7 Mart 2025 Cuma

Kurtların Kürtlerle dansı

Yusuf Nazım

T24 | 4 Mart 2025

-En iyi savaş hiç başlamamış olanıdır-

T24'teki son yazımı (“Terör” bitti!) tamamladıktan sonra kendi gündemime döndüm. Önümde yazmakta olduğum yeni romanım duruyordu. Büyük bir keyifle satırlarının arasına daldım.

Mola vaktim geldiğinde dünyada neler oluyor diye haberleri karıştırmaya koyuldum. Bir de ne göreyim.

Devlet Bahçeli'den DEM Parti eş başkanı Tuncer Bakırhan'a telefon:

“Bu ülkeyi birlikte demokratikleştireceğiz.”

Gülümsedim…

Romanı bırakmış, kendimi yeni bir yazının içinde bulmuştum bile.

Kurtlarla dans

Kurtlarla Dans (Dances with Wolves, 1990) filminde Teğmen John Dunbar’ın bir kurtla olan dostluğu anlatılır. Filmde onun bir kurtla ilişkisi, Sioux yerlileriyle –bir bakıma ötekiyle- geliştirdiği bağın küçük bir yansımasıdır. “Kurtlarla dans etmek”, ilk başta korkulan ya da anlaşılmaz bulunan bir şeyle zamanla derin bir bağ kurmayı temsil eder. Dunbar, hem fiziksel hem de ruhsal olarak kendi korkularını ve önyargılarını aşar, yeni bir kimlik kazanır. Dunbar’ın kurt ile dostluğu, Sioux halkıyla olan ilişkisinin de metaforik bir ön izlemesi gibidir.

Dunbar’ın askerî kimliği, Batı medeniyetini ve beyaz adamın yayılmacı politikasını simgelerken, Sioux yerlileri doğayla uyum içinde yaşayan özgür bir toplumu temsil eder. Adeta bizim dağlarımızda “kart kırt” sesleri çıkararak yürüyen Kürtler gibi. Dunbar, Sioux’larla yaşadıkça, Batı’nın dayattığı değerlere yabancılaşır ve doğayla, özgürlükle iç içe bir yaşamı benimser.

Bozkurtlar

1968’de MHP’nin gençlik teşkilatı olarak kurulan Ülkü Ocakları, kısa sürede ‘Bozkurtlar’ adıyla anılmaya başlandı. Bir yıl geçmeden MHP, parti sembolü olarak “Bozkurt” sembolünü seçecekti. Ülkenin bazı yerlerinde gizli “ülkücü komando kampları” nın kurulmaya başlandığı yıllardı. Bu kamplarda silahlı eğitim, saldırı, suikast planları öğrenip komünizmle mücadeleye hazırlanıyorlardı. ABD tarafından, CIA eliyle komünizme karşı mücadelede kullanıldığı iddiaları yaygındı. Bu bağlamda sık sık Gladio, Kontrgerilla, Özel Harp Dairesi gibi gizli yapılanmalarla anıldı adları.

Ülkeyi 12 Eylül darbesinin karanlığına sürükleyen birçok kanlı cinayette Bozkurtların parmak izleri vardı. Doç. Dr. Bedrettin Cömert, Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, Doç. Dr. Necdet Bulut, Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu, Milliyet Gazetesi Baş Yazarı Abdi İpekçi, Prof. Dr. Server Tanilli, TÜRK-İŞ Başkanı Kemal Türkler, Yazar Ümit Kaftancıoğlu bunlardan bazılarıydı. Maraş, Çorum, Sivas, Bahçelievler, İstanbul Üniversitesi gibi katliamlarda yine hep Bozkurtların parmak izleri görülüyordu. Mahkeme ifadesinde biri, canımız sıkıldıkça, solcu avına çıkardık diyecek kadar açık sözlüydü.

İçlerinde, bu gizli ve kirli ilişkilerden bihaber, milli duygularla hareket eden milliyetçiler de elbette yok değildi. Belki de, çoğu neye alet olduklarını bile bilmiyorlardı.

90’lı yıllarda bazıları kimi mafya gruplarına karıştı. Çek senet mafyası olarak nam yapanları bile oldu. Bizim kuşağın malumudur. En ünlülerinden biri, cezaevinden kaçırılmış, Papa’yı öldürmeye bile kalkmıştı. Bozkurtların en önemli liderlerinden bir diğeri ise devletin gizli adamı olmuştu. Uyuşturucudan silah kaçakçılığına varıncaya dek kirli işler yaparken ülke ülke dolaşmış, yurt dışında devlet adına operasyonlar yapmıştı. Susurluk Kazasıyla ortalığa saçılan cerahatin içinde aşiret reisi bir milletvekili, bir polis okulu müdürünün yanı sıra onun da adı vardı. Kazada emniyet mensubu, ülkücü bozkurt ve sevgilisi ölmüştü. Ele geçen ruhsatsız ve gizli silahlar, mermiler, susturucular, sahte kimlikler, kokain ise cabasıydı… Devletin raporlarına böyle geçmişti. Üstü bantla kapatılarak gizlenmiş olanları ise kimse öğrenemedi…

Devlet nezdinde çoğu kez makbuldüler. Belediye başkanı da oldular, milletvekili ya da bakan da. Yargılandıkları da oldu, kendileri için özel af çıkarıldığı da. Bakan olmuşlardan biri, yeri geldi, söz söyledi. Dağda silahlı gezmektense insin, ovada siyaset yapsınlar, dedi. Buna kulak veren Kürtler oldu. Parti kurup siyaset yapmaya yeltendiler. Sonuç mu? Millet Meclisi'nde iki kelime Kürtçe söz söylediler diye enselerinden tutulup, on yıl kalmak üzere cezaevine tıkıldılar.

Bugünkü ülkücülerin, eski bozkurtlarla ne kadar bağı kalmıştır bilinmez. Ancak aynı Bozkurt sembolünü kullanmaya devam ediyorlar hâlâ. Ve eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş cinayetinde olduğu gibi katillerin ayak izleri eski bozkurtların ayak izlerini andırıyor.

En iyi savaş hiç başlamamış olanıdır

En iyi savaş hiç başlamamış olanıdır. Keşke bu savaş hiç başlamasaydı. Keşke 40 yıl önce, bu ülkenin anayasasını silah zoruyla askıya alıp meclisi kapatanlar, siyasetçileri zindanlara tıkmasaydı. Asmayıp da beslemeyecek miyiz diyen katiller, keşke bu ülkede Kürt yok, dağda kart kırt diye yürüyen dağ Türkleri var demeseydi. Keşke Diyarbakır zindanlarından çıkan gençler, yüreği atıp dağa çıkmasaydı. Keşke bu savaş hiç başlamasaydı. On binlerce insanın kanı gereksiz yere akmasaydı…

Bu savaş 40 yıl daha sürmemeli. 40 yıl değil 1 yıl dahi ve hata 1 dakika bile sürmemeli.

Kürtler, sosyolojik olarak 100 yıllık yalnızlıklarında çok acılar çektiler. Birçok kez başkaldırdılar, çok kaybettiler. Ve çok da öğrendiler. Ne kadar iyi ki sivil alanda, hiçbir zaman Türklere karşı bir düşmanlık gütmediler. Hiçbir Kürt ilinde bir Türk, Kürtler tarafından hor görülmedi, omuz vurulmadı, linç edilmedi. Kürt’ün coğrafyasında çokça dolaştım, çok anılar biriktirdim onlara dair. Gidip sofralarına oturdum, gözlerine baktım. İnsan sıcağı vardı bakışlarında. Ellerini sıktım, kucaklaştım. Hep dostçaydı sarılmaları.

