24 Temmuz 2025 Perşembe

Doğum günü balığı

Yusuf Nazım
T24 | 24 Temmuz 2025
 

Güle güle Emine Anne

21 Mart 1995, Avcılar, İstanbul

Beş katlı apartmanın, en üst katındaki evde hummalı bir hazırlık sürmektedir.
Telefon çalar. Arayan Hasan Ocak'tır. Ablası Aysel'in doğum gününde ailecek yenecek doğum günü için balık alacağını, bizzat pişireceğini söyler.
Masa donatılır. Hazırlıklar tamamdır. Herkes bilir, konu balık olunca, Hasan pişirme işini kimseye bırakmaz. Kızartma için tavaya yağ bile konulur. Zilin çalması, sevecen gülüşüyle Hasan’ın kapıda görünmesi beklenir…
O akşam, beşinci kattaki evin zili çalmayacak, o kapı bir daha açılmayacaktır! Gülen gözleriyle Hasan içeri girmeyecek, gülüşleri gülistan “ben geldim ahali” demeyecek, ailecek planlanan doğum günü balığı hiç yenmeyecektir!

*  *  *

Dokuz gün öncesi.

12 Mart 1995, Gazi Mahallesi, İstanbul.
Mart’ın soğuğunda, akşamüzeri kahvehaneler doludur. Bir taksi silahlı kişilerce kaçırılır, sürücüsü öldürülerek aracın bagajına konur. Ardından, Fevzi Çakmak Paşa Caddesi üzerinde Alevilere ait bir işyeri ve üç kahvehane aynı araçtaki kişilerce otomatik silahlarla taranır. Bir kişi ölür, beşi ağır, yirmi beş kişi yaralanır. Sonrasında çıkan ve İstanbul’un başka semtlerine de yayılan olaylarda toplam 22 kişi katledilir.
Yıllar sonra ortaya çıkacak belgelerde katliamda devletin parmağının olduğu anlaşılacaktır. Adları birçok faili meçhul cinayete karışan özel tim görevlilerinin kalabalığa ateş ederken ki fotoğrafları çarşaf çarşaf yayınlanır.
 

Beykoz Ormanları'nın Kimsesizler Mezarlığı’nda zuhur eden hakikat

Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanında
Emine Ocak.

Adı ilk kez o günlerde duyulacaktır. Ablası Aysel’in doğum günü balığına gelemeyen Hasan Ocak'ın annesidir o.
Anne Ocak, o akşam eve gelmeyen oğlu için çalmadık kapı bırakmaz. Yaptıkları araştırmalar, Hasan Ocak'ın, Gazi Olaylarının ardından gözaltına alınanlar arasında olduğunu ortaya çıkarır. Ne var ki, yapılan bütün başvurularda devlet Hasan Ocak’ın kendilerinde olmadığını söyler.

Ama o bir annedir. Peşini bırakmaz, devletin kapısını inatla çalmaya, hakikati aramaya devam eder.
Bu uğurda birçok kez dövülür, gözaltına alınır, hapse atılır...
Emine Anne'nin ısrarlı arayışları nihayet sonuç verir. Onun aradığı hakikat, Beykoz Ormanları'nın Kimsesizler Mezarlığı'ndadır. En son, İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’nde görülen otuz yaşındaki Hasan Ocak'ın işkence edilerek öldürülmüş cesedinde zuhur etmiştir hakikat.
Yapılan yasal başvurulardan sonuç alınamayınca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvurulur. AİHM, T.C devletini suçlu bulur, devleti tazminat ödemeye mahkûm eder.
Hasan'ın telle boğularak öldürülmüş, tanınmasın diye yüzü parçalanmış, işkence edilmiş cesedi o günden sonra diğer hakikat arayışlarının da bir başlangıcı olacaktır.

Üzerlerine ölümden, kederden, acıdan elbiseler giyinmişler

Emine Anne’nin, hakikatin peşindeki ısrarlı yürüyüşü, diğer kayıp yakınlarına örnek olmakta gecikmez. Ülkenin karanlık tarihinde kendisinden haber alınamayan, çoğu devlet tarafından gözaltında kaybedilmiş, faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş olanların, başta anneleri olmak üzere yakınları kayıpları için bir araya gelirler.

Bu arayışlar sonunda, yine gözaltında kaybedilen Rıdvan Karakoç’un cansız bedeninin bulunmasının ardından, 27 Mayıs 1995'te kayıp anneleri Galatasaray'da her cumartesi saat 12.00'de ellerinde karanfillerle sessizce oturma eylemine başlarlar.
Dünyanın bu en masum, en barışçıl, en insancıl buluşması birilerini rahatsız etmekte gecikmeyecektir. Devlet, durumdan hoşnut olmamıştır. Cumartesi günleri sessiz oturma eyleminde bulunan Cumartesi Aanneleri’ne olmadık baskılar yapılır.
Kâh dayak atılır, kâh yerlerde sürüklenir; kâh gözaltına alınır, hapse atılırlar. Başlarının yarıldığı, saçlarının kan revan içinde kaldığı; kolları, bacakları kırıldığı da olur, kalçaların da köpeklerin diş izleri kaldığı da. Kimi zaman Galatasaray Meydanı'nda oturmaları yasaklanır. Gittikleri her sokakta, oturdukları her noktada devlet, Cumartesi Anneleri’ne biber gazı ve plastik mermiyle saldırır.
Ama yılmazlar! Çünkü anadırlar ve kayıp evlatlarını aramaktadırlar. Adları Cumartesi Anneleri’ne çıkmıştır. Üzerlerine ölümden, kederden, acıdan elbiseler giyinmiş, gözleri Anadolu, gövdeleri Mezopotamya gibidirler. Her biri sessiz direnişin çığlığı, cesaretin ve korku bilmezliğin abidesi olurlar. Berfo Anne olurlar, Güzel Anne olurlar, Asiye Anne olurlar; adları birer hakikat arayışçısı olarak kalplere yazılır; Sebahat Anne olurlar, Hanife Anne olurlar, Emine Anne olurlar...
Kimi zaman hakikat arayışlarının sonuç verdiği olur. Hakikat bazen ıssız bir ormanda, bir ağacın dibine gömülmüş olarak; bazen bir çukurda, üzerine taşlar bırakılmış halde; kimi zaman da bir asit kuyusunda son zerresine kadar yakılmış, taşa toprağa karışmış durumda karşılarına çıkar.

Adaletin, hakikatin ve iyiliğin arayışçıları

Güle güle Emine Anne,
güle güle iyiliğin, cesaretin, hakikatin abidesi
23 Temmuz 2025, İstanbul.

Bir süredir yoğun bakımda olan Emine Anne'yi 89 yaşında kaybettik. Ömrünün 30 yılını devletin karanlık, kirli labirentlerinde hakikat arayışına adamış Emine Ocak'ı diğer annelerin yanına uğurluyoruz.
Onların hakikati arayış yolundaki yolculukları bütün gezegeni dolaştı. Dünyanın bütün ülkeleri, ileri gelenleri, insan hakları kurumları ve sıradan bireyleri tarafından duyuldu. Sadece Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından duyulmadı.
Bugünkü AKP iktidarı, devletin devamlılığı esasına bağlı olarak, faili meçhul cinayetlerin mirasını devralmış durumda, kayıp yakınlarının sesini kısmaya devam ediyor. 2018 yılından beri Galatasaray Meydanı Cumartesi Anneleri’ne yasak! Üstelik Anayasa Mahkemesi'nin aksine kararları hiçe sayılarak.

Cumartesi Anneleri ise kendilerine yasaklanan meydanın dışında buldukları her sokakta, her taş kaldırımda, her noktada cumartesi günleri saat 12.00'de toplanmaya devam ediyorlar. Annelerin çoğu bu meşakkatli yolda hayatlarını kaybetti. Gidenlerin nöbetini çocukları, onların yerini ise torunları devraldı.

Gidenlerin adları insanlık tarihinde cesaret ve iyilikle, adalet ve hakikat arayışıyla, onur ve gururla anılacaklar.

Çoğu, emir komuta ile gelmiş sinsi kötülüklerin müsebbibi olanlar; analara, iki küçük kemikten ibaret bir mezarı bile çok görenler; bütün bu zalimliklere ortak olanlara gelince... Onlar, insanlık tarihinin kirli sayfalarında çürümüş bir düzenin lekeleri olarak kalacaklar. Ve çocuklarına bırakacakları hiçbir miras, bu lekeleri örtmeye yetmeyecek.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/dogum-gunu-baligi,50852

18 Temmuz 2025 Cuma

Ayağa kalkın efendiler!

Yusuf Nazım
T24 | 16 Temmuz 2025

26 Haziran 1970, Grands Boulevards bölgesi, Paris

Altmışlı yaşlardaki adam, yanında bir kadınla beraber seri hareketlerle caddeyi adımlamaktadır. Kalın, plastik gözlükleri ardındaki bakışları kararlı, yürüyüşü cesurcadır. Sağ eli aralıklarla diğer kolunda taşıdığı La Cause du Peuple gazete tomarına gitmekte, aldığı gazeteleri birer birer çevreden geçenlere uzatmaktadır. Etraflarında, onlara eşlik eden orta yaşlı-genç heyecanlı bir kalabalık vardır. Alınlarında taşıdıkları gurur çizgileriyle sokaklara umut olma heveslisi bu insanlar, ellerindeki gazeteleri caddeden gelip geçenlere dağıtırken havada özgürlük, dayanışma, itiraz fısıltıları dolaşmaktadır:
 

“düşünce özgürlüğü için…”

“halkın davasını savunalım…”

“keyfi tutuklamalara karşı…”

 

O yıllarda Paris’in, sokaklarında özgürlük fısıltılarına tahammülü yoktur. “Özgür Fransa” nın kolluk kuvvetleri fazla gecikmez. Paris polisi etraflarını sarar, gizleyemedikleri kolonyal bir kibirle 65 yaşındaki adamı, yanındaki kadınla birlikte nazikçe derdest ederek zırhlı bir araca bindirirler. Paris’in göbeğinde, fikir özgürlüğünü hiçe sayıp dağıtımını engellemek istedikleri Halkın Davası adlı gazete, gözaltına aldıkları ise Fransa’nın ta kendisidir.

