25 Ağustos 2025 Pazartesi

Kürt sokağında çözüm arayışları

Yusuf Nazım
T24 | 25 Ağustos 2025

Kürt sorununa lafı dolandırmadan iki başlıkla girmek istiyorum:

1. İçerdeki durum: AKP-MHP iktidarı, daralan ekonomik ve siyasi çemberle birlikte nefes alamaz hale gelmiş, giderek daha da otoriterleşmiş/otoriterleşmektedir.

2. Dışardaki durum: Bölgedeki jeopolitik dengeler değişmiş; Suriye ve Türkiye sahasındaki Kürtleri kaybetme korkusu, daha fazla belirginleşmiştir.

Peki, tam da bu koşullarda iktidar, neden daha önce hedef aldığı, her türlü hakareti yapıp aşağıladığı Kürt muhalefetine barış elini uzatmıştır? İlk bakışta strateji, merkezdeki kendi Kürtlerini etkisizleştirmek ve Ortadoğu Kürtlerini kontrol altına almak üzerine kurgulanmış gibi gözüküyor. Bir yandan “Terörsüz Türkiye” söylemiyle iç cepheyi konsolide etmeye çalışırken, öte yandan ABD ve İsrail’in elindeki Kürt kartını da devralmayı hedefliyor olabilir.

Türkiye ile Kürtler arasında gerçek barış mümkün mü?

Tarihsel olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Kürtler arasındaki ilişki, büyük kırılmalar ve acılarla doludur. Ancak, gerçek bir yüzleşmeye her iki taraf da hazır olursa, barış mümkündür.

Yaşanan bunca acıya ve travmalara rağmen, Kürt sokağının buna hazır olduğunu söyleyebiliriz. Ancak iktidar kontrolündeki Türk sokağı için bunu söylemek zor. Devleti ele geçirmiş olan otoriter yapının ciddi anayasa ve kanun tanımazlığı, bu konuda yapmış olduğu büyük ihlaller, toplumsal ve ekonomik barışı bozan servet birikimindeki partizanca politikalar ve tüm bunların gelecekte, bağımsız bir yargı önünde hesap verilmesi ihtimali bu kaygıları besleyen temel unsurlar.

İyi de, önemli bir deneyime sahip Kürt siyasi hareketinin kadroları ve yöneticileri bunu bilmiyorlar mı? Muhtemelen biliyorlardır. Bu yüzden de böyle bir toplumsal uzlaşmanın ve barışın önemli birleşenlerinden birisinin de CHP olmasını istiyorlar. Zira daha geniş bir toplumsal tabana ve samimiyete sahip olan CHP'nin, olası bir yol kazasına karşılık sürecin güvencesi olabileceğini düşünüyor olabilirler.

İktidar blokunun yapısal kod uyumsuzluğu

Öte yandan diğer önemli soru, sürecin baş öznesi durumundaki iktidar blokunun yapısal kodlarının, düşünülen barış ve demokratikleşme sürecini taşımaya uygun olup olmadığıdır. Maalesef buna olumlu yanıt vermek de hayli güç. Sürecin adının dahi konulmasında yaşanan tereddütler, yasal güvencesizlik ortamında süren görüşmeler, uygulamadaki gecikme, ayak sürüme ve ağırdan almalar; bir yandan barış süreci yürütülürken, diğer yandan ayırt etmeksizin bütün muhalif güçlere karşı uygulanılan basınç ve hoyratlık bu kod uyumsuzluğunun göstergesi gibi.

Barış adımları ve demokratik görünüm

Peki, iktidar bloku Kürt muhalefetini nasıl ikna edecek? Üstelik çözmek için bir araya geldikleri sorunun “terör” mü, yoksa “Kürt sorunu” mu olduğunda dahi anlaşamamışken. 

Öncelikle silahların susmuş, örgütün kendini feshetmiş olması, terörü bitirmiş bir iktidar olarak kendi sokağını önemli oranda hoşnut edebilir. Kürt sokağını ikna etmek içinse, görünürde bazı “demokratik” adımlar düşünebilirler. Mevcut iktidar yapısı ile kendi dokunulmazlıklarını korumak kaydıyla Kürt kentlerindeki baskıyı hafifletmek, seçilmişlerin haklarını iade etmek; Demirtaş, Mızraklı, Yüksekdağ dâhil politik tutsakların tamamını ya da bir kısmını serbest bırakmak, anadilde eğitimin önünü kısmi olarak açmak ve hatta Anayasal düzeyde statü anlamına gelebilecek bazı hakları da içeren değişiklikler yapmak... İç cepheyi bu tür adımlarla bir miktar genişletirken, bunlara demokratikleşme görüntüsü verebilmek için Osman Kavala, Can Atalay, Gezi Tutsakları, diğer aydın ve gazetecilerden de bir kısmının da salıverilmesi... İktidar eliyle Kürt sokağında on yıllardır süren baskının hafifletilmesi ve görece sağlanacak rahatlama, DEM tabanının bir kısmında da sempatiyle karşılanabilir.

Bu demokratikleşme görüntüsünü, baskı altına alınan ve kadrolarının birçoğu tutuklanan CHP yerel yönetimlerine kadar götürülebilir mi? Bu biraz zor gözüküyor. Zira mevcut iktidarın büyük şehirlerin, özellikle İstanbul'un ekonomik gücüne ihtiyacı var. Keza, İmamoğlu gibi ciddi politik rakipleri saha dışında tutmak gibi de önemli bir amacı olduğu gözleniyor.  

CHP’nin rolü ve iç cephe dinamikleri

Eğri oturup doğru konuşmakta fayda var: 

Geçmişte, HDP’li belediyelere kayyumlar atanırken batıda sosyal demokrasinin eylemsizliği gibi, bugün de CHP’li belediyelere kayyum atanırken DEM Parti’nin eylemsizliği çok açık ki iktidar blokunun işine yaramakta.

Dışardan bakıldığında görüntü şu: İktidar, bir tarafta muhalefetin en dinamik kesimlerini bir masa etrafında oyalarken, öte yandan ana muhalefetin kalelerine bir bir saldırarak onları etkisizleştirmeye çalışıyor. Üstelik bunu, adında “demokratikleşme” sözcüğü olan komisyonun çalışmaları sürerken yapıyor.

Peki, iç cepheyi genişletmek için atacağı bunca adımın demokratikleşme ile bir ilgisi var mı?

Doğrusu, olduğunu söylemek zor! Her şeyden önce Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Can Atalay ve diğer tutukluların birçoğunun zaten cezaevinde olmaması gerekiyordu. Kayyumların tamamına yakını ya bir usulsüzlük ya da bir yasa dışılık içeriyor. Kürtçe ana dilde eğitim ise evrensel bir hak. Bir halka kendi ana dilinde konuşmayı, yazmayı, eğitimi lütfetmek demokratik bir adım değil, geç kalınmış bir hakkın kullanılmasıdır. Sosyal farklılıklara ve aidiyetlere Anayasal düzeyde sağlanacak statü de öyle. Böyle bir hak ve statü eşitliğinden Türkiye toplumu kaybetmez, aksine kazanır.

Bölgesel jeopolitik ve Kürt kartı

Gel gelelim yeni sürecin bölge jeopolitiği ve değişen dengeler açısından oluşturduğu yeni duruma.

İktidar blokunun, kendi Kürtleriyle barışarak ABD/İsrail/AB egemen dünyasının elindeki Kürt kartını alması ne derece mümkün? Sancılı bir süreç olsa da bu pekâlâ olanaklı, daha ötesi anlamlı bir hamle olur. Kendi Kürtleriyle barışmış ve bölge Kürtlerine de eşitlik, statü, hak ve adalet açısından örnek olacak bir Türkiye’nin, bölge dinamiklerini temelden etkileyecek bir durum yaratacağı açıktır.