Çok kaybettikleri gibi çok da kazandılar. O topraklardaki gericiliğe, cemaat ve tarikatlara karşı büyük bir direnç gösterdiler. Her şeyden önce güçlü bir kadın hareketi yarattılar. Kürt siyasal hareketinin yarattığı aydınlanma, çağdaşlık, inançlara saygı; kimliklere, cinsiyetlere, mezheplere, dinlere karşı geliştirdikleri eşitlikçi tutumla o toprakların modern bir damarı oldular.

Dönüşüm mü, zoraki bir dans mı?

MHP’nin tarihsel olarak kullandığı “Bozkurt” sembolü, Türk milliyetçiliğinin en belirgin simgelerinden biri olmaya devam ediyor. Kürt meselesinde yıllarca sert bir duruş sergileyen Bahçeli’nin bugün DEM Parti’ye “ülkeyi birlikte demokratikleştirme” vaadinde bulunması, geçmişteki söylemleriyle açık bir tezat oluşturmakta.

Kurtlarla Dans filminde ana karakter, farklı bir kültüre adım attıkça dönüşüme uğrar ve ona uyum sağlar. Ancak Bahçeli’nin siyasetinde böyle bir içsel dönüşümden söz etmek olası mı? Yoksa bu sadece konjonktürel bir manevra mı? “Kurtların Kürtlerle Dansı”, taraflar arasında gerçekten bir uyuma mı işaret ediyor, yoksa daha büyük bir satranç tahtasındaki oyunun, birbirini kollayan rakipleri arasında, yapılan hamlelerden sadece biri mi?

Filmde John Dunbar’ın yerlilerle olan ilişkisi, karşılıklı güven ve zaman içinde gelişen bir anlayış üzerine kuruluydu. Ancak burada “Bozkurtların” Kürtlerle dans etme isteğinin nasıl karşılandığı önemli bir soru işareti. DEM Parti cephesinden bu dansa gerçekten ortak bir adım atılacak mı, yoksa geçmişte yaşananlar nedeniyle ihtiyatlı mı yaklaşılacak?

Açıktır ki Bozkurtlar, Türk milliyetçiliğinin en sert kanadını temsil etmekte. Kürt siyasi hareketi ise uzun yıllar boyunca milliyetçi-devletçi politikaların baskısı altında. Bugün “birlikte demokratikleşme” söylemi, bu tarihsel zıtlığı aşabilir mi? Yoksa bu, bin odalı sarayın kapalı kapıları ardında planlanan kısa vadeli bir “dans” olarak mı kalacak?

Bekleyip göreceğiz.

Barış üzerimize olsun.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurtlarin-kurtlerle-dansi,48871




1 Mart 2025 Cumartesi

“Terör” bitti!

Yusuf Nazım
T24 | 1 Mart 2025

Sonunda beklenen haber geldi.

Kürt sorununun nihai çözümü için PKK lideri Öcalan beklenen çağrısını yaptı.

Çeyrek asırdır cezaevinde tutulan; 2011-2019 arasında 8 yıl, 2009-2024 arasında 5 yıl boyunca avukatlarıyla görüştürülmeyen Abdullah Öcalan örgütüne silah bırakma çağrısı yaptı:

“Tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.”

 Siz de duydunuz mu, kayyum sistemi sona eriyor

 100 yıllık baş ağrımız, bitmeyen çilemiz, 40 yıllık kanayan yaramızdı; “terör” bitti!

 Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel ortadan kalktı. Dönem, barış ve demokrasi dönemi. Dönem insan haklarına saygı; adalet, eşitlik ve özgürlükler dönemi.

Sevinin a dostlar “terör” bitti!

Siz de duydunuz mu, kayyum sistemi sona eriyor. Bütün seçilmişler serbest, ülkeye demokrasi geliyor. 8 yıldır tutsak olan Selahattin Demirtaş, 7 yıldır tutuklu Osman Kavala; 18 yıla mahkûm Gezi Parkı’nın tutsakları Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Mine Özerden serbest bırakılıyor…

Kart kırt dönemi de sona erdi, “terör” bitti!

Türk’ün sokağında teni kara, alnı esmer, dili kırık olana yönelen nefret sona erecek. Amedspor’a uygulanan ırkçılığın sonu geliyor artık. Çocuklara ana sütü gibi helâl olan ana dilde eğitimin önü açılıyor.

Duyduk duymadık demeyin, “terör” bitti!

Akbelen ormanları
Karşılığında, iktidar hızla demokratik adımlar atmaya başladı bile. Süratle demokratikleşiyoruz. Özgürlüklerin önü açılıyor. 12 Eylül darbesinin ürünü YÖK kalkıyor, rektörler ve dekanlar bundan böyle atamayla değil, seçimle iş başına gelecekler. Üniversite özerkliğinin önü açılıyor. Adaletin kırılan çarkı hızla tamir ediliyor.

Atanmayan öğretmenler, depremzedeler, evsizler, işsizler; İzmir’in, Manisa’nın, Aydın’ın köylüleri; Gölcük’ün, Gödence’nin, Efemçukuru’nun sütünü satamayan çiftçileri siz de duydunuz mu, “terör” bitti!

Mazot ve gübre ucuzlayacak, süte devlet desteği gelecek, mülâkat sistemi kalkacak, atanmayan öğretmenler öğrencilerine kavuşacak! Terörle mücadele yasası değişecek. Grev hakkı serbest olacak, 12 Eylül darbesinin Cumhurbaşkanına tanıdığı grev erteleme hakkı rafa kalkacak.

“Terör” bitti! Şimdi değişim ve dönüşüm zamanıdır dostlar.

Bütün siyasi tutuklular, gazeteciler, yazarlar, düşünce suçluları serbest. CHP, HDK, DEM Parti’si ve Zafer Partisi’ne yönelik cadı avı sona eriyor. Sosyal medya yasakları kalkıyor. RTÜK eliyle özgür basına kesilen cezalar iptal ediliyor…

İşittiniz mi, “terör” bitti!  

Analar ağlamayacak, Galatasaray Meydanı’nın adı Kayıplar Meydanı olacak, Cumartesi Anneleri kayıp evlatları için yas tutmayacak, bundan böyle mezarsız çocukların kemikleri sızlamayacak, bütün faili meçhuller bir bir aydınlanacak.

Savaş sona erdi artık, “terör” bitti!

Sevinelim dostlar, on yıllardır ülkenin kaynaklarını tüketen savaş sona eriyor. Savaş bir halk sağlığı sorunudur dedikleri için kürsülerinden edilen binlerce akademisyen kürsülerine geri dönüyorlar. Her sene ülke bütçesinin yaklaşık %11’ını yutan silahlanmaya veda ediyoruz.

Emekliler, asgari ücretliler, dar gelirliler müjde! “Terör” sona erdi!

Bundan böyle silahlar susacak, anaların gözyaşı dinecek. Savaşa, savunmaya ve güvenlik harcamalarına ayrılan 1 trilyon 608 milyar liralık bütçeye gerek kalmayacak. “Terör” ün bitmesiyle asgari ücret artacak, en düşük emekli maaşı asgari ücrete eşitlenecek. Depremzedeler size de müjde! 500 bin konut yapılacak, evi olmayan depremzede kalmayacak.

Kaz Dağları’nın çamları, Latmos’un meşeleri, Çayırlı’nın zeytinleri

Akbelen direnişi
Büyük kentin barınamayanları, kenar semtlerin açları; köyün yoksulları; etin, sütün, odunun ve kömürün muhtaçları; öğrenciler, emekliler, asgari ücretliler sevinin, yaşama sırası sizde, “terör” bitti!

Aydın Ovası’nın köylüleri, Çayırhan’ın işçileri, Tire’nin yoksul çiftçileri; Latmos’un, Beş Parmak’ın, Madran Dağı’nın mağdurları sizler de sevinin! Duydunuz mu “terör” bitti artık! 