"Sartre, c'est aussi la France."

Gerçekte gözaltına alınan Fransız yazar-filozof Jean-Paul Sartre’dan başkası değildir. Yanındaki ise eşi, Fransa’nın feminist-filozof ve yazarı Simone de Beauvoir’dır. Ünlü düşünür, her sayısı yasaklanan haftalık Halkın Davası gazetesinin üzerindeki baskıları göğüslemek için editörlüğünü üstlenmekle kalmaz, gazeteyi Paris’in sokaklarında diğer genç yazarlarla beraber bizzat dağıtmaya çıkar. Sartre’ın Fransa ve dünya çapında öylesine büyük bir saygınlığı vardır ki adeta dokunulmaz gibidir. Buna rağmen gözaltına alınır. Hakkında linç kampanyaları yürütülüp, tutuklanma çağrıları yapıldığında ona sahip çıkacak olan, Fransa kahramanı, ünlü devlet adamı Charles de Gaulle’dür. Şöyle der: 

“Sartre, c’est aussi la France,” yani “Sartre Fransa’dır.”


Jean-Paul Sartre
, kendi ülkesi Fransa’nın Cezayir İşgali’ne karşı açık ve cesur duruşuyla, bireysel inanç sınırlarını zorlayan entelektüel bir direnişin simgesi olmuştur.


1954–1962 Cezayir Bağımsızlık Savaşı döneminde, Fransız aydın ve entelektüelleri arasında, savaşın niteliğini “işgal” ve “askeri zulüm” olarak ifşa eden güçlü bir muhalefet yükselir. Sartre, Paris sokaklarında hükümeti ve ordunun işkence uygulamalarını kınayan bildiriler dağıtarak aktif kampanyalar yürütür.

6 Eylül 1960’da, Jean-Paul Sartre’ın başını çektiği, aralarında Simone de Beauvoir, André Breton, Alain Resnais gibi 121 kültür ve sanat insanının bulunduğu 121 Bildirisi, entelektüel sorumluluğun oklarını kendi sömürge devletine yönelten, tarihe düşülen bir manifesto gibidir.

Sivil İtaatsizlik Bildirisi’nde işgalci Fransız devletinin hazmedemeyeceği mesajlar vardır. Fransız hükümetince yasaklanan bildiride, savaşa karşı askerlik yapmayı reddedenlerin haklarının savunulması, Cezayir halkına yardım edenlerin korunması, sömürgecilikle mücadelede özgür bireylerin görevi gibi...

1960 sonrası Sartre’ın bildiri, makale ve röportajları hem Fransa’da hem dünya kamuoyunda sömürgecilik karşıtı entelektüel hareketin merkezi olur. 1964 yılında kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü, bağımsızlık, özgürlük ve kurumsal otoriteye mesafe ilkeleri gereği reddeder. Bu tavrıyla Nobel Ödülünü reddeden ilk yazar olur.




Jean-Paul Sartre, Fransa’nın Cezayir işgali sürecinde kendi devletinin uyguladığı sömürgeci şiddeti açıkça eleştirerek, aydınların sessiz kalma hakkını reddeden bir vicdanı temsil eder. Ona göre aydın olmak, yalnızca düşünmek değil, doğru olanı söyleme ve bunun sonuçlarına katlanma cesaretidir. O, etik olanı politik olana tercih eden bir sorumluluk bilinciyle, Cezayirli direnişçilerin yanında saf tutar ve Fransız işkencelerini kamuoyuna ifşa eder. Gizlice girdiği Renault Fabrikasında bir madeni yağ varilinin üstünde işçilere konuşma yapacak kadar halkın içinde bir aydındır.  

Asla “tarafsız” olmaz; hep mağdurdan, ezilenden ve özgürlükten yana tavır alır. Sartre için düşünce, eylemsiz kaldığında anlamını yitirir. Bu yüzden bildiriler dağıtır, yazılar yazar; aldığı ölüm tehditlerine ve yaşadığı apartmanın bombalanmasına rağmen geri adım atmaz.

Onun entelektüel duruşu, bir ülkenin resmi ideolojisine karşı etik bir isyanın ve baş eğmezliğin dünya çapındaki simgesi haline gelmiştir.

Sinema sanatının Gazze için yankılanan vicdanı


Geçenlerde 78. Cannes Film Festivali yapıldı. Açılışa, dünya sinemasının devlerinin yaptığı konuşmalar damga vurdu.

Robert De Niro’nun sanatsal özgürlüğü ve demokrasiyi savunduğu konuşması alkışlarla karşılandı. Sanatçının, Onur Ödülü'nü aldığı festivalin açılış töreninde, otokrasiye ve faşizme karşı öfkesi, aynı zamanda dünyaya kötülük yayan kendi egemenine cesur bir meydan okumaydı.

Jüri başkanı Juliette Binoche ile sanatçılar Leonardo Di Caprio, Halle Berry ve Jeremy Strong da De Niro’nun anıtsal konuşmasına olan desteklerini eksik etmediler.

Sinemanın kadın ustalarından Binoche’un, Gazze’de öldürülen Filistinli fotoğrafçı Fatime Hasane’yi andığı konuşması, festival salonunda alkışlarla yükselerek Filistin topraklarına uzanan sinema sanatının vicdanı oldu.

Ayağa kalkın efendiler!


Sanat,  kötü bir dünyada yaratılan bir iyilik halidir. Sanatçı ise insan ruhunu besleyen bu iyiliğin sesi.

Kendi egemenine itiraz etmeyen bir aydın düşünülebilir mi? Ya da kendi devletinin ortağı olduğu bir soykırıma dilsiz kalan yazar? Peki ya kendi faşistine kör bir sanatçı?

Sanatını evrensel adalet, eşitlik ve özgürlük yolunda sınıfsal bir bilinçle ustaca konuşturan bir şair de Nazım Hikmet’tir. Onun öfkesi ve seslenişi, şiirinin dizelerinde kimi zaman keskin bir kılıç gibi parlar. Şair, çağının çürümüş ve derin çelişkileri içinde, kendi konforlu suskunluklarına gömülmüş aydınlarına, yüz yıl öncesinden şöyle seslenir:

Behey! kaburgalarında ateş bir yürek yerine

idare lambası yanan adam!

Behey armut satar gibi

san’atı okkayla satan san’atkar!

Ettiğin kâr

kalmayacak yanına!

soksan da kafanı dükkânına,

dükkânını yedi kat yerin dibine soksan;

yine ateşimiz seni

yağlı saçlarından tutuşturarak

bir türbe mumu gibi damla damla eritecek!

Çek elini san’atın yakasından

çek!

Çekiniz!

Bıyıkları pomadalı ahenginiz

süzüyor gözlerini hâlâ

“koyda çıplak yıkanan Leyla’ya” karşı!

Fakat bugün

ağzımızdaki ateş borularla

çalınıyor yeni san’atın marşı!

Yeter artık Yenicami tıraşı,

yeter!

Ayağa kalkın efendiler!


Nazım Hikmet, 1925, -835 Satır/Şiirler 1

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/ayaga-kalkin-efendiler,50754

8 Temmuz 2025 Salı

Milli kahramandan bir haine: Çerkez Ethem

Yusuf Nazım
T24 | 8 Temmuz 2025

“Yanlış İliklenen Düğme-Geçmişle Gelecek Arasında Cumhuriyet” Erdoğan Aydın

25 Mayıs 1919, Balıkesir’in Bandırma ilçesi, Emre Köyü.

Atların nal sesleri altındaki toprak yol, ilkbaharın son demlerini yaşamaktadır. Doğa, yeşilin bin bir tonuyla bezendiği bir manzaraya ev sahipliği yapmaktan memnun. At sırtındaki subay, yanındaki birkaç yol arkadaşıyla, yol kenarındaki yabani çiçeklerin kokusu içlerine çekerek zeytin ağaçlarının gölgesinde ilerler.

Bahar olmasına karşın hava soğuktur. Emre Köyü’ne vardıklarında güneş tepelerindedir. Geniş bir araziye yayılan, beyaz badanalı, kırmızı kiremit çatılı bir konağın önünde dururlar. Genişçe bir odaya buyur edilirler.

Az sonra ev sahibi içeri girer. “Uzun boylu ve neredeyse hiç eti olmayan, canlı bir iskeleti andıran kudretli bir bedene sahiptir.” Uzun bacakları, ince beli ve geniş omuzları üzerinde taşıdığı küçük burunlu, kocaman sarışın kafasıyla, avını kollayan bir kartalı andırmaktadır. 

“Selamün aleyküm, bendeniz Neşet bin Ali, şeref verdiniz efendim.” der.