Peki, bunu otoriterizmi bir yönetim biçimi olarak içselleştirmiş bir iktidar yapabilir mi?

Mevcut AKP-MHP bloku açısından buna olumlu yanıt vermek güç gözüküyor. Daha önce sıralanan sebeplerden dolayı, kendi Kürtleriyle, arka planı olmayan eşit, adil bir barışı sağlayarak ortak bir “iç cephede” buluşmaları hayal sınırlarını zorlamak gibi. Bunun için, iktidar erkinin siyasi kodlarının buna uygun olmadığını kabul etmek durumundayız. Sürecin baş aktörünün, ülkeyi yönettiği son 23 yılın bütün göstergeleri maalesef buna işaret etmekte.

Silahlar susmalı, savaş bitmeli

Peki, buna rağmen silahlar susar mı? Susar, susmalı! Savaş biter mi? Biter, bitmeli! Bitmeli ve “terör” silahı, iktidarın elinden alınarak, ülkenin temel sorunları ve çelişkileriyle yüzleşmesi sağlanmalı. Buna, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü de dâhil. 

Son bir soru: Böyle bir süreçte barış ve huzur gelir mi? İşte buna emin değilim. Ülke, sadece son 23 yıllık otoriterizm döneminde yaşanan özgürlük ve hak gaspları, bu yolla işlenen suçlar değil, geriye dönük tüm cumhuriyet döneminin hataları ve kazanımlarıyla samimi bir yüzleşme yaşaması gerekmekte. Böyle bir yüzleşme olmadan gerçek barış ve huzur ortamının sağlanması sadece bir hayal olarak kalacak gibi.  

Sonuç

Her şeye rağmen, insanın insanı kırmadığı, silahların ve savaşların egemen olmadığı; barış içinde yaşamanın, kötülüğü değil, iyiliği çoğaltmanın umudu ve dileği içimizde baki.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurt-sokaginda-cozum-arayislari,51295

22 Ağustos 2025 Cuma

ich liebe dich babaanne!

Yusuf Nazım
T24 | 22 Ağustos 2025


Çocuk daha dört yaşında ya var ya yok. Saçları altın sarısı, gözleri kahverengi. Camın önünde şaşkın, dikilmiş, karşı tarafa bakıyor. Bir an eğiliyor, yanağını çocuk masumluğuyla yapıştırıyor cama. İncecik nefesiyle buğulanan camı, küçük elleriyle avuçluyor.

Karşı tarafta yaşlı kadın… Yüreğinin derinlerinden kopup gelen kırık bir tebessümle uzanıyor, dudaklarını cama değdiriyor. Küçücük yanak yerine, soğuk camda sıcacık bir öpücüğün izi kalıyor.

Çocuk, bir kuş yüreği gibi çırpınarak yeniden doğruluyor. Bu kez camın ardındaki kadın yanağını cama dayıyor. Hasretle uzanıyor çocuk, dudaklarını cama bastırıyor.

“ich liebe dich babaanne” diyor.

“Ben de seni seviyorum” diye karşılık veriyor kadın. “Uzat bakayım yanağını”

Kim bilir, belki bir oyun sanıyor bunu çocuk, yanağını yeniden onları ayıran cama dayıyor; kadın özlemle uzanıyor, torununun yumuşacık yanağı yerine soğuk camı öpüyor. Ardından, kadın aynı hareketi yineliyor; yanağını hafifçe şişiriyor, camda bir yanak, bir çocuğun cama uzanan dudakları; sıcak, hasretli bir dokunuş:

“ich liebe dich babaanne”


*  *  *

Cam bölmenin bir tarafında, 67. doğum gününü hapishanede kutlayan kent savunucusu bir mimar.

Diğer tarafında, Avusturya’dan kalkıp onu görmeye gelen dört yaşındaki torunu…

Ancak, açık görüş yasağı var. Kapalı görüşteler. Dokunmak yasak, kucaklamak da, ses duymak da öyle... Onları ayıran kalın bir cam bölmenin soğukluğunda sürüyor hasret gidermeleri.

Küçük çocuk babaannesine sarılamıyor, onun sıcak sevecen öpücüklerini yanaklarına neden konduramadığını anlayamıyor, küçücük parmaklarını büyükannesinin avuçlarının içine neden bırakamadığına anlam veremiyor. Belki bir oyun sanıyor bunu a da hayal dünyasının ürünü bir şaka...

Küçük torun dört yaşında. Türkçe anlıyor ancak cevapları hep Almanca veriyor.

“ich liebe dich babaanne”

“ich liebe dich babaanne”

Avusturya’da yaşayan oğlunun eşi Avrupa birliği vatandaşı. İki küçük çocuğuyla birlikte hapishanedeki Güzin Alpaslan’ı görmeye geliyorlar. Ülkeye kendi kimlikleriyle sorunsuz giriyorlar. Ancak hapishaneye girmesine izin yok! Üstelik evli oldukları nüfus kayıt örneklerinde görüldüğü halde.

Torunlar ise Türk vatandaşı oldukları için ancak kapalı görüş hakkından yararlanabiliyorlar. Büyükanne ile torunları özlem gidermenin eşiğindeler. Kalın, ses geçirmez cam bir bölme ayırıyor onları.

*  *  *

Güzin Alpaslan. İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu, Kent savunucusu bir mimar. Hayatını kent ve doğa hakları için mücadeleye adamış bir meslek insanı. Mimarlar Odası ile birlikte yürüttüğü çalışmalar, kentsel dönüşüm projelerine karşı aldığı halkçı tutum, afetlere dayanıklı kentler üretme hayali…

Özetle: Rant için değil halk için, özgür ve eşit bir ülke için mücadele etmiş bir mimar.

Ama bir sabah... Bir sabah, evine uzun namlulu silahlarla baskın yapılıyor. Cezaevinden gönderdiği notta şöyle yazıyor:

"Sabahın saat 5'inde, elinde uzun namlulu silahlı timlerle evim basılıyor. Kapıyı açan eşim yere yatırılıyor. Üzerimize silahlar çekiliyor. Ellerim kelepçeli, 30 kadar silahlı erkek kolluğun arasında dışarı çıkarıldığımda görüyorum ki, bir sürü binek araba, minibüs ve garip araçlar.”

11 Şubat günü kapısına dayanan zalimliği bu sözlerle anlatıyor Güzin Alpaslan. Fatih halkının tercihiyle, Fatih Belediyesi İBB Meclis Üyesi seçilmesi bütün suçu. “Kent uzlaşısı” na teşebbüs etmek diye geçiyor savcılığın kayıtlarında; “kent uzlaşısı” na tam teşebbüsten basılıyor evi Güzin Alpaslan’ın ve bundan dolayıdır ki 189 gündür tutuklu...

Bakırköy Kadın Cezaevi’nin kapalı görüş odalarının birinde bir çocuğun yürek fısıltısı çarpıyor cama:

“ich liebe dich babaanne.”

Aynı anda, başka bir kentin kapalı odalarında “barış görüşmeleri” sürüyor.

Oysa kirlenmemiş kelimeler kalmalı düşlerimizden bize.

Sahi, bir çocuğun masumiyetini kalın bir camın soğukluğuna mahkûm eden zalimlikten barış çıkar mı?

Hukuku, kör kuyulara atanların eliyle gelen “adalet” hangi ömrün yarasına merhem olabilir?

Bir kez daha yalan kelimeler düşüyor saflığımıza.