Sevinin! Akdeniz’de, Ege’de; Marmaris’te, Kızılbük’te o güzelim koylar inşaatla dolmayacak, termik santral için ormanlara kıyılmayacak, olur olmaz yerde JES yapmak için tarım arazileri katledilmeyecek!

Duyduk duymadık demeyin. Kürt sorunun çözümünde dev adım atıldı; “terör” bitti!

Bergama’nın köylüleri, Munzur’un kadınları, Hopa’nın gençleri; Akbelenli Nejla, Rizeli Havva, Cerattepeli Neşe, Fındıklılı Melahat, İkizdereli Ayşe siz de sevinin!

Kaz Dağları’nın çamları, Latmos’un meşeleri, Yırca’nın zeytinleri “terör” bitti artık! Rahat bir nefes alın, sevinin, bundan böyle size kıyan olmayacak!


24 Şubat 2025 Pazartesi

İyilik iyidir

Yusuf Nazım
T24 | 31 Aralık 2025

“İyilik iyidir.”

Ona, pandemide kaybettiğim büyük ablamın mezarına gittiğim o sıcak yaz gününde rastlamıştım.

Gözlerim mezarların üzerinde gezinirken, bir mezar taşının kitabesinde görmüştüm o yazıyı: “İyilik iyidir”

Bakışlarım mezar taşının üzerinde, derin hülyalara daldığım bir andı.

Bedenini, Akfırat Mezarlığı’nın dingiz sessizliğine bırakmış, toprağın yumuşak bağrında sessizce uyuyan o kişiyi düşündüm.

Yakınları ona, en çok yakışan bir sıfat olarak seçmiş olmalılardı iyilik sözcüğünü.

Ne mutlu ona…

Akfırat Mezarlığı

Guernica

Gernikako Arbola.

İspanya'nın Bask bölgesindeki Guernica kasabasında yaşayan bir meşe ağacının adı.

Bask halkı için özel anlamı olan bu ağaç; özerklik ve özgürlüğün simgesidir. Bu yüzden İspanya İç Savaşı sırasında Franko faşizmine karşı savaşan Cumhuriyetçilerin direniş ruhunu temsil etmektedir.

Belki de bu yüzden olsa gerek kasaba, iç savaş sırasında faşizme karşı direnen cumhuriyetçilerin kalesi olmuştu.

26 Nisan 1937 günü, Guernica kasabasının sirenleri acı acı çalar.

Biraz sonra, Nazi Almanyası ve Faşist İtalyan hava kuvvetlerinin uçakları kasabanın semalarında belirir. Ağır bir bombardıman başlar. Bombalar direnişçi ya da sivil ayırt etmez. Kadın, yaşlı, hasta, çocuk yüzlerce kişi ölür; nüfusu 5.000 olan kasabanın büyük bir kısmı harabeye döner.

Bombalama, dünya çapında büyük bir öfkeye yol açar. Katliam, İspanyol ressam Pablo Picasso'nun fırçasından modern zamanların en ünlü savaş karşıtı tablolarından birine  dönüşür.

Sanatçının Guernica adlı eseri faşizmin, soykırımın, acımasızlığın vahşetine bir yanıt olarak tarihteki görkemli yerini alır.

Kötülüğün egemenlik çağı

Kötülüğün egemenlik çağındayız.

İsrail soykırım makinesi durmak bilmiyor.

F-35 savaş uçaklarını, bomba ve füzelerini ABD’nin sağladığı; uçak malzemelerini İngiltere’nin verdiği; Demir Kubbe parça tedarikçiliğini Fransa’nın yaptığı; çeliğini, çimentosunu, dikenli tellerini, uçak yakıtını Türkiye’nin temin ettiği İsrail devleti cinayetlerine devam ediyor.

Şu ana kadar Gazze Şeridi’nde 45.514 kadın, erkek, yaşlı, çocuk, bebek İsrail soykırım makinesinin kurbanı oldu. Aralarında sayısız bilim insanı, hekim, sanatçı, yazar ve gazeteci da olmak üzere…

Bilimin soykırıma itirazı

Prof. Dr. Sufyan Tayeh.

Filistinli fizik ve matematik profesörü, Gazze İslam Üniversitesi Rektörü’ydü. Filistin'deki, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü'nün (UNESCO) Fiziksel, Astrofizik ve Uzay Bilimleri Kürsüsünün sahibi ve dünyanın önde gelen matematik bilimcilerinden biriydi o.

İsrail devletinin Gazze’deki saldırılarında geçen yıl aile bireyleriyle birlikte öldürülmüştü.

Yeryüzünün iyi insanları onu unutmadı.

Geçen hafta,  dünya çapında 1078 matematikçi, Profesör Sufyan Tayeh’i de anarak İsrail devletine açık bir mektup yayımladı.

Mektup, dünyadaki bilim insanlarını, özellikle matematikçileri, Gazze'deki soykırımı ve Filistin'in yasadışı sömürgeleştirilmesini açıkça kınamayan İsrail kurumlarıyla tüm bilimsel işbirliğini durdurmaya çağırıyordu.

İmzacılar devamla, uluslararası topluma yaptıkları çağrıda, ülkeleri ve kurumları, İsrail’e karşı mümkün olan her türlü yaptırımı uygulamaya davet etmekteydi.

Kalplerindeki iyiliği yitirmemiş bilim insanlarının soykırıma itirazıydı bu. Yüreğim kabardı, mutlu oldum.

Guernica’dan Gazze’ye dayanışma

8 Aralık 2024, Cuma.

Bask şehri Guernica kasabası.

Kasabanın Pasialeku Pazar Meydanı’nda diğer zamanlardakine benzemeyen tuhaf bir hareketlilik vardır.

Kadınlı erkekli, gençler ve çocuklardan oluşan suskun kalabalık bomboş olan Pazar Meydanı’na doğru akmaktadır.

Yüzlerinde acıdan, hüzünden ve kederden ibaret çizgiler taşımaktadırlar.

Ellerindeki siyah, yeşil, kırmızı ve beyaz renkli kumaşları alanda işaretli yerlere bırakarak bekleyen, birbirine sarılan, canı acıyan, üzülen insanlardır bunlar…

Meydan tümüyle dolduktan sonra, hava saldırısı sirenleri bir kez daha acı acı çalar.

Alanda ani bir dalgalanma olur.  Bir anda, Pasialeku Pazar Meydanı’nda, Filistin bayrağını ve Pablo Picasso'nun ünlü savaş karşıtı tablosu Guernica'nın bir bölümünü tasvir eden bir insan mozaiği ortaya çıkar.

Meydan boydan boya dev bir Filistin bayrağına boyanmıştır ve bir köşesinde Picasso’nun çizdiği Guvernica’dan bir kesit yer almaktadır.

Öyle ki, Gazze ile Guvernica’nın yakaran çığlıkları Pasialeku Meydanı’nda birleşmiş, alanda toplanan binlerce kişinin yüreğinde ortak bir acıya dönüşmüştür.


*  *  *

Gazze...

Çığlıkları hemen yanı başımızdan yükselen acının, kederin ve yalnızlığın coğrafyası.

Avrupa'nın en ırak köşesinden uzanan bu dostluk ve dayanışma elini görünce kendimi iyi hissettim.

Nasıl hissetmeyeyim? Ne de olsa iyilik, iyileştiriyor insanı.

İyilik iyidir sözünü araştırdığımda, ilk defa bir Alevi mezarında görülen bu sözün, zamanla Alevi toplumu tarafından benimsenerek mezar taşlarında kullanılmaya başlandığını öğrendim.

Anladım ki iyilik denen şey, iyi insanlar tarafından sahiplenilmekteydi.

