare pareydi. Ve ancak şarkı sözleriyle seslenebiliyordu hayat yoldaşına; “uzun yol arkadaşım, şimal yıldızım, nerdesin?” diyordu. Ve hep imkânsız olana bağlı kalmaya yemin ediyordu.

Cehaletin büyüyen görüntüsü ülkeyi boğmaya başladığında, onun da ruhu boğuluyordu sanki. Ülkeye ağır ve sinsi bir yapışkanlık halinde sızan karanlık onu da kalbini kuşatmaya başlamıştı. “Ne yapacağız?” diye soruyordu son zamanlarında. Belli ki, göğsünde taşıdığı yarım ciğeriyle soluduğu hava, bu güzelim ülkenin alışıldık havasının çok dışındaydı artık. Hasta ciğerlerine çektiği her nefes, biraz da ölüm kokuyordu.

"Bir şeyler oldu bu memlekete. Kimse kimseyi sevmez oldu" diyordu. Aslında bilmeden parmağını bastığı şey, etiyle, kemiğiyle, toprağı ve suyuyla; alt üst olmuş değer yargılarıyla çürüyen kapitalizmin kendi doğasından başka bir şey değildi.

Senaristi olduğu Muhteşem Yüzyıl dizisinde, resmi tarihin dışına çıktı diye hedefe koyuluyordu. Tabuları yıkmaya kalktı diye, bazılarının görmek istemediklerini gösterdi diye hasta yatağındayken polis korumasına mahkûm ediliyordu. Eşi Yaman Okay’ın 12 Eylül darbesi koşullarında aldığı ölüm tehditleri bu sefer kendine yöneliyordu. Tehdit ve kıyımın adresi onu gösteriyorken evini taşımak zorunda kalıyordu Meral. Bir de koruma takılıyordu peşine; hayatı kuşatan bu cahil karanlıktan korunsun diye.

Çok az insanda olan, doğal ve şen şakrak gülüşleri vardı. Onunki, öylesine bir gülümseme ya da yarım bir kahkaha gibi değildi. Dipten gelen bir gülüştü. Gülünce gövdesiyle gülen, sevince yüreğinin tamamıyla seven bir insandı. Dostları hep böyle anlatırdı onu.

Sorulduğunda, ”Hayat, hafif ve kısa bir şeydir” diye özetliyordu. Böylece, tıpkı bir özet gibi yapıyordu; tıpkı sevdiği Yaman Okay gibi, hafif ve kısa yaşıyordu hayatı.

Onu kaybettik! Bir süredir kansere karşı vermekte olduğu mücadeleyi yitiren sanatçı, senarist, oyuncu ve şarkı sözü yazarı Meral Okay artık aramızda değil. Tüm mal varlığını, başında Aziz Nesin’in oğlu Matematik profesörü Ali Nesin’in bulunduğu İzmir’in Şirince kasabasındaki Matematik Köyü'ne bağışladı. Giderayak bir faydam daha dokunsun istedi hayata.

Meral ve Yaman Okay. İki serüvenci, iki güzel yol arkadaşı, iki hayat yoldaşı… Hep aceleydi işleri.  Acelesi varmış gibi yaşadılar hayatı. Ve aceleyle gittiler bu hayattan. Bir serüven gibiydi kısa süren hayatları; korkusuz, ölümüne ve direngen! Aşklarını bile acelece yaşadılar.

/*
Aşkın hallerini yazıyordum bir şiirimde; aşkın deli hali, aşkın dolu hali, aşkın sevimsiz hali, aşkın sorumsuz hali…

Derken, birden o haber geldi; Meral Okay öldü! Gülünce, bütün gövdesini sarsan gülüşüyle o kadın gitti. Giderken, aşkın bekletmeye kıyamamış hali gibiydi sanki. On sekiz yıl önceki aşkının, Yaman Okay’ın peşinden gitti.

Yaman bir aşka gömmüştü yüzlerini onlar. Hangi haliyle anlatılırdı ki onların bu aşkı. Bu dünyaya sığmayan kısacık hayatları, aşkın hangi haline sığabilirdi.

Yaman bir kadındı Meral; yaman bir kalbi vardı ve yaman bir adama aşık olmuştu. Yüzyılın son aşkı sayılmazdı belki, lakin en güzel aşklarından biriydi belki onlarınki. Bu yüzden olsa gerek, yaman bir sevdayı aceleyle yaşadılar ve aceleyle gittiler aramızdan.

Hayattı bu, öğretiyordu işte. Nice halleri varmış meğer aşkın, bildiğimden de öte; yaşadıkça anladığım, anladıkça yaşayacağım. Hakkında yazılanları okuyordum, dostlarını dinliyordum; aşkın en güzel halini görüyordum onlarda. Banaysa yalnızca keşfetmek düşüyordu. Sessiz bir ay ışığı gibi sokulup, usulca sızıyordu şiirlerime. Birçok halini bilsem bile aşkın, lakin en çok bunu seviyordum şimdi; masum bir çocuk yüzü gibi saf, öylesine dokunaklı. Sanki bir tiyatro oynar gibi eğlenceli, bir o kadar aceleci. Henüz çok yeni tanıdığım bu hali, sanki bir yerlerden tanıdık; aşkın yaman hali!..

Yusuf Nazım

Dergideki diğer yazılar için :

http://www.evrensel.net/news.php?id=28379