Bakırköy zindanlarında küçük yanaklar bir kez daha cama dokunuyor, diğer tarafta bir kadının usuldan öpüşleri. Bir hayal geçiyor ömrümüzden, bir düş daha eksiliyor. Bir kadının cama değerken yanakları, küçük bir çocuğun masumluğu dokunuyor kalbimize:

“ich liebe dich babaanne”


15 Ağustos 2025 Cuma

Silahlara veda (3): Tarihin sığınak kapısı-Casene Mağarası

Yusuf Nazım
15 Ağustos 2025

28 Mart 1923, Casene, Süleymaniye

Zaman, avuçlarındaki paslı manivelanın ucunda, asılı durmuş gibidir. Mağaranın nemli duvarları arasında kendine yer bulmuş, üzerinde ustasının çekiç izlerini taşıyan dövme demirden yapılı gövde, adamın ayak hareketleriyle ileri geri sallanıp durmaktadır.
Baskı plakası olanca ağırlığıyla aşağı iniyor; hareket eden frisket çerçevesi, hafif bir hışırtı, platen’in sesi; ağır ağır dönen merdane. Siyah mürekkep, diskin üzerine barut üfler gibi püskürürken, kurşun harfler birer mermi gibi inmekte, altındaki kâğıda arsız kelimeler mühürlemektedir.

Ahmet Hewîca, merdaneden çıkan ilk sayfayı heyecanla eline alır, sayfanın başlığına dikkatlice göz gezdirir:

“Bangi Haq” diye mırıldanır, parmaklarını bu iki sihirli kelimenin üzerinde şefkatle dolaştırır.

“İşte bu!” der, “Hakikatin Sesi

Kayaların kalbindeki matbaa

Irak'ın Süleymaniye kentinin kuzeydoğusunda, 1.660 metre rakımlı tepe. Etrafı sarp kayalıklarla çevrili bu tepenin 775 metre altında bir mağara. Girişi üçgen biçiminde, içi iki bölmeli, toplam uzunluğu yaklaşık 40 metre, genişliği 9 metre, tabanı ise 7 metre yüksekliğinde. Ön ve arkada birbirine bağlanan iki oda şeklinde bir açıklık vardır.
Burada, bundan tam 102 yıl önce, “mağara içi basım tesisi” sayılabilecek küçük el tipi matbaada basılan, Kürt ulusal hareketinin ilk devrimci gazetesidir.

Kürtçe ilk yeraltı basını sayılan “Bangi Haq’ın” editörlüğünü Ahmet Hewîca (Ahmad Khwaja) üstlenmiştir.

“Bangi Haq”, Kürt devrim hareketinden yana, bağımsızlık için ideolojik olarak silahlı direnişi savunan bir gazetedir.

Geçit vermez sarp kayalıkların arasında, gözlerden ırak mağara içindeki bu küçük matbaa, modern Kürt özgürlük mücadelesinin yayınevi işlevini görecektir.
Tarihin dip akıntısından beslenerek bir hakikat çağrısı olarak yayın hayatına başlayan bu yeraltı basının hikâyesi, Osmanlı sonrasında İngilizlerin, Kürdistan bölgesindeki sömürgeci emelleriyle başlar.

İngilizlerin bölgede kurduğu kukla rejimle birlikte, Kürtlere verilen özerklik sözünün tutulmaması üzerine Şeyh Mahmud Berzenci liderliğinde Bağımsız Kürdistan Krallığı ilan edilir. Kürtçe dilinde gazeteler çıkarılır, bayrak bastırılır, vali atamaları yapılır. İngiltere, hem Musul petrolleri üzerindeki denetimlerine hem de sömürgeci otoritesine bir tehdit olarak gördüğü bu hareketi bastırmaya karar verir.

Ortada, oturur vaziyette siyah kaftanlı
Şeyh Mahmud Berzenci, savaşçılarıyla birlikte
 
Şubat 1923’te, İngiliz uçakları Süleymaniye şehrini bombalar. Camiler, evler, pazar yerleri hedef alınır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar panik içinde kenti terk ederler. Bu, Orta Doğu tarihindeki sivil yerleşimlere karşı ilk hava saldırılarından biri olarak kayıtlara geçer.

Baskılar karşısında birçok yerel ileri gelen teslimiyet önerirken Şeyh Mahmud, silahları bırakıp teslim olmayı reddeder. O, ölüm ya da teslimiyete karşı halkı direnmek üzere dağlara çağırır. Mahmud’un, direnişin karargâhı olarak belirlediği yer ise 1.660 rakımlı tepenin altındaki Casene Mağarası’dır.

1930’lar sonrası Baas rejimi döneminde de Peşmerge için yeraltı direniş sığınağı olarak kullanılan mağara, böylece modern Kürt özgürlük hareketinin sömürgeciliğe karşı silahlı mücadeleye başladığı sembolik bir yer olarak tarihe geçmiştir.

Tarihin aynasında Casane’nin çığlığı


11 Temmuz 2025, Irak, Süleymaniye, Dukan ilçesi, aynı mağara

102 yıl önce, Kürt devrim hareketini savunmak üzere, bağımsızlık ve direnişi yanlısı “Bangi Haq” gazetesinin basıldığı mağara turizme açılmıştır. Önceden silahlı peşmergelerin sekerek mağaraya girdiği keçi yolu yerine taş basamaklardan oluşan bir merdiven yapılmıştır. Mağaranın önüne kadar gelen ve burada iyice genişleyen yol, tören yapılacak bir meydan olarak düzenlenmiş, oturma yerleri hazırlanmış, orta yere dev bir metal kazan yerleştirilmiştir.

Casane Mağarası düzenleme çalışmalarından
Zaman birçok şeyi silip süpürse de, insan aklının gezegene zerk ettiği kötülük devam etmektedir. Hükmedenle direnen, bastıranla itiraz eden, ezenle ezilen arasındaki mücadele azalıp çoğalarak, hız kesip şiddetlenerek, biter gibi olup yeniden başlayarak süregitmektedir.

1984 yılında, Bağımsız ve Birleşik Kürdistan hedefiyle silahlı mücadeleye başlayan PKK örgütü, devletle girdiği 41 yıllık savaşı sona erdirmeye karar vermiştir. Bunun için Casene Mağarası’nın önünde simgesel bir tören yapılacaktır.

Saatler 11.30’u gösterdiğinde mağara girişindeki merdivenlerden ellerinde silahlarıyla sıra halinde militanlar gözükür. Yüzlerinde tarihsel bir hüznün çizgileri, sanki Avaşin’den, Dorşin’den, Deşta Farqini’den, Çiyaye Reş’ten çıkmış geliyor gibidirler. Kararlı adımlarla yürüdükleri meydanın ortasında, silahlarını dev kazanın içine atıp tutuşturduktan sonra manifestolarını bırakarak çekip giderler...

“Bangi Haq”, Kürt devrim hareketini savunan, bağımsızlık ve direnişi yanlısı bir gazeteydi. Onun ilk sayısının yayımlandığı Casene Mağarası, Güneyli Kürtler için tarihsel anlamda bağımsızlık ve direnişin sembolü olmuştu.

Tarih, kimi zaman hikâyesini garip cilvelerle anlatırdı bize. 102 yıl önce Güneyli Kürtler için bağımsızlık ve direniş ateşinin yakıldığı Casene, 102 yıl sonra Kuzeyli Kürtler için silahların bırakılarak aynı taleplerden vazgeçildiği sembolik bir yere dönüşür.

Hemingway’in Silahlara Veda’sı

Ernest Hemingway’in Silahlara Veda (A Farewell to Arms) adlı romanı, Birinci Dünya Savaşı’nın kaotik ortamında geçen, hem savaşın anlamsızlığını hem de bireyin içsel trajedisini konu edinen derinlikli bir eser.

Hemingway’in romanında “silahlar” savaşı ve militarizmi; yıkımı, şiddeti ve ulusal çılgınlığı simgeler.