Guernica’nın iyi kalpli insanları, bedenleriyle kasabadaki Pasialeku Pazar Meydanı’na dev bir Filistin bayrağı çizerek göstermişlerdi Gazze’yle olan dayanışmalarını.

Bu anlamlı dayanışmayı görünce aklımın kıvrımlarında dolanan bir soruya engel olamadım:

Türkiye Solu ya da dürüst Müslümanları da, Taksim Meydanı’nı Filistin bayrağına boyayarak Gazze’nin çığlığını çizebilirler mi?

Not: 2025 yılında iyilik üstünüzde olsun.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/iyilik-iyidir,47891



Yusuf Nazım
T24 | 24 Şubat 2025

Omurgalılar, yaklaşık 530 milyon yıl önce, Kambriyen Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Bu dönemin çenesiz balıkları, beyin ve omurilik sistemine sahip olup kıkırdak iskeletleriyle modern omurgalıların ataları olarak kabul edilir.

300 milyon yıl öncesinden itibaren önce amfibiler ve sürüngenler gelişerek karasal ekosistemlerde baskın hale gelmiş, Mezozoik Çağ’da ise (252-66 milyon yıl önce) dinozorlar, memeliler ve kuşlar evrimleşmiştir.

55-65 milyon yıl önce, Mozaik Çağ’ın sonunda ağaçlarda yaşayan küçük, böcekçil memelilerin evrimleşmesiyle ortaya yeni bir tür çıkar: Primatlar.

Tropikal ormanların kanopilerinde yaşadıkları 50-60 milyon yılda bulundukları coğrafya ve iklim koşullarına bağlı olarak goriller, orangutanlar, bonobolar, gibonlar ve şempanzeler gibi türlere evrimleşir.  Yaklaşık 7 milyon yıl önce ise şempanzelerden ayrılarak ağaçlardan yere inmek zorunda kalan bir kol, zamanla iki ayaklılaşarak(bipedalizme) ilk insanımsıların yoluna girerler.

1.9 milyon yıl önce beyin büyümesine de sebep olan bu sürecin sonunda gezegenin, iki ayak üzerinde yürüyen ve omurgası dikleşmiş olan yegâne canlısı, insan ortaya çıkmış olur.

*  *  *

Ağaçtan yere inip ayağa kalkma süresince, 350 cc’den 1000-1200 cc’ye büyüyen beyin hacmiyle gezegenin tartışmasız en zeki canlısı olan insanın, akıllı canlı olma özelliğinin iki ana yönde evrimleştiği görülüyor.

Birincisi, içine doğduğu gezegene meydan okuyan; doğaya ve diğer canlılara karşı büyük üstünlük sağlayan, yeri geldiğinde acımasız bir yok ediciye dönüşen kötülüğe evrimleşmiş insan zekâsı.

Diğeri, tuttuğu baltanın sapına gül resmi çizmeyi akıl eden, sevgi, tutku, empati, dostluk, dürüstlük, erdem, dayanışma ve paylaşma gibi kavramları geliştiren iyiliğe doğru evrimleşmiş zekâ.

Omurgalı olmak deyimi, iyiliğe evrimleşmiş Homosapiens’e özgü bir kavram. Dik duran anlamındaki insana ait; dirayetli, ilkeli, tutarlı anlamında kullanılıyor. Omurgasız ise duruşu olmayan, tutarsız, ilkesiz davrananlar için…

*  *  *

Önceki gün CHP’nin ittifak politikaları sonucu milletvekili seçilen biri daha partisinden istifa ederek AKP’ye katıldı. Ben buna CHP kontenjanından seçilen vekil AKP’ye geçti diye yorumluyorum.

Bu vekil, Gelecek Partisi’nden istifa eden Serap Yazıcı Özbudun. Kendisi saygın bir anayasa hukukçusu olarak biliniyor. Yazıcı, 2007 tarihindeki AKP’ye sivil anayasa taslağını hazırlayan Prof.Dr.Ergun Özbudun başkanlığındaki altı kişilik bilim heyetinin de içindeydi.

Aradan yıllar geçti. Dile kolay tam 18 yıl. Ergun Özbudun Hoca’yı kaybettik. 2020'de Gelecek Partisi'ne katılan Yazıcı, İnsan Hakları Başkanı olarak görev yaptı, 2023 seçimlerinde Antalya'da CHP listesinden Gelecek Partisi'ne vekil oldu.

Geriye dönüp Serap Hoca’nın akademik/siyasal serüvenine göz gezdirdim. Bakın neler çıktı:

"Sayın Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş arzusunu hiçbir zaman anlayabilmiş değilim."

"Eğer o gün bizlere konuşma hakkı tanınsaydı, bütün bu olasılıkları anlatma imkânını bulurduk. Ama bizlere ekran yasağı konmuştu."

"Burhan Kuzu dışında hiçbir ciddi akademisyen başkanlık sistemini savunmadı."

"Cumhurbaşkanı hükümet sistemi, darbe koşullarından daha ağır koşullarda kabul edilmiştir."

"Bugünkü ortamın 12 Eylül askeri rejiminin yarattığı ortamdan ben hiçbir farkını görmüyorum."

"Ama bugünkü ortamda eğer ‘Yeni bir anayasa yapacağız’ diye yola çıkacaksak bunun da sivil ve demokratik olacağı iddiasındaysak ve onu da ‘Askeri yönetimin vesayetçi anayasasından kurtulalım’ gibi sloganlarla birleştiriyorsak, ben bunu hiç samimi bulmam."

"Can Atalay aslında resmi seçim sonuçları açıklandığında serbest bırakılmalı, Meclis'e gelip yeminini edebilmeliydi."

"Can Atalay'ın durumuyla ilgili olarak anayasa ihlal edilmektedir."

"Ben diyorum ki Can Atalay derhal serbest bırakılmalıdır."

Can Atalay'ın içerde tutulmasına gerekçe gösterilen “14. maddeyi 12 Eylül generalleri başımıza bela etti.”

Yargıtay Ceza Dairesi'nin Anayasa Mahkemesi kararı üzerine temyiz mahkemesiymiş gibi söz söyleyemez, "kesinlikle, Yargıtay'ın böyle bir yetkisi yok."

Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Biz bu tartışmada taraf değiliz ama hakem konumundayız" diyor. "Anayasanın hiçbir hükmü cumhurbaşkanına iki yargı kuruluşu arasındaki ihtilafı çözme yetkisi vermemiştir."

"Bir anayasa hukukçusuyum ve bir anayasa hukukçusu olarak bugüne kadar akademik çalışmalarımda ne savundumsa şu ana kadar parlamento çatısı altında da hep onu savundum, bundan sonra da farklı bir şey olmayacak."

"Mühürsüz oy pusulaları bizim seçim mevzuatımıza aykırı olarak geçerli kabul edildi. 2017 referandumu üzerinde ciddi bir gayrimeşruluk gölgesi vardır."

"Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişten sonra biz süratle fakirleşmişiz."

"Tek bir kişinin elinde sınırsız yetki toplayan, hukuk devletini askıya alan, yönetimde keyfiliğe sebep olan bu sistemin yarattığı çok ağır sonuçlar var."

"Türkiye 2016'dan beri, yani olağanüstü halde otoriterizme sürüklendiği andan itibaren ve cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle bu otoriterizmi kurumsallaştırdığı andan itibaren çok ciddi anlamda yoksullaştı."

"Yerli ve yabancı sermaye Türkiye'den kaçtı gitti. Siz onu kapı kapı dilenerek geri getiremezsiniz. Bugün Türkiye güvenilmeyen bir ülke."

"Herkes biliyor ki Türkiye yürürlükteki anayasasını çiğneyen bir ülke."

"Sadece Can Atalay tartışması, Osman Kavala tartışması bile Türkiye'nin hukuk devleti olmadığını bütün dünyaya deklare ediyor."