Sakalsız, bakımlı bıyığıyla misafir ayağa kalkar. Yüz hatları belirgin, gözleri dikkat çekicidir. Orta boylu, düzgün yapılı ve zarif duruşuyla selam verir:

“Bendeniz Miralay Albay, Heyet-i Temsiliye Üyesi Rauf Bey. O şeref bana aittir” diye karşılık verir.

Vatanın ve milletin selameti için geldiğini söyleyen Miralay, “Kardeşlerin Manyas’ta ise yolumu oradan geçirir, kendileriyle görüşürüm. Fakat benim asıl görüşmek istediğim sensin.” diye ekler.

Neşet bin Ali’nin, Hamidiye Kruvazörü Komutanı olarak nam yapmış, Karadeniz ve Akdeniz seferlerinin gözdesi bir askeri şahsiyetin bizzat kendisini ziyaretinden göğsü kabarmıştır.

Sade döşeli odanın duvarında yıldız tuğrası işlemeli bir tablo ile iki eski tüfek asılıdır. Camlardan birinin kırık, gazete kâğıdıyla kapatılmış olduğu gözden kaçmaz. Bu küçük köy konağının genişçe odasında, soba çevresine dizilmiş minderlerin üzerine oturur vaziyetteki toplantı basit bir ziyaretin ötesinde, Millî Mücadele’nin kıvılcımlarının atıldığı, tarihî bir anın başlangıcı gibidir.

Rauf Bey ince bıyığını parmaklarıyla sıvazlar.

“Yunanlılar buralara da sarkacaklar. Padişah ve Ferit Paşa Hükümeti bu istilaya karşı hiçbir şey yapamazlar. Ne yapacaksa milletin kendisi yapacaktır. Bunun için, namus ve varlığını müdafaada kendisine layık evlatlarını da başına geçirecektir. Seni ve kardeşlerini bunun için görmeye geldim.”

Neşat bin Ali
Nejat Bey;

“Rauf Bey, senin gibi birinin bu işe öncülük etmesi beni cesaretlendirdi. Milletin kurtuluşu için elimden geleni yapmaya hazırım.” diye yanıtlar.

Yunan ilerleyişine karşı bir karargâh gibi kullanıldığı anlaşılan evin kapıları, silahlı adamlar tarafından arada bir açılıp içerisi kolaçan edilmektedir. Görüşmeleri, beklenmedik şekilde uzamış, Reşit ve Tevfik Bey kardeşler de aralarına katılmıştır.

Sobadan yükselen odun çıtırtılarına Neşet Bey’in heyecanlı sesi karışmakta, onu zaman zaman kardeşi Reşit’in araya girişleri bölmekte, diğer kardeş Tevfik’in suskunluğunda odada Kuvâ-yı Milliye, Heyet-i Temsiliye, Ankara’ya bağlılık, Kuvâ-yı Seyyâre, milis kuvvetleri sözcükler dolaşmaktadır...

Yaklaşık altı saat kadar süren görüşmenin ardından Miralay Rauf Bey, Emre Köyü’ne olan ziyaretinden istediğini elde etmiş olarak ayrılır. Neşet bin Ali’yi, emrindeki Kuvâ-yı Seyyâre birlikleriyle Heyet-i Temsiliye’ye katılmaya ikna etmiş olmaktan mutludur.


Anadolu’da bir milli kahramanın doğuşu

O günden sonra Neşet bin Ali, Kuvâ-yı Seyyâre milis ordusunun komutanı olarak büyük başarılara imza atacak, Hilafet ve Yunan ordularına karşı Anadolu’daki milli mücadele önemli bir güç kazanacaktır...

Neşet bin Ali, Hilafet Ordusu'nun Aznavur Ahmet Paşa komutasındaki ordularını tekrar tekrar yenilgiye uğratır. Eskişehir-Adapazarı-Düzce-Bolu hattının arındırılmasıyla Ankara'da Meclis'in güvenle çalışmasını sağlar. “Saltanatın örgütlediği kuvvetler karşısında çaresiz konumda olan düzenli ordu güçlerinin korunması ve saldırılarının ezilerek Meclis'in güvenle çalışabilmesini sağlayan” da yine Neşet Bey olur.

Onun, hilafete bağlı Kuvâ-yı İnzibat ordularını tek bir Kuvâ-yı Seyyâre taburuyla önleyip perişan edebilmesi Büyük Millet Meclisi'nde çok büyük bir övgüyle karşılanır. Hatta kendisiyle ilgili ümit-i halas, yani kurtuluş umudu veya kahraman-ı millet (milletin kahramanı) ifadeleri birbirini izler.

Yozgat’ta Çapanoğlu isyanı başladığında, İsmet Paşa, Ankara'nın bu isyanı bastırma gücünün maalesef olmadığını söylediğinde tek çareleri yine Neşet bin Ali’dir. Batı Cephesi’ni bırakarak adeta yalvarırcasına Ankara'ya çağrıldığında Mustafa Kemal, Ankara'da bulunan tek otomobilini ona tahsis eder. Ankara halkının erkekli-kadınlı sokaklarda alkışlayarak karşıladığı Neşet bin Ali, Mecliste milletvekillerince ayakta alkışlanır. Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Fevzi Paşa tarafından bizzat ağırlanır.

Milli ordunun sıkıştığı her yerde, ordu komutasındaki önemli komutanların yenilgiye uğradığı cephelerde, kaybedilen toprak alanlarında sıkışılan her yerde imdada koşan bir “Robin Hood efsanesi” gibidir artık o.

Gösterdiği bütün bu yararlılıklar resmi yazışmalarda, ordu komutanlarının günlüklerinde ve birçok tarih kitabında geçer. Kendisinden Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Ali Fuat Paşa ve diğer birçok önemli milli mücadele önderince büyük övgüyle söz edilir. Neşet bin Ali, nam-ı diğer Çerkez Ethem Ankara halkının gözünde bundan böyle bir efsaneye dönüşmüştür.

Çerkez Ethem’in dönüşümü

Neşet bin Ali, cepheden cepheye zaferle koştuğu zamanlarda bile Ankara'da kalmaz, vekil olmaya çalışmaz, rütbe talebinde bulunmaz. Hatta rütbe verilmemesi ve törenle karşılanmamasını da sorun yapmaz.

1921'li yıllar Türkiye'de, Rusya’daki Ekim devrimi ve sosyalizmden etkilenmenin, dolayısıyla sol hareketin kitleselleşmesine sebep olduğu yıllardır. Sovyetler Birliği'nden alınacak destek için yol verilen Yeşil Ordu ve halk cümlesinin kısa zamanda sağladığı beklenmeyen etkinlik, keza aynı dönemde Nazım Bey'in bir komünist olarak meclis çoğunluğunu sağlayarak İçişleri Bakanı seçilmesi, aynı sıralarda birçok yerde bir dizi komünist örgütlenmenin oluşması ve yanı sıra Eylül ayında Bakü'de Türkiye Komünist Partisi'nin kurulup Türkiye'ye gelme kararı alması, sol hareketin yükseldiği bu dönemde Neşet bin Ali'nin de Bolşevizmi benimsemesine yol açar.

Gerçekte emekçi olmayan Çerkez Ethem'in, üstelik onu sosyalizme yönetecek entelektüel birikime de sahip değilken, bu dönemde onun duygusal dünyası en azından sosyalistlere meyletmesini sağlamıştır.

Ethem, Yozgat’tan geri geldiği günlerde Ankara'da güçlü bir sol rüzgâr esmektedir. Kazandığı yüksek prestijden dolayı ittihatçılardan Bolşevizm’e önemli bir kayış sürmektedir.

Çerkez Ethem ve komutanları
1920 Ağustosu'nda Eskişehir'de çıkan Seyyare-i Yenidünya isimli gazetenin destekçi ve koruyucusu olur. Gazete adının altında Dünya'nın fukara-i kasibesi yani proleterleri birleşiniz yazmaktadır.

Özetle, 9 Temmuz'da Ankara üzerinden Eskişehir'e giden Ethem Bey’i bundan böyle, yakın geçmişinden ayrılmış ve sosyalizmi savunan bir kişilik olarak görürüz.

Oysaki Aynı dönemde kurulan sahte Türkiye Komünist Partisi ile tüm komünist ve halkçı yönetimlerin tasfiyesi kurgulanmaktadır. Düzenli orduya geçiş dayatmasıyla da Çerkez Ethem’in Kuvâ-yı Seyyâre’sinin tasfiyesi planlanır. Milli Ordu Kurmayları tarafından Kuvâ-yı Seyyâre’nin dağıtılması kararı alınırken, Ethem Bey'e ne sorulur, ne danışılır, ne de fikri alınır. Sadece dayatılır.

Milli Mücadele Kurmay Heyeti’nin önemli bir bölümü, bir süredir Çerkez Ethem’i, küçümsemeye başlamış, onu bir jandarma çavuşu ya da köylü olarak görmektedir.

Milli kahramandan bir haine

Çerkez Ethem, fikri dahi alınmadan Kuvâ-yı Seyyâre’nin dağıtılması kararından rahatsız olur.

Bunun üzerine, Millet Meclisi'nde Kılıç Ali, Vehbi, Eyüp Sabri, Reşit ve Celal Beylerden oluşan 5 kişilik uzlaştırma komisyonu kurulur. Komisyon, Ethem’le yaptıkları görüşme sonucunda bu işin kolaylıkla çözülebileceği görüşüne varır. Ne var ki Mustafa Kemal bu görüşü dikkate almaz.