Savaşın ilk başlarında Frederic Henry, tarafsız görünse de zamanla savaşın saçmalığına, emir-komuta zincirindeki adaletsizliklere ve insanların ölümüne tanık olur ve savaştan içsel bir kopuş yaşar. Özellikle Caporetto bozgununda kendi ordusu tarafından yargısız infaza uğramaktan kıl payı kurtulması, onu bu “silahlı delilikten” soğutur.

Sonunda Frederic, orduyu terk eder. Bu, fiziksel bir firar değil, aynı zamanda ruhsal bir “silahlara veda”dır.

Frederic’in, savaşın anlamsızlığına karşı tek sığınağı aşktır. Bu, adeta “silahlara veda, aşka merhaba” demektir. Catherine ile birlikte dağlara, İsviçre’ye kaçışları, hem savaştan hem geçmişlerinden hem de insanlıktan uzak bir cennet arayışıdır.
Kendi modern çağımıza dönersek…

1945’te Yunanistan’da partizanlar, gönülsüzce silah bırakırken, çok değil bir yıl sonra yeniden silaha sarılmak zorunda kalıp, 4 yıl sürecek yeni bir iç savaşta dramatik bir yenilgiye uğrayacaklarını öngörebilmişler miydi?

Ya da, tarihin sığınak kapısından ağır adımlarla çıkıp, bir çağdan başka bir çağa süzülür gibi geldikleri bir meydanda, trajik bir törenle silahlarını yakan bu insanlar, içine süzüldükleri bu yeni çağda, hayallerinde besledikleri cenneti bulabilecekler midir?
Peki ya silahlar? Veda edilen o silahlara ne olacak? Dünyanın ötekileri, bir zamanlar çeşitli sebeplerle sarıldıkları o silahları yakarken, dünyanın egemenleri, ürettikleri bunca silahı ne yapacaklar?

İster insanın kellesini bir saniye içinde koparıp atan bir ortaçağ giyotini olsun, ister göz açıp kapatıncaya dek kafatasını paramparça eden ateşli bir silah, isterse de dakikada 1 milyon 620 bin mermi kusan Metal Fırtınası adı verilen otomatik tüfek… Veyahut binaları kökünden söküp atan, insanları onar onar, yüzer yüzer, biner biner, on biner on biner topluca imha eden diğer ölüm silahları olsun.

Ya bunlar? Bu silahları üretenler? Ürettikleri korkunç ölüm silahlarıyla kendilerine şaşaalı bir gelecek yaratmak uğruna yeryüzünü cehenneme çevirenler? Onlar da silahlara veda edecek mi?

Yoksa ölüm kusan silahlarını Irak’a, Libya’ya, Ukrayna’ya, Suriye’ye veya başka bir yeryüzü parçasına; örneğin Filistin’e ve Gazze’ye taşımaya devam mı edecekler?

Barış üzerimize olsun.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/silahlara-veda-3-tarihin-siginak-kapisi-casene-magarasi,51155

14 Ağustos 2025 Perşembe

Silahlara veda (2) : Rigas Feraios Meydanı’nda iki baş

Yusuf Nazım
T24 | 14 Ağustos 2025

12 Şubat 1945, Pazartesi – Andreas Syngrou Konağı, Atina

Vasilissis Sofias Caddesi, 5 numaradaki üçgen alınlıklı, iki katlı saray tarihi bir güne hazırlanır gibidir. Binanın, İon başlıklı sütunlardan oluşan sundurmasından salona düşen ışık, yuvarlak masanın cilalı yüzeyinden yansıyarak içeriyi parlak bir göz alıcılıkla aydınlatmaktadır. Kimi paltolu, kravatlı, tıraşlı sivil görünümlü insanlar; kimi çizmeli, bereli, askerî üniformaları içinde subaylar, bir masanın etrafında toplanmışlardır. Sırasıyla, önlerine konulan antlaşma sayfalarını tek tek imzalamakla meşguldürler.

Güneş, bir bulutun arkasında kaybolduğunda, masanın üzerinden yansıyan parlak ışıktan eser kalmaz; salonun içini huzursuz bir karanlık doldurur. Masadakiler ayağa kalkar, birbirleriyle el sıkışırlar.

İmzalanan antlaşma, İngilizlerin yönlendirmesiyle, birtakım taahhütler karşılığında Komünist Parti’nin siyasi ve askerî liderlerinin de onayladığı Varkiza Anlaşması’dır. Yunan Halk Kurtuluş Ordusu ELAS’ın silahlarını teslim ederek tamamen terhis edilmesini de içeren anlaşmanın imzalandığı andır. Görüşmeler 2 Şubat 1945’te, saat 23.00’te, sanayici Petros Kanellopoulos’un Varkiza plajının 2 km kuzeyindeki Vlachika, Vari’deki malikanesinde başlar ve 11 Şubat’ta son şekli verilir. İmza töreni ise bir gün sonra, bugünkü Atina’nın ünlü Sintagma Meydanı’nın kuzeydoğu ucunda, Dışişleri Bakanlığı olarak kullanılan Andreas Syngrou Konağı’nda yapılır.

Anlaşmanın, ülkenin özgürlük ve direniş mücadelesinde tarihsel bir kırılma yaratarak gelecek kuşaklara ağır bir travma bırakacağı, parti liderleri arasında, Komutan Aris ve birkaç yoldaşından başka kimse tarafından öngörülemeyecektir.

Barışın kısa ömrü

Varkiza Anlaşması. Yunan Hükümeti
Basın ve Enformasyon Müdürlüğü'nün
resmi yayını. Atina, Şubat 1945
İşgal sonrası ülkede İngiliz ajanları cirit atmaktadır. Aris’in İngiltere karşıtı fikir ve tutumları, Winston Churchill’i de rahatsız etmekte gecikmez. 18 Kasım 1944’te, Velouchiotis’e karşı sert önlemler alınması çağrısında bulunur. Sonraki aylarda Yunanistan Komünist Partisi ve ELAS (Yunan Halk Kurtuluş Ordusu) birlikleri ile İngiliz ve Yunan hükümet güçleri arasında Atina ve bir dizi şehirde çatışmalar yaşanır. Çatışmalar 33 gün sürer ve 11 bin kişi hayatını kaybeder.

12 Şubat 1945’te imzalanan Varkiza Antlaşması, Yunanistan’da Alman işgali sırasında direnişin belkemiğini oluşturan EAM/ELAS ile Yunan hükümeti arasında, İngilizlerin gözetiminde gerçekleşir.

Varkiza Antlaşması, kâğıt üzerinde barışı vaat eden ama sahada yeni bir savaşın habercisi olan bir dönüm noktasıdır. ELAS, işgal yıllarında dağlarda topladığı silahları teslim ettiğinde sadece askerî gücünü değil, aynı zamanda siyasî caydırıcılığını da yitirir. Anlaşmanın imzalandığı andan itibaren, sağcı paramiliter gruplar ve devletin güvenlik aygıtı, “beyaz terör” olarak adlandırılan şiddet dalgasını başlatır; af hükümlerini fiilen hiçe sayarak eski direnişçileri hedef alırlar.

Komünist Parti (KKE) ve EAM, antlaşma sonrasında “yasal siyaset” alanında kalmayı hedeflese de hükümetin güvenlik ve idari kadrolarını paylaşma vaadi hayata geçirilmez. Af yasasının keyfî uygulanması, sol kökenli belediye başkanlarının görevden alınması, solun siyasî varlığını hızla daraltır. Bu süreç, antlaşmanın öngördüğü demokratikleşme vaadini de boşa çıkarır. İngiliz destekli hükümetin bu fırsatı kullanarak devlet aygıtını tek taraflı güçlendirmesi, savaş yorgunu Yunanistan’ı hızla yeni bir iç savaşa sürükleyecektir.