"Türkiye'nin artık başörtüsü diye bir sorunu kalmadı. Kadınların artık bu siyasi tartışmalara, bu kör dövüşüne malzeme edilmemesi gerektiğini düşünüyorum."

"Erdoğan... seçim meydanlarında başörtüsünü bitmek tükenmek bilmeyen bir propaganda malzemesi haline getirmek istiyor. O yüzden, bu tuzaklara düşmemek gerekiyor."

"Kayyum yetkisi de 12 Eylül anayasasının ürünüdür, demokratik bir anayasa İçişleri Bakanı'na böyle bir yetki vermez"

"İçişleri Bakanı'na kayyım atama yetkisini veren 1982 anayasasıdır. Samimiyseniz hadi gelin bu 12 Eylül kıskacından kurtulalım."

"Başörtüsü konusunu toplumun belli bir kesimini nefret süjesi haline getirecek bir formülle birleştirmelerine ben Serap Yazıcı Özbudun olarak destek vermem."

"Anayasa hukuku alanında duayen hocam ve aynı zamanda eşim Ergun Özbudun hocamızın kemiklerini sızlatacak hiçbir adım atmam. Ayrıca parlamenter sistem benim için kırmızı çizgi”

*  *  *

İşte böyle. Başka birinin sabah ayazında kapısının çalınarak derdest edilmesine sebep olabilecek bir dolu sözün sahibi, önceki gün AKP’ye geçti.

Bir söyleşisinde, "Ben bir hukuk insanıyım ve temel özelliğim de asla adaletten taviz vermememdir." demiş, eşi Ergun Özbudun için şu aktarımı yapmıştı:

"Vefatından önce, 28 Mayıs seçiminden sonra bana şunu söyledi: 'Serap artık benim Türkiye'de yeniden demokrasiye dönüşü, hukuk devletine dönüşü, insan haklarına dönüşü görmeye ömrüm vefa etmeyecek. Seninki eder mi bilmiyorum, tereddütteyim. Ama sen mücadeleci bir insansın. Bu yöndeki mücadelene devam et.'

Doktorasını “Otoriter Sistemlerden Demokrasiye Geçiş” konusunda tamamlayan Serap Hoca, öyle görülüyor ki mücadelesine, eşinin söylediği "Türkiye'de yeniden demokrasiye, hukuk devletine dönüş" mücadelesine bundan böyle AKP saflarında devam edecekmiş.

Serap Hanım, partisinden ayrılıp tüm söylediklerine rağmen “otoriterizmi kurumsallaştıran” bir partiye geçerken iyimserliğini hâlâ koruyor mu, bilemem.

Belki de Ergun Özbudun'un dediği gibi "mükemmeli ararken mümkün olanı kaçırmamak" için verdi kararını.

Şimdi artık yeni partisinde o. Ya ülkeyi zifiri bir karanlığa sürükleyen kurumsallaşmış otoriterizm koşullarında "içinde bulunduğumuz karanlık tünelde bize ışık sunacak" adımlar atacak ya da aynı otoriterizme boyun eğerek bunca kötülüğe ortak olacak.

Yolun açık olsun Serap Hoca.

Not: Aktarımların çoğu Cansu Çamlıbel’in Serap Yazıcı Özbudun’la 11 Aralık 2023’te yaptığı söyleşiden alıntılanmıştır.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/omurga,48740


 

24 Ocak 2025 Cuma

Bizi kim öldürdü?

Yusuf Nazım
T24 | 24 Ocak 2025


2016 yılıydı.

Bir kongre için Kanada’nın Toronto şehrindeydik.

Ateşten, ölümden, kandan bir coğrafyanın yolcularıydık.

Gün geçmiyor ki büyük bir kötülük üstümüze üstümüze yürümesin, gün geçmiyor ki kalbimizin tuğrasında yeni bir yara daha açılmasın…

Adını Ergenekon koydukları operasyonlar, fırtına gibi esen gözaltı ve tutuklama furyaları, ev baskınları, derdest edilenler, kumpaslar, hileler, tuzaklar…

Biter mi? Sonrasında darbe girişimleri, toplu işten çıkarmalar, binlerce akademisyene soruşturma, cezaevine atılan bilim insanları, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar… Ardı arkası kesilmeyen patlamalar, onlarca, yüzlerce ölü; kayyumlar, siyasetçi avı, Cumartesi Anneleri, taş ocakları, orman kıyımları, biber gazı, plastik mermi, cop, taciz, tecavüz…

Tesellimiz o ki cennet ülkemizin cehenneminden bir hafta uzak kalacağız.

Ottawa’dan dostlar gelmiş ziyarete, söyleşiyoruz.

Küfemizde ülkenin onca kahır yükü, paylaşmak kaçınılmaz oluyor.

Bir ara merak edip arkadaşıma soruyorum:

“Söylesene, sizde en çok neler haber oluyor?”

Arkadaşım gülümsüyor:

“Vallahi bizde at bahçeden kaçtı, kedi ağaca çıktı, ördek suya düştü gibi şeyler haber oluyor…”

İçim acıyarak gülümsüyorum.

*  *  *

Odamda çalışmaya dalmışım.

Başımı kaldırıyorum, bir haber!

Kelimeler hoyratça hücum ediyor üzerime!

Yangın, ateş, feryat ve ölüm sözcükleri dökülüyor ekrandan.

Korkarak taramaya başlıyorum haber ajanslarını…

Bolu’da bir otel yangını: 10 ölü!

Ne olmuş, nerede olmuş, nasıl olmuş, anlamaya çalışırken fark ediyorum; ışık hızında çoktan harekete geçmiş bile bizim beyler!

Hakkımızda hüküm verilmiş, gereği düşünülmüş!

Tez elden sıralanmış kanun hükümleri: Anayasa’nın 28/3 ve 26/2 maddeleri, bilmem kaç sayılı basın kanununun falan filan maddeleri… Kamu düzeni, halk sağlığı, devletin ve milletin güvenliği…

Her türlü haber, röportaj, eleştiri ve benzeri yayınların yapılması yasaklanmış!

Yangından daha hızlı yayılıyor yasak!

Gerçeğin üzerine sis perdesi çöküyor. Her şey ve her yer karanlık… Ölüm ve bilinmezlik kol kola. Saatler geçiyor, ülke ayakta, insanlar bilmek, gerçeği öğrenmek istiyorlar.

Oysa haber metinleri taş kesilmiş, sözler kelepçeli, kelimeler tutsak.

Radyo Televizyon Üst Kurumu boş durur mu hiç?

Görevi gereği anında devreye girmiş:

“Yayın yasağına uymayanlara en ağır yaptırımlar uygulanacak.”

Haaa!

Yani?

Yani otele ruhsatı kim vermiş?

Sormak yasak!

Denetlemesi kimin yetkisinde?

Merak etmek yasak!

En son güvenlik kontrolleri ne zaman yapılmış?

Haddine mi, öğrenmek yasak!

Yangın merdivenleri yeterli mi?

Zinhar, araştırmak yasak!

Otelin içinde yangın söndürme sistemi devreye girmiş mi?

Devletin bekasını kurcalamak, soruşturmak yasak!

Otelin denetlenme yetkisi itfaiyeden ne zaman alınmış?

Milletin güvenliğini riske atmak olur mu, konuşmak yasak!

*  *  *

2012 yılı, Bangladeş.

Tazreen Moda Fabrikası yangınında 112 işçi öldü.

İşte bu yangından başka, dünyada son 50 yılın en büyük yangın faciasına ev sahipliği yapıyor bu ülke.

Acıyı bir kader gibi üstümüze giydirmeye çalışıyorlar.