Uzlaştırma Kurulu'nun tavsiyelerinin Mustafa Kemal tarafından dinlenmemesi üzerine aynı kurul adeta yalvarırcasına ikinci bir telgraf daha çeker. Maalesef bu da göze alınmayacak ve doğrudan Çerkez Ethem ve bağlı Kuvâ-yı Seyyâre birliklerinin koşulsuz şartsız teslimiyeti istenecektir.

Mustafa Kemal, Kütahya'daki uzlaştırma kuruluna Bakanlar Kurulu kararıyla geri dönmelerini bildirir. Sonra, cephe komutanlarına da Çerkez Ethem ve kardeşlerine karşı savaşa girişmeleri buyruğunu verir. Oysaki bu kararın ciddi bir meşruiyet problemi vardır. Ethem ve kardeşlerine karşı savaşa girişilmesi buyruğunun anayasal bir dayanağı yoktur. Çünkü bu konuda mecliste bir karar alınmamıştır. Üstelik bir mahkeme kararı da bulunmamaktadır. İşin doğrusu hükümet kararı bile mevcut değildir.

Yunan işgaline karşı tahkimatta bulunan birliklerin çoğu geri çekilerek Yunan kuvvetleriyle savaşmakta olan Ethem'i pusuya düşürmek için konumlandırılır. Böylece “eldeki kuvvetlerin ezici çoğunluğu düşman cephesinden çekilip yeterince söz dinlemediğine inanılan kardeşi ezmek için yönlendirilir.”

Çerkez Ethem, sonunda kendine bağlı kuvvetleri dağıtarak yakınındaki bir avuç insanla Yunan kuvvetlerinin gerisine geçmek üzere anlaşır.

Bundan böyle milletin kurtuluş umudu, milli kahraman, efsane komutan gitmiş, yerine hain Çerkez Ethem gelmiştir ve resmi tarihin sayfalarına böyle yazılacaktır.

Erdoğan Aydın’ın kitabında, bir milli kahraman olarak Anadolu’nun bağrında kök salan Çerkez Ethem’in yükselişine karşı, milli mücadele kurmay heyetinde alınan önlemleri ve bunların adım adım nasıl uygulandığını görürüz.

Yozgat isyanını bastırma harekâtı öncesi, 1920,
Beyaz paltolu Mustafa Kemal, solunda Çerkez Ethem
Anadolu'da ilk isyan bayrağını açan ve bütün başarıları için daima Ethem’i destekleyen, onun yanında olan, ona dostça yaklaşan Ali Fuat Paşa'nın Moskova'ya büyükelçi olarak gönderilip Ethem’in yalnızlaştırması; Ali Fuat Paşa ile birlikte Çerkez Ethem ve kardeşlerinin de Moskova'ya memur olarak gönderilip gözlerden uzak tutulmak istenmesi bunların arasındadır.

Gerçeğin eğilip bükülmeden tarih sayfalarına kaydedilmesi sorumluluğuyla, büyük bir titizlikle hazırlandığı görülen kitap adeta resmi tarihle bir yüzleşme niteliğinde.

“Bu siyaset tarzının bir sınırının” olmadığını, “nitekim Ethem ve komünistlerle başlayacak olan bu iç temizliğin, sonra Meclis’teki ikinci grupla, sonra Rauf ve Kazım Beylerle, sonra ta ki mükemmel ikinci adam İnönü'nün 1937'deki tasfiyesiyle” süreceğini kitaptan okuruz.

Kitabı bitirdiğimizde, geçmişle gelecek arasına sıkışmış ve iki yakası bir araya gelmeyen cumhuriyetin bugün yaşadığı çözümsüzlüklerini anlamak ve açık yüreklilikle tartışmanın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha görürüz.

Bize öğretileni değil, gerçeği merak edenlere Erdoğan Aydın’ın kitabı değerli bir kaynak: “Yanlış İliklenen Düğme, Geçmişle Gelecek Arasında Cumhuriyet”

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/milli-kahramandan-bir-haine-cerkes-ethem,50636

Türkiye'nin seçilmiş ilk iç işleri bakanı bir komünistti

Yusuf Nazım
T24 | 7 Temmuz 2025

“Yanlış İliklenen Düğme-Geçmişle Gelecek Arasında Cumhuriyet” Erdoğan Aydın

Tarih 4 Eylül 1920, Ulus, Ankara

Semtin yamaçlarında, simetrik pencereleri, kemerli kapıları ve klasik taş işçiliği ile geç Osmanlı dönemi sivil mimarisinin özelliklerini taşıyan bina bir halkın kaderini belirlemek için ev sahipliği yapmaktadır.

Dış cephesi kesme taşlarla örülü, sade ama ağırbaşlı görünümlü bu üç katlı, taş binanın yüksek tavanlı büyük salonunu hararetli bir kalabalık doldurmuştur.

Kürsüde takım elbiseli zevat konuşmalar yapmaktadır. İhanet içindeki İstanbul hilafet yönetimine karşı bir araya gelen Birinci Meclis’in toplantısıdır bu. Dâhiliye vekilliği için seçim yapılmaktadır. Sonunda oylamaya geçilir...

Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Tokat Mebusu Nazım Bey 98 oy alırken Mustafa Kemal'in desteklediği Refet Bele 89 oyda kalır.

Salonda alkışlar yükselir. Nazım Bey ayağa kalkar, kürsüye çıkar, teşekkür eder. Bütün salon bir kez daha alkışlamaya başlar.

Nazım Bey, mülkiye mezunu “Devlet terbiyesiyle yetişmiş” bir bürokrat olarak uzun süre t aşra valilikleri yapmış, bürokrasinin farklı kademelerinde görev almış, dönemin “elit” tanımına uyan ve mecliste hem tecrübe, hem vakar, hem de “devlet ciddiyeti” yönüyle takdir edilen bir kişidir. Onun aldığı 98 oy, yalnızca politik bir zafer değildir. Aynı zamanda kişilik özelliklerine, bürokratik ehliyetine, uzlaştırıcı tavrına ve dürüstlüğüne duyulan saygının ürünüdür.

Nazım Resmor, TUSTAV Arşivi
Nazım Bey’in farklı bir politik özelliği daha vardır. O, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın kurucularından biridir. Halk İştirakiyun Fırkası, 1920’de kurulmuş ve programı açıkça sosyalist-komünist esaslara dayanan bir partidir. Partinin programı, emekçilerin iktidarını, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını ve sınıfsız bir toplum hedefini dile getirmiştir.

Özetle, Türkiye'nin Birinci Millet Meclisi sahip olduğu devlet tecrübesi, milli mücadeleye bağlılığı, meclisteki saygınlığı, ölçülü ve güven veren tavırlarıyla içişleri bakanlığına bir komünisti lâyık görmüştür.

Nazım Bey, kendisine takdir edilen bu ulvi görev için heyecanlıdır. Vakit geçirmeden çalışmaya başlamak üzere Büyük Millet Meclisi’ndeki Bakanlık Ofisi'ne geçer. Usuldendir, hemen BMM Bakanlar Kurulu Başkanı'nı ziyarete gider. Mondros Mütarekesi sonucu 1918’de milli mücadeleye katılan, ardından ilk kurulan mecliste Tokat milletvekili seçilen ve ülkenin kurtuluşu için canla başla çalışmaya hazırken beklemediği, incitici bir durumla karşılaşır. Bakanlar kurulu Başkanı, “Yurdun büyük çıkarları için” Türkiye'nin ilk dâhiliye vekilini kabul etmez.

O yıllarda, milli mücadele saflarında Hilafet ve Yunan işgal ordularına karşı büyük başarılar elde eden Anadolu’daki milis ordularının ünlü bir komutanı vardır. Silahı ve gücüyle düşmana korku salmış biridir o. Adı Çerkez Ethem’dir. İşte Bakanlar Kurulu Başkanı, meclis tarafından seçilmiş, meşru iç işleri bakanına karşı Çerkez Ethem’den yardım isteyecektir.

Nitekim Bakanlar Kurulu Başkanı, Nazım Bey’in içişleri bakanlığına seçilmesinden iki gün sonra, Şükrü Paşa aracılığıyla ona, Çerkez Ethem’in selamlarını göndererek İçişleri Bakanlığı'ndan çekilmesi için ricada bulunur. Bu aslında aba altından gösterilen bir sopadır. Nitekim Nazım Bey, naif ve uzlaşmacı kişiliğiyle bu “ricaya” uyar ve istifasını sunar. Böylece, Türkiye'nin ilk Komünist İçişleri Bakanı'nın görevi yalnızca iki gün sürmüş olur.

Burada, olaylara konu olan Nazım Bey ve Çerkez Ethem’in dışında, diğer tarihi karakterin kim olduğuna gelince. Seçilmiş içişleri bakanı Nazım Bey’i makamında kabul etmeyen, dönemin Bakanlar Kurulu Başkanı Mustafa Kemal’den başkası değildir.

Yazının alt başlığında adını geçirdiğim, tarihçi/yazar Erdoğan Aydın’ın geçtiğimiz ay raflarda yerini alan Yanlış İliklenen Düğme-Geçmişle Gelecek Arasında Cumhuriyet adlı kitabında bu hikâyenin belgelerle donatılmış tarihsel metinlerini okuruz.