Aris’in mektubu ve dağlara dönüş

Aris Velouchiotis, Komünist Parti üyelerinden ve ELAS gerillalarından kimsenin ikna olmadığı anlaşmaya karşı, Komünist Parti’nin Merkez Komitesi üyelerine bir mektup gönderir. Anlaşmanın içerdiği tuzaklara işaret eder, tehlikesini anlatır, kararın bir kez daha gözden geçirilmesini ister. Görüşleri hiçbir şekilde dikkate alınmayınca partiyle çatışmaya girer ve anlaşmanın bir ihanet olduğunu söyleyerek yeniden dağlara dönmeye karar verir.

Komutan Aris, parti disiplinine uymadığı gerekçesiyle Komünist Parti’den ihraç edilir. Bundan sonra savaş, Komutan Aris liderliğinde yeni kurulan Ulusal Bağımsızlık Cephesi ile İngilizler, Yunan hükümeti ve kırsaldaki sağcı paramiliter güçler arasında devam edecektir. Bu, aynı zamanda ELAS’ın silahlara veda ettiği Varkiza Antlaşması sonrası Yunanistan Krallığı hükümetine karşı başlayacak ayaklanmanın da kıvılcımını ateşleyecektir. Bir tarafta İngiltere ve ABD destekli krallık güçleriyle, 1949’a dek sürecek iç savaş, komünistlerin yenilgisiyle sonuçlanacaktır.

Ege’nin iki yakasını birleştiren iki hikâye

1945 baharında dağlara çekilen Komutan Aris’e gelince…

Egemenler ile yeryüzünün ötekileri arasında süregelen mücadelenin tarihi, aynı zamanda biat etmeyip yaşadıkları dünyadan daha çok nefes almak için direnenlerin, boyun eğmeyip otoriteye başkaldıranların acımasızca cezalandırılması tarihidir.

1400’lerin başında, Ege’nin doğu kıyısındaki Karaburun Yarımadası; adalet, hak ve eşitlik arayan ötekilerin büyük bir isyanına tanıklık etmiştir. Şeyh Bedrettin’in düşüncelerinden esinlenen Börklüce Mustafa önderliğinde Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin adalet, eşitlik ve ortak mülkiyet esasına dayalı bir yaşam kurma amacıyla giriştikleri bir ayaklanmadır bu. Osmanlı güçleri isyanı kanlı biçimde bastırmış, yakalanan Börklüce Mustafa, halkı sindirmek ve gözdağı vermek amacıyla çarmıha gerilerek cansız bedeni çift hörgüçlü bir devenin sırtında günlerce dolaştırılmıştır.

Faggos Vadisi’nde son nefes

Altı yüz yıl sonra Ege’nin batı yakasında da tarih benzer şekilde akacaktır. Tam bağımsız bir ülke, adalet ve eşitlik peşinde savaşırken düşmana değil de dağlara sığınmayı tercih eden Komutan Aris ve birliği, Arta ilindeki Mesounda’daki Faggos Vadisi’nde sıkıştırılır. Çatışmalar sonrası vadi yamaçlarına çekilen gerilla birliği, verdiği mola sırasında Aris önce tabancasıyla intihar eder; ardından koruması Tzavelas da Aris’e sarılarak el bombasıyla kendini patlatır.

16 Haziran’da, Voidaros Ulusal Muhafız Taburu iki cesedi bulduğunda başlarını keser ve Myrofyllo köyü sakinlerine, sonra da Trikala’ya götürüp ibret olsun diye sergilerler. Ötekilerin, eşitlik ve özgürlük isteyerek egemen güce karşı direnmesi affedilmez bir suçtur. Son olarak Aris ve Tzavelas’ın kesik başlarını, Rigas Feraios Meydanı’ndaki bir lamba direğine asarlar.

Rigas Feraios Meydanı’nın adını duyunca bir an durmak gerekir. Bu adı biraz kazıdığınızda, tarihin acı ve ironik bir cilvesi karşılar bizi. Çok değil, bir yıl önce, 1944’te Alman işgaline karşı direnen gençlerin Naziler tarafından ibret olsun diye asıldığı yerdir burası. Böylece faşizm, Alman maskesiyle direnenlerden aldığı intikamını, işgal yenilgisinden bir yıl sonra, üstelik Nazi zulmünün simgesi olmuş bir meydanda, bu sefer Yunan maskesiyle bir kez daha almış olur. Geride, dişleri kötücül bir nefretle bilenmiş egemenlerin, yeryüzünde bir nefes daha fazla alabilmek uğruna direnenlere karşı acımasız zulmünden, trajik bir hikâye daha kalır.

Gelecek yazı: Silahlara Veda (3) : Tarihin Sığınak Kapısı – Casene Mağarası

Not: Yunan Komünist Partisi (KKE), Aris Velouchiotis’in itibarını ilk kez 1962’de yarı resmî olarak iade etmeye karar verir. 16 Temmuz 2011’de yapılan Panhelenik Konferans’ta ise Velouchiotis’in, Varkiza Anlaşması’na ilişkin değerlendirmesinde haklı olduğu kabul edilir. Resmî kabul töreni, Velouchiotis’in Alman işgalinin sona ermesi üzerine ünlü balkon konuşmasını yaptığı Lamia’da, 9 Ekim 2011’de gerçekleşir.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/silahlara-veda-1-savasla-baris-arasinda-puslu-yol,51124

13 Ağustos 2025 Çarşamba

Silahlara veda (1): Savaşla barış arasında puslu yol

Yusuf Nazım
T24 | 13 Ağustos 2025

Paltolu, kalpaklı, bereli adamlar — kalabalık bir grup — yere serilmiş çadır bezinin önünde toplanmışlar.

Ellerinde silah, bellerinde fişeklik, omuzlarında tüfekleri, yüzlerinde tarihsel bir kırılma anının ağır, hüzün dolu izleri. Hepsi gergin, hepsinin suratları asık, hepsi dokunsan ağlayacak gibiler.

Çadır bezin başındaki adam işaretini verir. İçlerinden biri, isteksiz adımlarla ilerler, silahını bezin üzerine sertçe bırakır, çekip gider. Arkasından başka biri daha adımlarını sürüyerek gelir, silahını düşmanının yüzüne çarpar gibi yerdeki diğer silahın yanına fırlatır! Sonra birer birer gelmeye devam ederler. Yakın tarihin hafızasını yontarak ilerlemiş, hoyrat bir zamana sıkışmış, gönülsüz bir ordunun gölgeleri gibidirler. Kimi okşayarak saygıyla koyar yere, kimi küfredercesine öfkeli, kimi canını bırakır gibi terk eder silahını.

Yüzler gergin, yüzler somurtkan, yüzler ağlamaklı. Hayır, hayır, ağlamaklı değil, ağlıyorlar! Sakallı, bereli, silahlı koca koca adamlar ağlaşıyorlar. Kimi cebinden çıkardığı bir tomar bez parçasıyla siliyor, kimi elinin tersiyle kuruluyor gözlerini, kimiyse iri, kaba cüssesiyle sarsılıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyor…

Suskun Silahların Hikâyesi

ELAS'ın silah bırakma anı, Şubat 1945

Olay 1945 yılı Şubat’ında Yunanistan’da geçmektedir. Ülkenin Alman işgalinden kurtarılmasındaki temel güç olan, Yunan tarihinin en büyük gerilla ordusu ELAS (Yunan Halk Kurtuluş Ordusu) partizanları, Ulusal Birlik Hükümeti’yle yapılan anlaşma gereği silahlarını bırakmaktadırlar. Hikâyedeki silah bırakma seremonisi, ELAS gerillalarının silahlarını bıraktığı 36 merkezden birinde geçmektedir. Anlaşmanın uygulanması, İngiliz tuğgeneral önderliğinde Trikala’ya giden özel bir İngiliz heyeti tarafından izlenir. Aralarında çeşitli tipte top, tüfek, makineli tüfek, tabanca ve havan topu olmak üzere 51.873 adet silah Ulusal Muhafızlar ile İngilizlere teslim edilirken, daimi ve yedek ELAS gerillalarının tamamı terhis edilir; köylerine, kasabalarına gönderilir. Silah teslim etme işlemi 16 günde tamamlanır.