Gerçeğin karşısında korkak, yasak getirmekte cevvaller!

Ölümü de acı gibi kader bilelim istiyorlar.

Yaşama değil, ölüme alıştırmak istiyorlar bizi.

Ve biz hep ölüyoruz.

Birer birer, onar onar, yüzer yüzer ölüyoruz!

Ölüm her yerde, her an ve her şeyde, sinsi bir pusuda bizi bekliyor.

Bir dağın ıssızlığında, bir tren garının sahipsizliğinde, dümdüz ovada bir demiryolunda; yerin yedi kat derininde, gözden ırak bir madende, bir çocuk parkının masumluğunda ya da bir otelde, sessiz bir uykuda…

İstiyorlar ki merak etmeyelim, istiyorlar ki bilmeyelim, istiyorlar ki öğrenmeyelim!

Oysa sormak doğamızda, vazgeçilmez bir eylemin adı.

Ve bilmek hakkımız.

Bu yüzden avazım çıktığınca, gücüm el verdiğince, nefesim yettiğince bağırıyorum!

2 yaşındaki Bekir'in, 5 yaşındaki Muhammet'in, 7 yaşındaki Mavi'nin ağzından soruyorum:

Söyleyin, bizi kim öldürdü?

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/bizi-kim-oldurdu,48242


22 Ocak 2025 Çarşamba

Gazze’de büyük geri dönüş: “Aslında ev de yoktu!”

Yusuf Nazım
T24 | 22 Ocak 2025

Dile kolay, tam 417 gün!

Sokağa çıkma yasağı kısmen kaldırılmıştı.

Duyar duymaz çadırdan dışarı fırladı.

Bir anda, etrafta heyecanla toplanan çadır kalabalığının arasında buldu kendini.

Aylardır uzak kaldıkları şehirlerine bir an önce yetişme, mahallesinden, evinden, eşyasından bir haber alma telaşıydı bu.

Üzerine atladığı pikap, şehrin girişine kilometrelerce kala kolluk kuvvetlerince durduruldu.

Yüreği yerinden fırlayacakmış gibiydi.

Uzaktan, üzerine kümelenen siyahi bulutların altında hiç olmadığı kadar gri gözüküyordu Gazze.

Asfalt yolu tüketip şehre vardıklarında, yol birden toprağa dönüşmüştü.

Araçtan inmek zorunda kaldılar.

Üzerinde yürüdükleri inişli çıkışlı toprak yığınının, bir zamanlar Gazze’nin ana caddesi olduğuna inanmakta zorluk çektiler.

Kalabalık bir anda dağılmış, herkes kendi mahallesinin yolunu tutmuştu bile.

İlk saptığı yoldan bir süre sonra geri döndü, önü kapalıydı!

Sonra, iş makineleriyle açılmış başka bir toprak yola girdi. Biraz ilerledi, sağa sola hamle yaptı, çevresini tanımaya çalıştı. Kafası karışmıştı. Bastığı toprak altında dalgalandı, başı döner gibi oldu. Yönünü çıkaramadı, tekrar gerisin geri yürümeye başladı.

Şırnak 2016                        Gazze 2025
Birçok denemeden sonra uzakta, taş ve toprak griliğinin ortasındaki camii siluetine takıldı gözü.

Delik deşik olmuş duvarları, parçalanmış kubbeleri, yara bere içindeki haliyle Agit Uğur Camii, bunca griliğin ortasında, depremde ayakta kalmayı başarmış yegâne bir anıt gibi duruyordu! Çifte şerefeli minaresi nasıl olmuşsa sapasağlamdı.

Camiye göre yön bulmak, işini kolaylaştıracaktı. Düşündüğü gibi de yaptı. Kısa sürede istediği yere varmıştı bile.

O güne dek hayatında, görmüş ve göreceği en büyük şaşkınlığın onu beklediğindense habersizdi.

Tanınmaz halde, bir moloz yığınından ibaret mahallesini inanmaz gözlerle süzdü.

“Sokağı bulmalıyım!” diye geçirdi içinden. Sağa sola çaresizce koştu, moloz yığınlarından oluşan irili ufaklı birçok tepeciği, onların arasındaki çukurları aştı.

Nihayet, bir süre sonra evinin bulunduğu sokağın başındaydı. Yalnızca silik bir iz kalmıştı sokağından geriye!

İçinde, ölmeye yüz tutmuş bir umudun cılız beklentisiyle önünde kıvrılan taşlı toprak izini takip etmeye koyuldu...

*  *  *

Şırnak 2016                        Gazze 2025
Birden “Evim, evim!” diye bağırdı!

Sonunda bulmuştu onu!

Yıllardır, harcına emeğini katarak, çimentosuna terini akıtarak yaptığı evinin kapısındaydı.

Yorulmuştu. Ama olsun, sonunda değmişti buna!

Dış kapı aralıktı, sessizce süzüldü içeri.

Merdivenleri bir solukta çıktı.

Gözü, merdiven boşluğunda yan yatmış, tamir edilmeyi bekleyen, küçük oğlunun kırık bisikletine takıldı.

Dudaklarından acı bir gülümseme düştü.

Ayakkabılarını çıkardı, köşedeki rafa özenle yerleştirdi.

Karısının kapı pervazına astığı mavi nazar boncuklarına ilişti gözleri.

Bakışları onu, 22 yıl öncesinden kopup göçtükleri o dağ köyüne götürdü.

Zemheri bir kış soğuğunda, yangınlar ve alazlar içinde terk etmek zorunda bırakıldıkları köylerine!

Sonraları, zoraki sığındıkları bu kentte, nice meşakkatlerle sahip oldukları evin kapısında bir süre bekledi.

Nazar boncuğundaki gülümseyen bakışlarını sessizce çekip aldı.

*  *  *

Birazdan, anahtarıyla kapıyı açacak, sessizce süzülecekti içeriye.

Eve adımını atar atmaz, bedenini tatlı bir hararet saracak, yüreğindeki sıcaklık yüzüne vuracaktı.  

Biliyordu, küçük oğlu yine bisikletim diye atlayacaktı üzerine. Yine mahcup olacak, yine kızaracaktı yüzü. Her zamanki gibi imdadına eşi yetişecek, “Sıkıştırma babanı, yorgundur, gelecek ay” diye arka çıkacaktı ona.

Salona açılan sofayı iki adımda geçecek, mutfaktan gelen mis gibi kokuların baştan çıkarıcı davetine aldırmayacaktı.

Zemini, kök boyalı bir halı, duvarları şahmaran desenli kilimle kaplı salona akacaktı ayakları.

Gözleri kucaklar gibi saracaktı, beşikte uyuyan üç aylık çocuğunu.

Soğuk kış günlerinde, kemiklerini ısıtmak için önünde herkesin sıraya girdiği sobaya doğru yönelecekti ardından.

Sıcaktan mest olmuş anacığının pamuktan ellerini şefkatle öpecek, yanaklarını koklayacaktı.

Oğlu, bir kış günü getirmişti onu. Tek gözü görmüyordu kedinin. O günden beri, her daim yurt eylemişti keçi postunu. Malum yerinde, kıvrılmış uyuyor olacaktı yine. Titreyen kulağına hafifçe dokunacak, gözünü kaygısız bakışlarla hafifçe aralayacaktı.

Şırnak 2016                        Gazze 2025
Sonra balkona çıkacak, akşamın serin havasını derin derin çekecekti ciğerlerine. Sabah suyunu çoktan tüketmiş saksıların, pıtrak pıtrak açmış çiçeklerine hayran hayran bakacaktı.

Yemeğin ardından, her akşam yaptığı üzere, demli bir çay isteyecekti küçük kızından. Yüzünde apak bir gülümseme, elinde tepsiyle çıkıp gelecekti mutfağın kapısından.