Aydın’ın anlatısından özetle şunu görüyoruz:

Mustafa Kemal Paşa, Nazım Bey’in İçişleri Bakanlığı görevinden istifasını sağlamak amacıyla, Çerkez Ethem’den yardım istemiştir. Çerkez Ethem, bu isteği yerine getirmek için Diyarbakır Milletvekili Hacı Şükrü Bey‘i aracı olarak kullanır. Hacı Şükrü Bey, Nazım Bey’e giderek, mevcut siyasi ortamın hassasiyetini ve İçişleri Bakanlığı görevinde karşılaşabileceği “olası” zorlukları nazik bir dille ifade etmiş ve istifasını önermiştir. Bu görüşmenin ardından Türkiye’nin seçilmiş ilk dâhiliye vekili Nazım Bey, İçişleri Bakanlığı görevinden istifa etmiştir.

Böylece, üç kıtada çözülen devasa bir imparatorluktan, çökmekte ve çürümekte olan hilafet rejimine karşı Anadolu topraklarına giydirilmeye çalışılan genç cumhuriyetin düğmelerinden biri yanlış iliklenmiş olur. 

Yarın: Aynı konunun devamı olarak Çerkez Ethem’in milli kahramandan bir haine dönüşen ilginç hikâyesi

“Yanlış İliklenen Düğme, Geçmişle Gelecek Arasında Cumhuriyet”, Erdoğan Aydın, SRC Yayınları

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/turkiye-nin-ilk-secilmis-icisleri-bakani-koumistti,50622



20 Mayıs 2025 Salı

Hâlâ buradayım, ya sen?

Yusuf Nazım
T24 | 20 Mayıs 2025


“Bir ülkede nasıl olur da biri evine gelir, bir aile babasını, bir mühendisi kaçırır ve hapse atar, sonra da o öldü derler. Buna inanabiliyor musunuz?”


Gözaltında kayıplar, hakikat arayışı ve bir film

Her yıl 17-31 Mayıs tarihleri arasında anılan “Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Haftası”, Türkiye’nin en derin yaralarından birine —devletin gözetiminde kaybedilen insanların akıbetine — işaret eder. Bu hafta, sadece bir yas değil, aynı zamanda bir direniş ve hafıza mekânıdır. Ve bu hafıza, en çok da annelerin, kardeşlerin, çocukların sesinde yankılanır. Bu ses toplumun hafızasına Cumartesi Anneleri olarak kazılmıştır.

30 yıldır, her Cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda bir fotoğraf, bir isim, bir karanfil ve adalet talebiyle oturan bu insanlar, sadece sevdiklerinin kemiklerine ulaşmak için değil, aynı zamanda “gözaltında kaybetme” gibi organize bir devlet suçunun görünür ve yargılanabilir olması için mücadele ediyorlar.

1052 haftadır süren bu barışçıl ama inatçı eylemlere rağmen, devletin cevabı çoğu zaman sessizlik, kimi zaman ise yasak ve şiddet oldu. Ne yazık ki, on yıllar sonra bile bu topraklarda cezasızlık hukuku, gözaltında kaybedilenlerin ortak yazgısı olmaya devam ediyor.

“Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Haftası” çerçevesinde çeşitli etkinlikler yapılacak. Bunlardan biri ise, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon tarafından düzenlenen ve 20 Mayıs günü saat 20.00’de Kadıköy Sineması’nda gösterilecek olan “I’m Still Here” (Hâlâ Buradayım) adlı film gösterimi. Filmin ismi bile tek başına bir isyan ve tanıklığa işaret ediyor: Kaybedilenlerin sesiyle konuşuyor, onların boş bırakılan sandalyeleri, susmayan fotoğrafları ve eksik kalan hayatları adına dile geliyor. Bu film, tıpkı meydanda sessizce oturan anneler gibi soruyor:

“Nereye götürdünüz sevdiklerimizi? Onlara ne yaptınız?”

I’m Still Here (Türkçesiyle Hâlâ Buradayım), 2025 yılında En İyi Uluslararası Film Oscar’ını kazanarak Brezilya sinema tarihinde bir ilke imza attı. Walter Salles’in yönettiği bu etkileyici film, Brezilya’nın 1970’lerdeki askeri diktatörlük döneminde yaşanan gerçek bir trajediyi konu alıyor.

Hâlâ Buradayım, sadece bir ailenin değil, bir ulusun hafızasında derin izler bırakan bir dönemi anlatmakta. Cumartesi Anneleri’nin ve kayıp yakınlarının adalet arayışıyla benzerlikler taşıyan film, insan hakları mücadelesine dair güçlü bir anlatı sunmakta. Kadıköy Sineması’ndaki gösterimi, bu anlamda büyük önem taşıyor.

Film, adalet arayışının ve insan hakları mücadelesinin sinema aracılığıyla nasıl güçlü bir şekilde anlatılabileceğinin en güzel örneklerinden biri olduğunu gösteriyor.

“Hâlâ buradayım”, kaybedilenlerin bedenlerinin değilse de hatıralarının, ailelerinin adalet arayışının ve toplumun vicdanındaki izlerinin silinmediğini haykırır gibi geçmişten bugüne seslenmekte. Bu bağlamda film, bir sanat ürünü olmanın ötesinde, kolektif belleğin bir parçası, kayıp yakınlarının ve hakikat savunucularının sesine bir ses, nefesine bir nefes olmakta.

Ölümle, kanla, korkuyla sınanmış toprakların hikâyeleri

Bu haftanın etkinlikleri arasında, 31 Mayıs Cumartesi günü saat 12.00’de, Cumartesi Anneleri’nin 1053. hafta buluşması da gerçekleştirilecek. Bu buluşma, sadece kayıp yakınlarının değil, aynı zamanda vicdan sahibi herkesin çağrısıdır. Çünkü mesele sadece bir kişinin ya da ailenin kaybı değil, hepimizin hakikat arayışı ve adalet duygusudur.

Bu anlamlı haftada, vicdan sahibi herkesin bir kez daha seslenmesi gerekiyor:

Kayıplar nerede?

Bu soru cevapsız bırakıldıkça, “Hâlâ buradayım” diyen her film, her anne, her meydan, bize insan kalabilmenin sınırlarını hatırlatacaktır.

Cumartesi Anneleri…

Dile kolay, 30 yıldır hâlâ oradalar. 30 yıldır orada olanların her biri, filmdeki gibi “hâlâ buradayım” diyor. Evet, onlar hâlâ oradalar. Sessiz bir çığlığa dönüşmüş acılarıyla dimdik, gururlu ve ayaktalar. Gidin ve görün onları. Onlarca yıldır duyulmayan çığlıklarına kalbinizi dayayın. Onların soğuk kaldırımları mekân tutmuş sessiz yakarışlarına, ellerinde kırmızı bir karanfille umudunu yitirmemiş bakışlarına, soluk suretlerine sinmiş acılarına tanık olun.

Küfeleri ölümle, kanla, korkuyla sınanmış toprakların hikâyeleriyle dolu, acılarını alın çizgilerinde keskin bir çığlık gibi taşıyan bu insanlara kulak verin.

Göreceksiniz, kendinizden de parça parça yetirdiğiniz şeylerin izlerini bulacaksınız orada.

Hayat en çok da, içinizde hâlâ ölmemiş o güzel şeylere dairdir, yüzleşin onlarla.

Onlar hâlâ oradalar, yaz siz? Siz de orada olacak mısınız?

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/hala-buradayim-ya-sen,49975








12 Nisan 2025 Cumartesi

Yılgınlık yok!

Yusuf Nazım
T24 | 11 Nisan 2025

Beyoğlu’nda bir sokak.

Alelade bir İstanbul gününün kalabalığı. Elele yürüyeni, bir bankta oturmuş sohbet edeni, heyecanla bir şeyler anlatanı, güleni, şakalaşanı, telaşla koşturanı; kaldırımda pinekleyen kedisi, köpeği…

Birden elinde dövizle bir kadın fırladı kaldırımdan.

Üzerinde el yazısıyla "Her şey çok güzel olacak!" yazıyordu. Ağzını kocaman açtı, ciğerlerini dalayarak avazı çıktığı kadar haykırmaya başladı:

"Her şey çok güzel olacak!"

"Her şey çok güzel olacak!"

"Her şey çok güzel ol…”

Gerisini getirememişti. Nedeni, arkasından kollarıyla mengene gibi sarılıp ağzını kapatan bir çift eldi.

Nereden çıktığı belli olmayan kırçıl sakallarıyla hırpani, kirli giysileri içinde iki sivil bir anda genç kadını sımsıkı kavrayıvermişti. Biri ağzını kapatırken diğeri elindeki dövizi almak istediler.

Vermedi!

Birkaç resmi polis de onlara katıldı, çoğaldılar. Biri kolundan tuttu, diğeri yakasından; bir diğeri ise önden çekiştirmeye başladı. Kadının çelimsiz bedeni, kollarını büken iki güçlü erkeğin kuvveti karşısında ince bir dal gibi büküldü. Onu sürüklemeye başladılar. Kadın bağırıyordu:

"Her şey çok güzel olacak!"

"Her şey çok güzel …”

Tam o esnada, sokağın diğer başından başka bir ses yükseldi:

“Yılgınlık yok direniş var!”

“Yılgınlık yok direniş var!”

“Yılgınlık yok direniş var!”

Başlar o tarafa döndü. Kolluğun ikisi ve bir sivil, kadını bırakıp slogan atana doğru seyirtti.

“Yılgınlık yok…”

Hışımla üzerine atladıkları adamı kıskıvrak yakalamış, yere yatırmışlardı bile. Delikanlı, ellerini bacaklarının arasında saklamaya çalışıyordu.

Tam o esnada sokağın yüzüne patlayan başka bir erkek sesi duyuldu:

"Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!"