Yunanistan’ın işgal, direniş ve bağımsızlık tarihinde derin izler bırakan ELAS’ın ilginç, ilginç olduğu kadar da dramatik bir hikâyesi vardır.

Thanasis Klaras’tan Aris Velouchiotis’e

Varlığını büyük ölçüde, Orta Batı Yunanistan’da, Oiti Dağları eteklerindeki Lamia kasabasından çıkıp genç yaşta komünist fikirlerle tanışan Thanasis Klaras’a borçludur.

Klaras, II. Dünya Savaşı’nda İtalyanlara karşı Yunanistan ordusu saflarında çarpışır. Burada kararlılığı, cesareti ve disipliniyle öne çıkar. Nisan 1941’de Alman işgaliyle cephe çöktüğünde Atina’ya döner. Yunan Ordusu terhis edilmiş, silahlar teslim edilmektedir. Bazı arkadaşlarıyla birlikte silahları teslim etmeyi kabul etmeyen Klaras, bir süre sonra kendini, Yunanistan Komünist Partisi (KKE) saflarında Alman işgaline karşı savaşırken bulur.

KKE, Alman işgaline karşı topyekûn bir gerilla savaşı kararı alınca, Klaras Rumeli’de bir gerilla grubu örgütlemekle görevlendirilir. Savaş Tanrısı Ares ile bulunduğu dağın adı olan Velouchiotis’ten oluşan takma adını burada alır. 16 Şubat 1942’de, Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (EAM) askeri kanadı olarak Yunan Halk Kurtuluş Ordusu (ELAS) kurulur.

Köklerinden Büyüyen Direniş

Dmitri Kessel'in 1944 tarihli Ellada
tablosundan Hotel Grande Bretagne'nin
 balkonundaki Ares Velouchiotis
Aris Velouchiotis’in askeri liderliğinde 15 kişiyle başlayan partizan grubu önce yüze, sonra binlere ulaşır. 1943 yazında yaklaşık 10.000 kişiden oluşan ELAS’ın gerilla kuvvetleri, Eylül 1944’te 49.000 kişiye, bir yıl sonra ise 100.000’e kadar ulaşan silahlı direnişçi ile 2 milyon civarında destekçiye dek büyür. ELAS, artık Alman işgalinin önündeki en büyük direniş gücü haline gelmiştir. Öyle ki, II. Dünya Savaşı’nın en büyük sabotaj eylemlerinden biri olan Gorgopotamos Köprüsü ve Phthiotis Demiryolu Tüneli’nin havaya uçurulması, Teselya Ovası Operasyonları ve Alman general ile subaylarına yönelik suikastların hepsi ELAS’ın liderliğinde gerçekleşir. ELAS’ın Alman işgalcilerine karşı eylemleri öylesine etkilidir ki, işgal kuvvetleri öldürülen her Alman’a karşılık 50 sivil Yunanlıyı idam etme kararı alır.

Eylül 1944’te II. Dünya Savaşı’nın sonu yaklaşmaktadır. Almanların son savaş kalesi olan Mora Yarımadası’nda ELAS birlikleri, şiddetli çatışmaların ardından Almanları yenilgiye uğratır. Bu arada İngiltere, savaş sonrası ülkeye monarşiyi yeniden getirme planları yapmaktadır. Bunun en kolay yolu ise sürgündeki Ulusal Birlik Hükümeti’ni öne çıkarmaktır. Komutan Aris henüz Mora’dayken, Komünist Parti’nin de onayladığı, ELAS’ın Attika ve Selanik’ten çekilmesini içeren Lübnan ve Caserta Anlaşmaları imzalanmıştır bile. Üstelik Lübnan Anlaşması’yla, kurulan Ulusal Birlik Hükümeti’nde, ELAS dâhil olmak üzere Yunanistan’daki bütün silahlı kuvvetler, İngiliz General Scobie komutasına verilir. Komünist Parti (KKE), Ulusal Birlik Hükümeti’ndeki İngiliz etkisine iyimser bakmaktadır.

Oysa Komutan Aris, Komünist Parti ile aynı fikirde değildir; o, “kurtuluş hareketinin eli kolu bağlı bir şekilde İngilizlere teslim edildiğini” düşünmekte ve İngilizlerle savaşın yakın olduğuna inanmaktadır.

Tarihin Kıyısında Bir Konuşma

ELAS gerillaları, Almanların en son çekildiği kent olan Lamia’ya zaferle girer. Aris Velouchiotis, kendi doğduğu bu kentte, halka ve ELAS birliklerine seslenen ünlü konuşmasını yapacaktır. Bir balkondan yaptığı konuşma, entelektüel Marksist tarih anlatısıyla ulusal bağımsızlık ve direniş mücadelesinin yolu; ülkenin geçmişi ve geleceğine ilişkin derinlikli bilgiler içerir.

Komutan Aris bu konuşmasını yaparken ülke, savaşla barış arasında puslu bir yola girmiş ve tarih, kendine bambaşka sayfalar açmak üzere baş döndürücü hızla akmaktadır.

Gelecek yazı: Silahlara Veda-2: Rigas Feraios Meydanı’nda İki Baş

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/silahlara-veda-1-savasla-baris-arasinda-puslu-yol,51124


24 Temmuz 2025 Perşembe

Doğum günü balığı

Yusuf Nazım
T24 | 24 Temmuz 2025
 

Güle güle Emine Anne

21 Mart 1995, Avcılar, İstanbul

Beş katlı apartmanın, en üst katındaki evde hummalı bir hazırlık sürmektedir.
Telefon çalar. Arayan Hasan Ocak'tır. Ablası Aysel'in doğum gününde ailecek yenecek doğum günü için balık alacağını, bizzat pişireceğini söyler.
Masa donatılır. Hazırlıklar tamamdır. Herkes bilir, konu balık olunca, Hasan pişirme işini kimseye bırakmaz. Kızartma için tavaya yağ bile konulur. Zilin çalması, sevecen gülüşüyle Hasan’ın kapıda görünmesi beklenir…
O akşam, beşinci kattaki evin zili çalmayacak, o kapı bir daha açılmayacaktır! Gülen gözleriyle Hasan içeri girmeyecek, gülüşleri gülistan “ben geldim ahali” demeyecek, ailecek planlanan doğum günü balığı hiç yenmeyecektir!

*  *  *

Dokuz gün öncesi.

12 Mart 1995, Gazi Mahallesi, İstanbul.
Mart’ın soğuğunda, akşamüzeri kahvehaneler doludur. Bir taksi silahlı kişilerce kaçırılır, sürücüsü öldürülerek aracın bagajına konur. Ardından, Fevzi Çakmak Paşa Caddesi üzerinde Alevilere ait bir işyeri ve üç kahvehane aynı araçtaki kişilerce otomatik silahlarla taranır. Bir kişi ölür, beşi ağır, yirmi beş kişi yaralanır. Sonrasında çıkan ve İstanbul’un başka semtlerine de yayılan olaylarda toplam 22 kişi katledilir.
Yıllar sonra ortaya çıkacak belgelerde katliamda devletin parmağının olduğu anlaşılacaktır. Adları birçok faili meçhul cinayete karışan özel tim görevlilerinin kalabalığa ateş ederken ki fotoğrafları çarşaf çarşaf yayınlanır.
 