Üzerine bağdaş kurup oturacaktı el dokuması halının. Çayı beklerken, desenleri renk renk, ilmek ilmek bezeli halının yumuşak püskülleri arasında dolaşacaktı parmakları.

Uzaklardan, Gazze’de İsrail tarafından bombalanan Büyük Ömeri Camii’nden belki de bir ezan sesi duyulacaktı. Çok sevdiği halı seccadiyesini yere serecek, akşam namazına duracaktı birazdan anacığı.

*  *  *

Elini uzattı.

Parmaklarını ovuşturdu, uçlarındaki tozları silkeledi.

Koyun yününden dokuma, desenli halının üzerine, her gün bağdaş kurup oturup, püsküllerini okşadığı halı yoktu!

Akşamları, çocukların borularında ellerini ısıttığı çıtır çıtır yanan kuzine soba da yoktu; sobanın arkasındaki keçi postu, keçi postuna kıvrılmış mır mır uyuyan tek gözlü kedi, kedinin bir dokunuşta kendinden geçmeye hazır sevimli hali… Hiçbiri yoktu!

Peki ya oğlunun içeri girer girmez ok gibi fırlayarak üzerine atladığı, sofaya bitişik odanın kapısı? Onu niye göremiyordu? Hâlbuki orada olmalıydı, bakıyor ama göremiyordu.

Yorgundu. Belli ki, kötücül bir perde inmişti gözlerine. Gördüğü hemen her şey bir bir siliniyordu.

Derken karısı da çekip gitmişti; sonra birer birer çocukları, ona tepsiyle demli çay getirmeyi bekleyen kızı, sobanın arkasında ileri geri mürgüleyen yaşlı anası… Hepsi gitmişti!

Şırnak 2016                        Gazze 2025         

Beşiğiyle birlikte üç aylık bebeği de terk etmişti evi; duvarda şahmaran desenli kilim, yanında asılı kuran, altında namaz saatini bekleyen derli toplu seccade… Birer birer gitmişlerdi. Hâlbuki az önce hepsi buradaydı!

Burada ve hazırdılar; sevmeye, sevilmeye, okşanmaya; sobanın karşısında ısınmaya, karşılıklı sohbete etmeye, demli çay içmeye, bakışmaya, pıtrak pıtrak açmaya, sulanmaya, beşikte ağlamaya, keçi postunda mırlamaya, kucağa fırlamaya… Hazırlardı hepsi!Oysa şimdi… Oysa şimdi, pazar pazar dolaşıp, tuğla tuğla ördüğü evinin içerisinde sessizce duruyor; şaşkın, inanmaz, anlamaz gözlerle etrafa bakıyordu. Evin içinde kimsecikler yoktu!

Yirmi yılda ne zorluklarla tüttürmüştü bacasını! Kendi elleriyle daha yeni yapmamış mıydı badanasını? Niye böyle her yer, kirli bir toz bulutu gibi griydi? Mesela pencereler niye yoktu?

Karısının her sabah sevgiyle suladığı balkondaki çiçekler neredeydi, hani şu kahverengi, kırmızı, yuvarlak saksıların içindekiler? Ya o, içinde renk renk çiçeklerle saksıların sıra sıra dizildiği mermer küpeşteli balkon, o niye yoktu?

Evin giriş kapısına bakıyor, bir şey göremiyordu; korkuluklarla çevrili merdiven boşluğunu, köşedeki ahşap ayakkabılığı, orada aylardır tamir edilmeyi bekleyen kırık bisiklet… Niye yerinde durmuyordu hiçbir şey?

Üzerine şahmaran desenli kilimin çivilendiği salon duvarları, tavanda sağlam olsun diye iki demir daha fazla attıkları kirişler, üzeri kahverengi parke kaplı zemin, dış cephe duvarları…  Hiçbiri, hiçbiri yerinde değildi, evin içi yoktu!

Eğreti, bir beton parçasının üzerinde, ayakta öylece bekliyordu. Yavaşça yere çömeldi, elini kederle dizine koydu. Bildiği bütün sesler, sözler, kelimeler boğazında erir gibi oldu.

Arkasına döndü, üzerine tünediği moloz yığınına anlamsız gözlerle baktı.

İçine girdiği şey bir taş yığınından ibaretti, aslında ev de yoktu.

Not: Bu yazı, Şırnak için kaleme alınmış ve 18 Kasım 2016 tarihinde T24’de Aslında ev de yoktu başlığıyla yayımlanmıştır. Metinde, sadece 3 değişiklik yapılmıştır; 246 yerine 417; Şırnak yerine Gazze; Agit Uğur Camii yerine ise Büyük Ömeri Camii kullanılmıştır. Amaç, gerekçesi ne olursa olsun, devletlerin dâhil olduğu savaşlarda zarar gören sivil insan kaybı ve yerleşim alanlarının gördüğü zarara ve savaşların sonuçlarının ne kadar çok birbirine benzediğine dikkat çekmektir. Fotoğraflara gelince; soldakiler aynı yazıdaki 2016 Şırnak’a ait olanlar ve sağdakiler 2025 yılı Gazze’nin bugüne ait fotoğraflardır.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/gazze-de-buyuk-geri-donus-aslinda-ev-de-yoktu,48209

20 Ocak 2025 Pazartesi

Şeytan’la muhabbetler!

Yusuf Nazım
T24 | 20 Ocak 2025

Şeytan’la dokuz yaşımda tanışmıştım.

Babamı kaybettiğim 1970 yılı yazında, Adana’nın Haruniye kasabasında gittiğim Kur’an kursu vesile olmuştu buna.

Annemin, ölmüşlerime daha çok sevap kazandırıp bizlerin de erken yoldan Cennet’e gitmenin kestirme yolu olarak gördüğü bu kurs, önemli bir yaşam tecrübesi sağlamıştı bana.

Birkaç günde Elifbayı sökmüş, on beş günde Kur’ana geçmiş; sonrasında birkaç kez hatim indirmiş, kurstaki öğrencilere hocalık yapmış; ezan okumuş, cemaate namaz bile kıldırmıştım…

*  *  *

İnternet ilginç bir mecra.

T24 yazılarımın, dünyanın her tarafından okurları var. Zaman zaman hiç ummadığım yerlerden, hiç tanımadığım insanlardan mesajlar alıyorum. Bireyin, toplumum, doğanın ve insanlığın geleceğine duyarlı, naif, duygudaş insanlar…

Yazıştığımız oluyor onlarla.

Asya, Avrupa, Amerika ve Avustralya kıtasından okurlar. Aralarında ilginç ülkeler de oluyor; Yeni Gine, Venezüella, Meksika, Letonya, Güney Afrika, Suriye vb…

*  *  *

Geçenlerde Türkiye’den bir okurumla yazışıyorduk.

"Yapay Zekâ’ya bir soru sordum." dedi.

"Ne sorusu?" diye, merakla yazdım.

"Eğer sen bir ülkeyi yöneten şeytan olsaydın o ülkenin günden güne bataklığa düşmesini sağlamak için neler yapardın?"

Şaşırmıştım!

Hiç aklıma gelmeyecek bir soruydu bu. Ne de olsa gençlerin kıvrak zekâsı.

Soru ilginçti ama yanıtı dehşete düşürecek gibiydi.

Bu yanıta geçmeden önce, Şeytan hakkında biraz araştırma yaptım.

*  *  *

“Şeytan” kavramı, ilk olarak İbranice’de Satan sözcüğüyle, yani “karşı çıkan”, “suçlayan” veya “düşman” anlamında yazılı hâle getirilmiş. Buna karşılık, bu tür kötülük ve karşıtlık kavramları Mezopotamya, Zerdüştlük ve Mısır gibi antik medeniyetlerde de farklı adlar ve bağlamlarla mevcut olduğu görülüyor. Teologlar, Mezopotamya’daki Lamashtu ve Pazuzu figürlerinin, bu kavramın kültürel öncüllerinden sayılabileceğini söylüyorlar.