Polisler şaşırmıştı. Öfkeyle o yana döndüler. Sokağın köşesinde dikilmiş biri, yumruğunu sallayarak bağırıyordu:

“Yılgınlık yok, direniş var!”

Her iki gruptaki kolluğun bir kaçı hızla bu yeni adama doğru yöneldi. Yakalamaları zor olmadı. Kollarından kavrayıp, sürüklemeye başladılar.

Derken, arkadan başka bir sesin gümbürtüsü doldurdu sokağı. Aynı şekilde bağırmaya başladı:

"Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!"

Bir anda gözler o yana döndü. Kolluk şaşkına dönmüştü! Hemen bir kaçı da o tarafa doğru koştu.

Adam, kendini sürüklemeye çalışan polislere karşı kendini yere bıraktı, pasif şekilde direnmeye koyuldu. Polisler adamı zapt etmeye çalışıyordu ki, öte taraftan gür bir ses daha işitildi:

"Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!"

Polisler iyiden iyiye şaşırmıştı! Az önce kendini yere bırakan adamı sürüklemeye çalışan polislerden biri bu yeni bağırana doğru koştu, kolundan yakalamıştı ki, sokağı yeni bir sesin yankıları doldurdu.

"Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!"

Başka bir polis aceleyle o tarafa yöneldi. Aynı anda sokağın diğer tarafından başka bir ses bağırmaya başlamıştı bile:

"Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!"

Derken bir diğeri daha katıldı koroya:

"Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!"

 Ve öteden biri daha, işte sokağa fırlayan biri daha, derken başka biri daha...

 Kolluktakiler ne yapacağını bilemez haldeydiler. Telaşla bir o yana bir bu yana koşuyor, slogan atanları susturmaya çabalıyor; yakaladıklarını kolundan çekiştiriyor, birini bırakıyor ötekine yetişmeye çalışıyordu. Öfkeli, çaresiz, kan ter içindeydiler. Onlar koştukça sokağa girenler daha çok artıyor, bağıranların sayısı giderek çoğalıyordu. Sokak neredeyse tamamen dolmuştu.

Sloganlarla sokağı inleten insanların arasında şaşkın, sıkışmış kalan polisler, ellerindekileri bırakmış, kendilerini içinde kayboldukları kalabalığın arasından kurtarma telaşına düşmüşlerdi.

Sokağın tamamı çoğu genç, kimi orta yaşlı, kimi esnaf ya da müşteri, kimi emekli veya işsiz ama hepsi öfke dolu bir kalabalıkla dolmuştu.

Hepsi, damarın bıçağa en yakın olduğu yerden sıyrılmış gibiydiler.

Şehrin en ince damarlarından toplanarak gelmiş; azimle, umutla, inançla çoğalmış, İstanbul’un bir sokağında tek yürek olmuş, dev bir koro halinde yükseliyordu sesleri:

 "Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!”

“Yılgınlık yok, direniş var!"



27 Mart 2025 Perşembe

Açların ayak sesleri

Yusuf Nazım
T24 | 23 Mart 2025

“Açım” dedi, “aç!”

İşte beni vuran bu sözdü.

Kırçıl sakalları akça pak, uzun beyaz saçları ıslaktı. Az önce, kalabalığı dağıtmak için TOMAların sıktığı soğuk sudan nasibini almış olmalıydı. Çökmüş avurtlarından ancak tahmin edilen dişlerinin yokluğu, konuşurken ortaya çıkmıştı. Öfkeyle bağırıyordu:

“Açım aç! 40 yıl bu ülkeye hizmet ettim, bu iktidar beni aç bıraktı.”

Ağzını sonuna kadar açtı, çökmüş avurtlarının içinden damaklarını gösterdi:

“Bakın, dedi, dişlerimi yaptıramıyorum! Bizi hayvanlar gibi sokakta açlığa terk ettiler. Karnımı doyurmak için Kent Lokantalarında saatlerce kuyruk bekliyorum. Bizi açlıktan kurtaran adamı hapse atıyorlar!”

Yüreğimin duvarları titredi.

Kamera birden sarsıldı, uzaklaştı. Kadrajda, üzerlerine püsküren suya aldırmadan duran kalabalığın görüntüsü kaydı.

*  *  *

21 Mart günü, İstanbul Saraçhane Parkı’nda toplanan kalabalığa dair videoları izlerken rastlamıştım ona. Her taraftan protesto haberleri geliyordu. Merakla sosyal medyayı taradım.

Dünyanın nüfus olarak 5.büyük şehrinin belediye başkanı gözaltına alınmış, başkanlarına yapılan bu hoyratlığa itiraz eden İstanbullular Saraçoğlu’na akın etmişti. Yaptığı tek dönem belediye başkanlığı döneminde Ekrem İmamoğlu, iktidarın açlığa, yokluğa, yoksunluğa mahkûm ettiği İstanbullular için yüzlerce kreşi hizmete sunmuş, bütün ilçelere yaydığı Hak Ekmek Büfeleriyle muhtaçlara ucuz ekmek sağlamış, açtığı Kent Lokantalarıyla bir nebze olsun açların karnını doyurmaya çalışmıştı. Bu politikalarıyla halka yakın durmuş, kısa sürede umut olmuş, dört kez girdiği seçimlerden, oyunu daha çok arttırarak zaferle çıkmıştı.

İşte şimdi, İstanbul için umut olmuş başkanları gözaltındaydı. Saraçoğlu’nu dolduran on binlerin itirazı bunaydı. İstanbul adeta ayağa kalkmıştı. Sadece İstanbul mu? Sosyal medyadan kalabalıklar akıyordu:

Ankara ve İzmir de ayaktaydı; Edirne, Antalya, Adana, Kocaeli, Antalya ve Eskişehir de öyle. Anadolu’nun her tarafından görüntüler düşüyordu önüme. Soğuğa, karanlığa, yasaklara aldırmadan sokaklara dökülmüşler:

Sinop’tan, Aydın’dan, Hopa’dan, Hatay’dan, Muğla’dan; yetmiyor Çorum’dan, Amasya’dan, Sakarya ve Malatya’dan yükseliyordu sesler. Kimi yaşlı, kimi genç, kimi çocuk yaşta; kimi köleliğe mahkûm işçi, kimi açlığın sınırında işsiz, kimi öğrenci, kimi çiftçi perişan.

Baktıkça yeni görüntüler akıyor bilgisayarımdan. Yıllardır muhafazakârlığa kale olmuş şehirlerden geliyordu görüntüler; Yozgat’tan, Rize’den, Fındıklı’dan, Kastamonu’dan, Bolu’dan devam ediyor; Konya’dan, Bursa’dan, Urfa’dan ve Niğde’den sürüyordu.

Gösteriler devam ederken başka bir haber geçti haber ajanslarından:

Hoyratlık sınır tanımıyordu. Dünyanın en büyüğü; İstanbul Barosu yönetimi iktidar yargısı tarafından görevden alınmıştı!

Kalabalıklar işte bu hoyratlığa karşı sokaklara akın ediyordu. Onlara bu sefer üniversiteler de katılıyor, İstanbul Üniversitesi, ODTÜ, Hacettepe, Bilkent’in öğrencileri de itirazın sesi oluyordu.

Korkuysa alıp başını gidiyor; kentlerde gösteriler yasaklanıyor, sokaklar tutuluyor, duraklar kapatılıyordu.

Şehirler ise susmak bilmiyordu.

Yıllar yılı hak yemek sıradan hale gelmiş, adaletin hükmü kalmamış ülkenin yurttaşları sokaklardaydı. Emekliler geçinemiyordu artık, asgari ücretliler de öyle; öğretmenler atanmıyor, öğrenciler barınamıyor, sofralarda lokmalar küçüldükçe küçülüyordu.

Sesler şehir şehir, kasaba kasaba, sokak sokak giderek büyümekteydi.

Şaibeli seçimlerle iktidarları gasp edilmiş, kayyumlarla belediyelerine el konulmuş, hayatları örselenmiş, sevinçleri köreltilmiş, varlıkları yok sayılmış, gelecekleri çalınmış olanların kentleri çalkalayan sesiydi bu.

Belli ki bu duyulan, sadece bir belediye başkanına yapılan adaletsizlik için yükselen bir ses değildi. Sadece bir partinin üyelerinin bir araya getiren bir itiraz da değil.

Yıllar yılı yok sayılmış, ötekileştirilmiş, lokmaları küçülmüş, hor görülmüş, haksızlığa uğramışların sesi bu.

Barınamayanların, geçinemeyenlerin, et alamayanların, süt içemeyenlerin sesi.

Açların ayak sesleri bu.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aclarin-ayak-sesleri,49138



22 Mart 2025 Cumartesi

Ekmek de istediler, gül de

Yusuf Nazım
T24 | 8 Mart 2025

Bugün, ekmek de gül de isteyenlerin hikâyesini anlatacağım. Peşinen söyleyeyim; okurlarımın alışageldiğinin dışında, biraz uzunca bir tarih yazısı olacak bu. Yazıyı, içinde 8 Mart’ın bir de öteki tarihini bulup arşivleyenleriniz bile olacaktır. Kadına yönelik şiddetin, zorbalığın sona erdiği, bayramlarını yalansız, yasaksız ve gönül rahatlığıyla kutlayacakları bir dünya dileğiyle. 

Çok değil iki yüz yıl önce kadınlar ikinci sınıf insan olarak görülür, onların erkeğe itaat etmesi gerektiğine inanılırdı. Oy hakkı ise, sadece mülk sahiplerine aitti.