Beykoz Ormanları'nın Kimsesizler Mezarlığı’nda zuhur eden hakikat

Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanında
Emine Ocak.

Adı ilk kez o günlerde duyulacaktır. Ablası Aysel’in doğum günü balığına gelemeyen Hasan Ocak'ın annesidir o.
Anne Ocak, o akşam eve gelmeyen oğlu için çalmadık kapı bırakmaz. Yaptıkları araştırmalar, Hasan Ocak'ın, Gazi Olaylarının ardından gözaltına alınanlar arasında olduğunu ortaya çıkarır. Ne var ki, yapılan bütün başvurularda devlet Hasan Ocak’ın kendilerinde olmadığını söyler.

Ama o bir annedir. Peşini bırakmaz, devletin kapısını inatla çalmaya, hakikati aramaya devam eder.
Bu uğurda birçok kez dövülür, gözaltına alınır, hapse atılır...
Emine Anne'nin ısrarlı arayışları nihayet sonuç verir. Onun aradığı hakikat, Beykoz Ormanları'nın Kimsesizler Mezarlığı'ndadır. En son, İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’nde görülen otuz yaşındaki Hasan Ocak'ın işkence edilerek öldürülmüş cesedinde zuhur etmiştir hakikat.
Yapılan yasal başvurulardan sonuç alınamayınca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvurulur. AİHM, T.C devletini suçlu bulur, devleti tazminat ödemeye mahkûm eder.
Hasan'ın telle boğularak öldürülmüş, tanınmasın diye yüzü parçalanmış, işkence edilmiş cesedi o günden sonra diğer hakikat arayışlarının da bir başlangıcı olacaktır.

Üzerlerine ölümden, kederden, acıdan elbiseler giyinmişler

Emine Anne’nin, hakikatin peşindeki ısrarlı yürüyüşü, diğer kayıp yakınlarına örnek olmakta gecikmez. Ülkenin karanlık tarihinde kendisinden haber alınamayan, çoğu devlet tarafından gözaltında kaybedilmiş, faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş olanların, başta anneleri olmak üzere yakınları kayıpları için bir araya gelirler.

Bu arayışlar sonunda, yine gözaltında kaybedilen Rıdvan Karakoç’un cansız bedeninin bulunmasının ardından, 27 Mayıs 1995'te kayıp anneleri Galatasaray'da her cumartesi saat 12.00'de ellerinde karanfillerle sessizce oturma eylemine başlarlar.
Dünyanın bu en masum, en barışçıl, en insancıl buluşması birilerini rahatsız etmekte gecikmeyecektir. Devlet, durumdan hoşnut olmamıştır. Cumartesi günleri sessiz oturma eyleminde bulunan Cumartesi Aanneleri’ne olmadık baskılar yapılır.
Kâh dayak atılır, kâh yerlerde sürüklenir; kâh gözaltına alınır, hapse atılırlar. Başlarının yarıldığı, saçlarının kan revan içinde kaldığı; kolları, bacakları kırıldığı da olur, kalçaların da köpeklerin diş izleri kaldığı da. Kimi zaman Galatasaray Meydanı'nda oturmaları yasaklanır. Gittikleri her sokakta, oturdukları her noktada devlet, Cumartesi Anneleri’ne biber gazı ve plastik mermiyle saldırır.
Ama yılmazlar! Çünkü anadırlar ve kayıp evlatlarını aramaktadırlar. Adları Cumartesi Anneleri’ne çıkmıştır. Üzerlerine ölümden, kederden, acıdan elbiseler giyinmiş, gözleri Anadolu, gövdeleri Mezopotamya gibidirler. Her biri sessiz direnişin çığlığı, cesaretin ve korku bilmezliğin abidesi olurlar. Berfo Anne olurlar, Güzel Anne olurlar, Asiye Anne olurlar; adları birer hakikat arayışçısı olarak kalplere yazılır; Sebahat Anne olurlar, Hanife Anne olurlar, Emine Anne olurlar...
Kimi zaman hakikat arayışlarının sonuç verdiği olur. Hakikat bazen ıssız bir ormanda, bir ağacın dibine gömülmüş olarak; bazen bir çukurda, üzerine taşlar bırakılmış halde; kimi zaman da bir asit kuyusunda son zerresine kadar yakılmış, taşa toprağa karışmış durumda karşılarına çıkar.

Adaletin, hakikatin ve iyiliğin arayışçıları

Güle güle Emine Anne,
güle güle iyiliğin, cesaretin, hakikatin abidesi
23 Temmuz 2025, İstanbul.

Bir süredir yoğun bakımda olan Emine Anne'yi 89 yaşında kaybettik. Ömrünün 30 yılını devletin karanlık, kirli labirentlerinde hakikat arayışına adamış Emine Ocak'ı diğer annelerin yanına uğurluyoruz.
Onların hakikati arayış yolundaki yolculukları bütün gezegeni dolaştı. Dünyanın bütün ülkeleri, ileri gelenleri, insan hakları kurumları ve sıradan bireyleri tarafından duyuldu. Sadece Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından duyulmadı.
Bugünkü AKP iktidarı, devletin devamlılığı esasına bağlı olarak, faili meçhul cinayetlerin mirasını devralmış durumda, kayıp yakınlarının sesini kısmaya devam ediyor. 2018 yılından beri Galatasaray Meydanı Cumartesi Anneleri’ne yasak! Üstelik Anayasa Mahkemesi'nin aksine kararları hiçe sayılarak.

Cumartesi Anneleri ise kendilerine yasaklanan meydanın dışında buldukları her sokakta, her taş kaldırımda, her noktada cumartesi günleri saat 12.00'de toplanmaya devam ediyorlar. Annelerin çoğu bu meşakkatli yolda hayatlarını kaybetti. Gidenlerin nöbetini çocukları, onların yerini ise torunları devraldı.

Gidenlerin adları insanlık tarihinde cesaret ve iyilikle, adalet ve hakikat arayışıyla, onur ve gururla anılacaklar.

Çoğu, emir komuta ile gelmiş sinsi kötülüklerin müsebbibi olanlar; analara, iki küçük kemikten ibaret bir mezarı bile çok görenler; bütün bu zalimliklere ortak olanlara gelince... Onlar, insanlık tarihinin kirli sayfalarında çürümüş bir düzenin lekeleri olarak kalacaklar. Ve çocuklarına bırakacakları hiçbir miras, bu lekeleri örtmeye yetmeyecek.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/dogum-gunu-baligi,50852

18 Temmuz 2025 Cuma

Ayağa kalkın efendiler!

Yusuf Nazım
T24 | 16 Temmuz 2025

26 Haziran 1970, Grands Boulevards bölgesi, Paris

Altmışlı yaşlardaki adam, yanında bir kadınla beraber seri hareketlerle caddeyi adımlamaktadır. Kalın, plastik gözlükleri ardındaki bakışları kararlı, yürüyüşü cesurcadır. Sağ eli aralıklarla diğer kolunda taşıdığı La Cause du Peuple gazete tomarına gitmekte, aldığı gazeteleri birer birer çevreden geçenlere uzatmaktadır. Etraflarında, onlara eşlik eden orta yaşlı-genç heyecanlı bir kalabalık vardır. Alınlarında taşıdıkları gurur çizgileriyle sokaklara umut olma heveslisi bu insanlar, ellerindeki gazeteleri caddeden gelip geçenlere dağıtırken havada özgürlük, dayanışma, itiraz fısıltıları dolaşmaktadır:
 

“düşünce özgürlüğü için…”

“halkın davasını savunalım…”

“keyfi tutuklamalara karşı…”

 

O yıllarda Paris’in, sokaklarında özgürlük fısıltılarına tahammülü yoktur. “Özgür Fransa” nın kolluk kuvvetleri fazla gecikmez. Paris polisi etraflarını sarar, gizleyemedikleri kolonyal bir kibirle 65 yaşındaki adamı, yanındaki kadınla birlikte nazikçe derdest ederek zırhlı bir araca bindirirler. Paris’in göbeğinde, fikir özgürlüğünü hiçe sayıp dağıtımını engellemek istedikleri Halkın Davası adlı gazete, gözaltına aldıkları ise Fransa’nın ta kendisidir.