Şeytan, günümüzde olduğu gibi tarihte ve mitolojilerde de farklı ad ve özelliklerde ortaya çıktığı görünüyor.

Antik Yunanda hem iyi hem kötü anlamında Daimon kavramıyla; Mısır Mitolojisinde kaosun ve karanlığın sembolü Apophis ile; Hinduizm’de metin olarak asura ve rakshasa adıyla Rigveda’da (MÖ 1500-1200) geçiyor.

Ve son olarak geç Hristiyanlık dönemi ve İslamiyet’te Şeytan kavramlarıyla tanışıyoruz.

İslam’da Şeytan, özellikle İblis adıyla Kur’an’da geçer. İlk defa insanın yaratılışı sırasında Tanrı’ya isyan eden varlık olarak anlatılır (Bakara Suresi 34. ayet).

*  *  *

Bense dokuz yaşında tanışmıştım onunla.

Kur’an kursu hocamızın, bizleri kötü şeylerden uzak tutmak için her fırsatta hatırlattığı korkunç, karanlık, baştan çıkarıcı bir ucubeydi o.

Korkuyordum ondan!

Her yerde ve her an karşıma çıkıyordu. Şeytanı demlemek amacıyla, sabahın dördünde koşarak gittiğim camii yolundaki çalıların arkasında, evden çıkarken adım attığım eşikte, su içtiğim çeşme başında, odama giderken geçtiğim holün zifiri karanlığında hep o vardı. Her türlü aykırı düşüncede, aklıma gelen sorularda, merak ettiklerimde, kuşkularımda daima onun korkusuyla yaşıyordum…

*  *  *

Okurumun, Yapay Zeka’ya sorduğu soruya gelince.

Şeytan’ın verdiği yanıtı olduğu gibi aktarıyorum:

Eğer bir şeytan olarak bir ülkeyi yönetip onu bataklığa sürüklemek isteseydim, şu stratejileri kullanırdım:

1. Eğitimi Zayıflatmak

Taktik: Eğitim sistemini yozlaştırarak eleştirel düşünmeyi engellerdim.

Örnek: Müfredatı gereksiz bilgilerle doldurur, bilimsel temellere dayanmayan dersleri zorunlu hale getirir ve nitelikli öğretmenlerin yerine liyakatsiz kişileri atardım. Böylece genç nesiller bilgi yerine dogmalarla büyürdü.

2. Adalet Sistemini Bozmak

Taktik: Hukuku taraflı hale getirir, güçlü olanın zayıfı ezmesine göz yumar, yargıyı siyasi kontrol altına alırdım.

Örnek: Mahkemelerin bağımsızlığını ortadan kaldırır, haksızlık karşısında vatandaşların adalet arayışını sonuçsuz bırakırdım. İnsanlar hukuka olan güvenini kaybedince kaos başlardı.

3. Ekonomiyi Çökertmek

Taktik: Üretimi azaltıp ithalata bağımlı hale getirirdim. Para politikasını kötü yöneterek enflasyonu artırır, zengin-yoksul uçurumunu büyütürdüm.

Örnek: Tarımı ve sanayiyi desteklemek yerine, gereksiz projelere büyük bütçeler ayırırdım. Yerli üretim durunca işsizlik artar, halk fakirleşirdi.

4. Medya ve Bilgi Akışını Kontrol Altına Almak

Taktik: Medyayı propaganda aracına çevirir, özgür haberciliği bastırırdım. Gerçekleri çarpıtarak insanları yanlış yönlendirirdim.

Örnek: Eleştirel gazetecileri susturur, sosyal medyayı sansürlerdim. İnsanlar yalnızca benim istediğim bilgileri duyar ve gerçeklerden uzaklaşırdı.

5. Toplumu Kutuplaştırmak

Taktik: İnsanları farklı kimlikler üzerinden birbirine düşman eder, birlik yerine ayrışmayı teşvik ederdim.

Örnek: Din, mezhep, etnik köken veya siyasi görüş gibi farklılıkları abartır ve her grubu diğerinden nefret etmeye iterdim. Böylece iç savaş potansiyeli oluşurdu.

6. Liyakat Yerine Sadakati Ödüllendirmek

Taktik: Yönetimde ve devlet kademelerinde uzman kişilere değil, kendime sadık ama yetersiz insanlara görev verirdim.

Örnek: Önemli pozisyonlara liyakatsiz kişileri atar, nitelikli bireylerin sistemden dışlanmasına neden olurdum. Böylece kurumlar işlevini kaybederdi.

7. Doğal Kaynakları Talan Etmek

Taktik: Ülkenin doğal kaynaklarını kısa vadeli kazançlar için tüketir, çevreyi tahrip ederdim.

Örnek: Ormanları yok eder, madenleri kontrolsüz şekilde işletir ve çevre felaketlerine neden olurdum. Bu, uzun vadede hem ekonomik hem de ekolojik yıkım getirirdi.

8. Ahlaki Çöküşü Teşvik Etmek

Taktik: Yolsuzluğu, rüşveti ve dürüst olmayan davranışları normalleştirirdim.

Örnek: Kamu ihalelerini şeffaf yapmaz, haksız kazancı ödüllendirirdim. İnsanlar dürüst çalışmanın anlamsız olduğuna inanırdı.

9. Sağlık Sistemini İhmal Etmek

Taktik: Halk sağlığına yeterince bütçe ayırmaz, sağlık hizmetlerine erişimi zorlaştırırdım.

Örnek: Hastanelerde doktor ve malzeme yetersizliği yaratır, ilaç fiyatlarını yükseltirdim. İnsanlar en temel hakları olan sağlık hizmetine ulaşamazdı.

10. Geleceğe Umutsuzluk Aşılamak

Taktik: İnsanlara hiçbir şeyin değişmeyeceği, her şeyin kötüye gideceği hissini verirdim.

Örnek: Her fırsatta "Bizden sonra tufan" zihniyetini yayar, gençlerin ülkeden kaçmasını teşvik ederdim. Beyin göçü hızlandığında ülke tamamen zayıflardı.

*  *  *

Şeytan’ın yanıtlarını okuyunca elbette ki hemen kuşkulandım.

Acaba okurum abartmış ya da başka bir rivayetten alıntı yapmış olabilir miydi?

Kısa bir araştırma yaptım; özgün bir metindi, hiçbir yerde yoktu!

Üşenmedim, internette bulduğum bir yapay zekâ programına aynı soruyu, kelimesi kelimesine olduğu gibi sordum…

Cümleler farklı, yanıt tamamen aynıydı!

*  *  *

Dokuz yaşımda başlayan Şeytan’la olan tanışıklığım uzun sürmedi.

Çukurova’dan memleketim Ardahan’a döndükten birkaç yıl sonra, on üç yaşımda, onunla olan ilişkime son vermiştim.

Tipili bir kış gecesi, uzun bir süre korku ve kaygılarımla koşut giden meydan okumalarımın ardından, sonsuza kadar hayatımdan çıkarmıştım onu.

Daha doğrusu, çıkardığımı sanmıştım!

Yanılmışım!

Sonraki hayat tecrübem bana bunu acı bir şekilde gösterdi.

Şeytan, insanla birlikte var olmuş ve onunla beraber yaşamaya devam ediyordu. Yaşıyor; yakıp yıkıyor, kavuruyor, bombalıyor, öldürüyor ve gezegendeki her toprak parçasına kötülük yaymaya devam ediyordu.

Anlıyordum ki Şeytan, insanın olduğu her yerdeydi.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/seytan-la-muhabbetler,48189