Kadınların meslek edinme, boşanma, seçme ve seçilme hakkı yoktu. Evli olanlar düşük ücret alır, hamile kaldıklarında işten atılabilir, genellikle niteliksiz veya yardımcı işçi olarak düşük ücretle çalıştırılırlardı.

Hukuki açında birey sayılmazlardı. Kamuda memur olarak çalışırsalar evlenme izni de olmazdı.

Fransa’da bile kadınların çalışması 1965 yılına kadar eşlerinin iznine bağlıydı. İngiltere ve bazı İskandinav ülkeleri dışında, kadınların siyasi haklarından bahsedilemezdi. Kocası izin vermezse üniversite okuyamaz, ehliyet alamaz, pasaport çıkaramaz, hastanede tedavi bile olamazdı.

1830, ilk kadın mücadelesi: Lowell kadın hareketi

1800’lü yıllar sanayi devrimi yıllarıydı. Amerika’daki tekstil sektöründe çalışan, 12-30 yaşları arasındaki kadın işçilere Fabrika Kızları (Mills Girls) denirdi. 1813’de Massachusetts’teki Lowell kasabasında, aynı adla anılan bir tekstil fabrikası kurulur. 1840’larda Lowell fabrikalarında çalışan 8 bin işçinin çoğu 16-35 yaş arası kadınlardan oluşmaktadır. 1860’lara gelindiğinde bu dev şirketin işçi sayısı 122 bine ulaşacaktır.

Fabrikada haftalık çalışma süresi 73 saat olan kadınlar, 05.00-19.00 arası, günde 12 ila 14 saat çalışmaktadır. Fabrika sahasına bitişik, her birinde 26 kadının kaldığı yüzlerce pansiyon inşa edilmiştir. Burada, altışar kişilik odalarda kalmaktadır. Üstelik kira ödemektedirler. Bu pansiyonlarda, gece ondan sonra sokağa çıkma yasağı vardır ve işçilerin pansiyonlardan uzaklara gitme şansı yok gibidir.

80 kadın işçi ile başlarında yönetici 2 erkeğin bulunduğu makine odalarında; korkunç uğultular, aşırı sıcak; yağ, iplik ve yün tozu içinde, ablaları ya da anneleriyle birlikte 10 yaşlarında kız çocukları bile çalışmaktadır. Lowell’in 1848 yılı el kitabında, “kilise ibadetine katılmayan ve ahlaktan yoksun kadınların istihdam edilmeyeceği” yazmaktadır.

Buna karşılık bu devasa işçi havzasındaki zor çalışma koşulları, kütüphaneler, tiyatro çalışmaları, seminerlerle yeni bir işçi sınıfı kültürünün doğmasına sebep olacaktır.

1834, Lowell Grevi ve ilk kadın işçi birliği

1834’te Lowell patronları, 1 Mart’tan geçerli olmak üzere ücretlerinde %15’lik indirime zorlarlar. İşçiler önce iş bırakır, ardından grev kararı alırlar. Tecrübesizlik ve örgütsüzlük grevin başarısız olmasına sebep olur. İşçilerin çoğu düşük ücretlerle işbaşı yapmak zorunda kalırlar.


İki yıl sonra Lowell, pansiyon kiralarının arttırılmasına karşı yeni protesto ve grevlere sahne olur. İlk defa olarak bir kadın, oradakilerin şaşkın ve hayran bakışları altında, atölyedeki bir pompanın üzerine çıkar, ateşli bir konuşma yapar. Kadınlar “ekmek” istemektedirler. Bu seferki grev, kira zammının geri alınmasıyla başarıyla sonuçlanır.

1845'te, bir dizi protesto ve grevin ardından, ABD’deki çalışan kadınların ilk örgütlü birliği kurulur: Lowell Kadın İş Reform Örgütü'nü (The Lowell Female Labor Reform Association, LFLRA). Birlik, işçi sınıfının bakış açısıyla Endüstrinin Sesi adlı yayını çıkartır.

8 Mart 1857, New York, efsane ve öteki tarih

Türkiye ve dünya sol literatüründe 8 Mart 1857, ABD’de New Yorklu kadın tekstil işçilerinin grevi ve bu grev sırasında, fabrika kapılarının kilitlenerek çok sayıda kadın işçinin öldüğü gün olarak kabul görmüştür. Oysa ABD’deki işçi hareketleri üzerine detaylı bir okuma yapıldığında farklı bilgilerle karşılaşılır.

Bilindiği üzere 1850’li yıllar, tüm ABD’de işçi hareketlerinin yükseldiği yıllardır. Sanayi işçileri olağan üstü zor koşullar altında çalışmaktadır. Çok yaygın olarak, 1857 New York’unda, tekstil sektöründeki bir grup kadın işçinin düşük ücretle ve çalışma koşullarının düzeltilmesine yönelik, protesto gösterilerinde bulunduğundan bahsedilir.

Ne var ki, gerçekte 1857 tarihinde, New York’ta yaşanmış önemli bir grev kaydına rastlanmamaktadır. Yani böyle bir olayın kayıtlı belgesi yoktur!

Bu kabulün esasının, Fransız komünistlerinin 1857’de olduğu iddia olunan greve atıfta bulunarak, 50 yıl sonra 1907’de yapıldığı söylenen mitinge dayandığı görülür. Belgelenmemiş olmasından dolayı, her iki olayın da yaşanmamış olması olasılığı güçlü gözükmektedir.[1] [2]

Bu arada, uluslararası kadın hareketinin önemli figürü Klara Zetkin’in doğum gününün de 1857 yılı olması, konuya spekülatif bir yorum getirilmesine de sebep olmuştur. Bu yorum, 1933 yılında ölen Klara’nın anısına bir saygı anlamında, kadın mücadelesinde bir kilometre taşı olarak bu tarihin seçilmiş olabileceği yönündedir.

1889, Paris, Uluslararası İşçiler Birliği’nin Kuruluş Kongresi

Uluslararası İşçiler Birliği anlamına gelen II. Enternasyonal'e katılan kadın delegelerin, işçi kadınların sorunlarıyla uğraştıkları görülür; Kadın delegelerden biri kongredeki aktif çalışmalarıyla dikkati çekmektedir. Alman Kadın İşçiler Birliği‘nin temsilcisi Klara Zetkin’dir. Klara, 1889 yılında Paris’te yapılan kongreye sunduğu Kadının Kurtuluşu İçin başlıklı raporda, salt kadın hakları savunuculuğu reddedilir ve sınıf mücadelesi temelinde kadınlar mücadeleye çağrılır.

17 Ağustos 1907’de Stuttgart’ta, Birinci Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı toplanır. Konferansta oluşturulan, Uluslararası Sosyalist Kadın Sekretaryasının başına Klara Zetkin geçer. Klara bu görevi 1917 yılına kadar sürdürecektir.

Konferans kararlarının tümü, kadının iktisadi ve toplumsal hayatta tam eşitliğini esas alır. Kadınlara ayrımsız oy hakkı da alınan kararlar arasındadır. Konferansta ayrıca, Eşitlik isimli kadın gazetesinin uluslararası sosyalist kadın hareketinin merkez yayın organı olmasına karar verilir. Gazetenin editörlüğüne Klara Zetkin seçilir.[3]

Dünya emekçi kadın hareketi artık yükseliş dönemine girmiştir. 26-27 Ağustos 1910’da, Kopenhag’ta İkinci Uluslararası Kadın Konferansı düzenlenir. Sendikalar, sosyalist partiler ve çalışan kadın kulüplerini temsilen 17 ülkeden 100 kadın delegenin katıldığı konferansta, kadınlara yönelik talepler tarihi önemdedir.  Dikkat çekici talepler arasında; kadın işçilere günde sekiz saatlik çalışma süresi, hamile kadın işçilere doğumdan önce 8 haftalık doğum izni, emziren kadınlara süt izni, 12 yaşından küçük çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, işsiz kadınlara sosyal güvenlik ve kadınlara oy hakkı da bulunaktadır.

Aynı Konferans’da, tarih belirtilmemek ve ilki bir sonraki yıl düzenlenmek üzere her yıl Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü’nün kutlanması benimsenerek karar altına alınır ve bu günün, uluslararası dayanışma ve mücadele günü olarak her yıl kutlanması için çağrı yapılır. [4]

Alınan bu kararın sonucunda, sadece Almanya, Avusturya, Danimarka ve İsviçre’de 1911 yılının 19 Mart'ında Uluslararası Kadın Günü olarak, 1 milyondan fazla kadının katılımıyla kitlesel kutlamalar yapılır.

Konferanstan çok değil, 6 gün sonra ise acı bir olay yaşanacaktır.