"Sartre, c'est aussi la France."

Gerçekte gözaltına alınan Fransız yazar-filozof Jean-Paul Sartre’dan başkası değildir. Yanındaki ise eşi, Fransa’nın feminist-filozof ve yazarı Simone de Beauvoir’dır. Ünlü düşünür, her sayısı yasaklanan haftalık Halkın Davası gazetesinin üzerindeki baskıları göğüslemek için editörlüğünü üstlenmekle kalmaz, gazeteyi Paris’in sokaklarında diğer genç yazarlarla beraber bizzat dağıtmaya çıkar. Sartre’ın Fransa ve dünya çapında öylesine büyük bir saygınlığı vardır ki adeta dokunulmaz gibidir. Buna rağmen gözaltına alınır. Hakkında linç kampanyaları yürütülüp, tutuklanma çağrıları yapıldığında ona sahip çıkacak olan, Fransa kahramanı, ünlü devlet adamı Charles de Gaulle’dür. Şöyle der: 

“Sartre, c’est aussi la France,” yani “Sartre Fransa’dır.”


Jean-Paul Sartre
, kendi ülkesi Fransa’nın Cezayir İşgali’ne karşı açık ve cesur duruşuyla, bireysel inanç sınırlarını zorlayan entelektüel bir direnişin simgesi olmuştur.


1954–1962 Cezayir Bağımsızlık Savaşı döneminde, Fransız aydın ve entelektüelleri arasında, savaşın niteliğini “işgal” ve “askeri zulüm” olarak ifşa eden güçlü bir muhalefet yükselir. Sartre, Paris sokaklarında hükümeti ve ordunun işkence uygulamalarını kınayan bildiriler dağıtarak aktif kampanyalar yürütür.

6 Eylül 1960’da, Jean-Paul Sartre’ın başını çektiği, aralarında Simone de Beauvoir, André Breton, Alain Resnais gibi 121 kültür ve sanat insanının bulunduğu 121 Bildirisi, entelektüel sorumluluğun oklarını kendi sömürge devletine yönelten, tarihe düşülen bir manifesto gibidir.

Sivil İtaatsizlik Bildirisi’nde işgalci Fransız devletinin hazmedemeyeceği mesajlar vardır. Fransız hükümetince yasaklanan bildiride, savaşa karşı askerlik yapmayı reddedenlerin haklarının savunulması, Cezayir halkına yardım edenlerin korunması, sömürgecilikle mücadelede özgür bireylerin görevi gibi...

1960 sonrası Sartre’ın bildiri, makale ve röportajları hem Fransa’da hem dünya kamuoyunda sömürgecilik karşıtı entelektüel hareketin merkezi olur. 1964 yılında kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü, bağımsızlık, özgürlük ve kurumsal otoriteye mesafe ilkeleri gereği reddeder. Bu tavrıyla Nobel Ödülünü reddeden ilk yazar olur.




Jean-Paul Sartre, Fransa’nın Cezayir işgali sürecinde kendi devletinin uyguladığı sömürgeci şiddeti açıkça eleştirerek, aydınların sessiz kalma hakkını reddeden bir vicdanı temsil eder. Ona göre aydın olmak, yalnızca düşünmek değil, doğru olanı söyleme ve bunun sonuçlarına katlanma cesaretidir. O, etik olanı politik olana tercih eden bir sorumluluk bilinciyle, Cezayirli direnişçilerin yanında saf tutar ve Fransız işkencelerini kamuoyuna ifşa eder. Gizlice girdiği Renault Fabrikasında bir madeni yağ varilinin üstünde işçilere konuşma yapacak kadar halkın içinde bir aydındır.  

Asla “tarafsız” olmaz; hep mağdurdan, ezilenden ve özgürlükten yana tavır alır. Sartre için düşünce, eylemsiz kaldığında anlamını yitirir. Bu yüzden bildiriler dağıtır, yazılar yazar; aldığı ölüm tehditlerine ve yaşadığı apartmanın bombalanmasına rağmen geri adım atmaz.

Onun entelektüel duruşu, bir ülkenin resmi ideolojisine karşı etik bir isyanın ve baş eğmezliğin dünya çapındaki simgesi haline gelmiştir.

Sinema sanatının Gazze için yankılanan vicdanı


Geçenlerde 78. Cannes Film Festivali yapıldı. Açılışa, dünya sinemasının devlerinin yaptığı konuşmalar damga vurdu.

Robert De Niro’nun sanatsal özgürlüğü ve demokrasiyi savunduğu konuşması alkışlarla karşılandı. Sanatçının, Onur Ödülü'nü aldığı festivalin açılış töreninde, otokrasiye ve faşizme karşı öfkesi, aynı zamanda dünyaya kötülük yayan kendi egemenine cesur bir meydan okumaydı.

Jüri başkanı Juliette Binoche ile sanatçılar Leonardo Di Caprio, Halle Berry ve Jeremy Strong da De Niro’nun anıtsal konuşmasına olan desteklerini eksik etmediler.

Sinemanın kadın ustalarından Binoche’un, Gazze’de öldürülen Filistinli fotoğrafçı Fatime Hasane’yi andığı konuşması, festival salonunda alkışlarla yükselerek Filistin topraklarına uzanan sinema sanatının vicdanı oldu.

Ayağa kalkın efendiler!


Sanat,  kötü bir dünyada yaratılan bir iyilik halidir. Sanatçı ise insan ruhunu besleyen bu iyiliğin sesi.

Kendi egemenine itiraz etmeyen bir aydın düşünülebilir mi? Ya da kendi devletinin ortağı olduğu bir soykırıma dilsiz kalan yazar? Peki ya kendi faşistine kör bir sanatçı?

Sanatını evrensel adalet, eşitlik ve özgürlük yolunda sınıfsal bir bilinçle ustaca konuşturan bir şair de Nazım Hikmet’tir. Onun öfkesi ve seslenişi, şiirinin dizelerinde kimi zaman keskin bir kılıç gibi parlar. Şair, çağının çürümüş ve derin çelişkileri içinde, kendi konforlu suskunluklarına gömülmüş aydınlarına, yüz yıl öncesinden şöyle seslenir:

Behey! kaburgalarında ateş bir yürek yerine

idare lambası yanan adam!

Behey armut satar gibi

san’atı okkayla satan san’atkar!

Ettiğin kâr

kalmayacak yanına!

soksan da kafanı dükkânına,

dükkânını yedi kat yerin dibine soksan;

yine ateşimiz seni

yağlı saçlarından tutuşturarak

bir türbe mumu gibi damla damla eritecek!

Çek elini san’atın yakasından

çek!

Çekiniz!

Bıyıkları pomadalı ahenginiz

süzüyor gözlerini hâlâ

“koyda çıplak yıkanan Leyla’ya” karşı!

Fakat bugün

ağzımızdaki ateş borularla

çalınıyor yeni san’atın marşı!

Yeter artık Yenicami tıraşı,

yeter!

Ayağa kalkın efendiler!


Nazım Hikmet, 1925, -835 Satır/Şiirler 1

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/ayaga-kalkin-efendiler,50754