25 Mart 1911, New York, Triangle Gömlek Fabrikası Yangını

1900’lü yıllarda Amerikan sanayi işçileri çok ağır çalışma koşullarına sahiptir. New York’taki Triangle Gömlek Fabrikası’nda yangın çıkar. Fabrikadaki yöneticilerin, işçilerin iş zamanlarını zapturapt altına almak amacıyla atölye kapılarını kilitli tutuyor olmaları facianın boyutunu arttırır. Yangında, 123 ü kadın olmak üzere 146 tekstil işçisi ölür. Ölümlerin yarıya yakını fabrika binasını üst katlarından atlayarak düşme sonucu gerçekleşir. [5]

Olaya ilişkin olarak, Cornell Üniversitesi’nin referans verilen web sitesinde geniş bir kaynakçaya ulaşılabilir. Ayrıca ABD işçi sınıfı tarihinde önemli bir yer tutan bu olayla ilgili birçok da kitap yayınlanmıştır. [6]
Keza, Birleşmiş Milletler Çalışma Departmanı arşivlerinde de bu olayın geniş bir hikâyesi yer almaktadır. [7]

Bu olaydan 10 ay sonra, yine ABD’de dünya emekçi kadınlarının mücadelesinde derin izler bırakacak başka bir olay yaşanacaktır. Bu, tarihe Ekmek ve Gül Grevi olarak geçecek olan görkemli bir kadın direnişidir.
1 Ocak 1912, Ekmek ve Gül: Massachusetts, Lawrence Tekstil İşçileri Grevi

Amerika’nın Massachusetts eyaletinde, kırk farklı ulustan işçilerin çalıştığı dünyanın en büyük tekstil fabrikası olan Lawrence’ta işçiler çok ağır koşullar altında çalışmaktadır. 1 Ocak 1912’de çıkan yeni iş yasasıyla kadın ve çocuk işçilerin haftalık çalışma süreleri 56’dan 54’e düşürülür. Bu küçük yasal iyileştirme onlar için çok değerlidir. [8]

15 gün sonra Polonyalı işçiler, haftalık çalışma saatlerinin düşürülmesi karşılığında, ücretlerinde %3,5 oranında düşüş olduğunu görürler. Büyük bir öfke dalgası fabrikaya yayılır. 11 Ocak 1912 günü Polonyalı işçileri iş bırakarak yürüyüşe geçer. Bir gün sonra aynı ücret düşüşünün, Washington Mill adlı yün şirketi çalışanları da yapıldığı anlaşılır. Lawrence’ın diğer atölyelerinde de aynı durumun olduğu anlaşılır. Lawrence işçileri buralarda da iş bırakır. Grev bir anda bütün Lawrence Fabrikalarına yayılır. İşçiler aralarında komiteler kurarlar. 14 ulusun işçilerinden oluşan 56 kişilik bir ana komite grevin sorumluluğunu üstlenir.

Grev boyunca yayınlanan bütün bildiriler 25 farklı dile çevrilir

Talepleri, eşit işe eşit ücret, haftalık 54 saatlik çalışma, %15 ücret artışı, fazla mesai karşılığında çift ödemedir.

Kadın işçiler grevin ana unsurlarıdır. Grev boyunca yayınlanan bütün bildiriler 25 farklı dile çevrilir. Grevci kadın işçilerin ana sloganı, Bread & Rose; yani Ekmek ve Gül’dür. Ekmek, kadınların ekonomik taleplerinin, gül ise daha iyi yaşamı ifade etmektedir. Dolayısıyla bundan böyle kadınlar, ekmek de istemektedirler, gül de.

ABD sanayi işçileri tarihinde çok önemli yer tutan grev önemli kazanımlarla sonuçlanır. Ancak, yasal güvenceye bağlanamadığından kazanımlarının birçoğunu sonradan kaybederler. Buna rağmen grev, kadın işçilerinin örgütlenme, mücadele ve direniş tarihinde önemli bir çentik açacaktır.[9]

8 Mart 1917, Petrograd Tekstil İşçilerinin yazdığı tarih

1914’de, 1.Dünya Savaşı sürerken Amerika ve Avrupa kıtasında işçi hareketleri de hız kazanmakta, Rusya’da da bambaşka şeyler olmaktadır.

8 Mart 1917’de (eski takvimle 23 Şubat), Petrogradlı kadın tekstil işçileri, tüm fabrikalarda aynı anda greve çıkarlar. Grevler kente yayılan büyük bir direnişe dönüşür. Tarihe, Şubat Devrimi olarak geçecek ve Rusya’daki Çarlık rejimine karşı başlayacak direnişin ilk ateşidir bu. Grevin arkasından Şubat Devrimi gelişecek, derken 1917 Ekim Devrimi’nin koşularını hazırlayacaktır.

1917 Ekim Devrimiyle kurulan yeni Sovyet devleti, o güne kadar kazanılmış bütün kadın haklarını koruyup ilerletmeyi amaç edinir. 8 Mart 1917’deki Petrogradlı kadın işçilerinin direnişine bir saygı olarak 8 Mart, Emekçi Kadınlar Günü olarak 1922 yılından itibaren resmileştirilir. [10]

Böylece emekçi kadın tarih sahnesine, ekmeğin yanına gülü de ekleyerek, bütün haklarıyla birlikte yeniden çıkmış olur. Bu tarihten sonra, başta sosyalist ülkelerde olmak üzere tüm dünyada 8 Mart Emekçi Kadınların Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü olarak kutlanmaya devam eder.

16 Aralık 1977; kadının emeğinden ayrıldığı yıl

Bundan tam 56 yıl sonra, 16 Aralık 1977’de ise Birleşmiş Milletler 8 Martı “emekçi” sıfatından özenle ayıracak "Dünya Kadınlar Günü" olarak ilan edecektir.

Kavramların içini boşaltmak çoğu zaman egemen sınıfların işine yarar. 1911 yılında New Yorklu kadın işçiler ekmek de talep etmişlerdi, gül de… Oysaki çağımızın modern kapitalist sınıfı, Birleşmiş Milletler’ in bu kararıyla, kadınların sadece gül ile yetinmesini arzu eder gibidir.

O tarihten bu yana bir çekişme yaşanır; bir yanda kadını emek mücadelesinden ayırmak isteyen egemenlerin 8 Mart gününü, kadınların sadece gül ile yetinecekleri bir anlama hapsetme çabası; öte yanda emekçi kadınların onu, gerçek tarihsel anlamıyla yorumlayarak kadınların uluslararası dayanışma ve mücadele günü olarak kutlaması…

Türkiye’de 8 Mart’ın tarihi: Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova

8 Mart’ın Türkiye’de ilk kutlaması iki komünist kadının girişimleriyle olur. Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova adlı iki kız kardeştir bunlar. Türkiye Komünist Partisi üyesi olan kardeşlerin öncülüğünde Ankara yakınlarındaki bir bağ evinde TKP’li kadınların genel toplantısı yapılır. Burada açıklanan Şerif Manatov ‘un bildirisiyle 8 Mart 1921 günü, Uluslararası Kadınlar Bayramı olarak kutlanır. [11]

Sonraki yıllarda kutlamalar düzensizdir. Yeni Cumhuriyet ilericileri, aydınları, komünistleri olduğu gibi kadın hareketini de baskılamakta gecikmez. Ancak 1975 yılından itibaren, daha yaygın ve yığınsal kutlamalar yapılmaya başlar.

1975’de İlerici Kadınlar Derneği kurulur. İKD, kadın mücadelesini işçi sınıfı hareketinin bir parçası olarak görür. Üye sayısı on beş bine yakındır. 33 şubesi, 35 temsilciliği vardır. Yayın organı Kadınların Sesi ise otuz beş bin tiraja ulaşır.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra dört yıl süreyle kutlamalar yapılamaz. 1984 yılından sonradır ki Emekçi Kadınlar Günü yeniden kutlanmaya başlar.

Sonraki yıllarda 8 Mart, çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" veya “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya devam eder.

Adına ister Emekçi Kadınlar Günü, isterse de Kadınlar Günü diyelim, 8 Mart kadınların uluslararası dayanışma ve mücadele günü olarak doğmuştur, bu şekilde anlaşılmaya da devam edecektir.

Tüm dünyada ücret eşitsizliği, kadın emeği sömürüsü, erkek egemen kurallar, cinsiyet ayrımcılığı, kadın cinayetleri ve şiddet, düşük ücret, analık hak gaspı, mobbing gibi uygulamalara karşı kadınların mücadelesi devam etmektedir. Ülkemizde iktidar, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak suretiyle bunu daha da katmerleştirmiş, cezasızlığı adeta kural haline getirmiştir.

Bu güne kadar ki tarihsel mücadelelerinde kadınlar, ekmek de istediler, gül de. Bugünden sonra da istemeye devam edecekler.

[1] Liliane Kandel and Françoise Picq, "Le Mythe des origines à propos de la journée internationale des femmes." La Revue d'En Face, No. 12 (Fall 1982) 67-80

[2] Temma Kaplan On the socialist origins of International Women’s Day Feminist Studies 11, No. 1 (1985), pp. 163-171.

[3] Alexandra Kollontai: Selected Articles and Speeches, Progress Publishers, 1984

[4] Alexandra Kollontai: Selected Articles and Speeches, Progress Publishers, 1984 (https://www.marxists.org/archive/kollonta/1907/is-conferences.htm#n12)

[5] Cornell University, Web site, https://trianglefire.ilr.cornell.edu/

[6] - The Triangle Shirtwaist Factory Fire: The History and Legacy of New York City's Deadliest Industrial Disaster Paperback – October 1, 2014

  - Triangle: The Fire That Changed America Paperback – August 16, 2004

  - The Triangle Shirtwaist Factory Fire: Core Events of an Industrial Disaster (What Went Wrong?) Paperback – January 1, 2014

[9] Kitap: The Great Lawrence Textile Strike/New Scholarship on the Bread & Rose Strike

[10] - https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1921/mar/04.htm

   - The Universty of Chicago, https://iwd.uchicago.edu/page/international-womens-day-history#1909 The First National Woman's Day in the US

[11] Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908-1925) Belgeler 2 (1991). sayfa 513, İstanbul: BDS Yayınları.


https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/ekmek-de-istediler-gul-de,48930