Bizim Çağ Edebiyat
28 Ekim 2023
Aygül Aydoğdu
Aygül Aydoğdu: Yusuf Nazım, küçük yaşlarda
şiirle başlıyor yazmaya. Halen birçok gazete ve dergide denemeler, köşe
yazıları yazıyor; Kızak ve Leyla’yı Beklerken adlı iki öykü kitabı var.
Yaşamınızdaki yazma çeşitliliğini görünce edebiyatta kendinizi nereye konumlandırdığınızı merak ettim. Hangi türde yazma motivasyonunuz daha güçlü?
Yusuf Nazım: Ben çocukluğunu dört bin yıl önce yaşamış biriyim. Toprağına basıp havasını kokladığım kültür ve üretim ilişkileri dört bin yıl öncesine ait. 1960’lı yıllara kadar da değişmemiş. Bakın bilgisayarların, cep telefonlarının, radyo ve televizyonların, robotların, uyduların, yapay zekânın demiyorum; elektriğin, suyun, akaryakıtın, bakır tellerin, motorlu taşıtların olmadığı bir dünyadan bahsediyorum. Sadece insan ve hayvanlar arasındaki bir dayanışma ile toprağın, buğdayın, ağacın var olduğu bir dünya…
İçinde çocukluğumu büyüttüğüm toplumun gerçeği işte bu. Ama bir şeyler var yine de; sözcükler, ezgiler, deyişler ve yazı… Aslında yazının bile çok geç geldiği bir coğrafya. Düşünüyorum da yaşadığımız köyün yazılı tarihi o kadar sınırlı ki. Binlerce yıl öncesinin insanı taşa, kayaya, papirüse yazarken biz, yaşadığımız kapalı ekonomik alanda yüz yıllık yazılı tarihe bile sahip değiliz. Örneğin benim yüz yıl önceki atalarımın bana bıraktığı yazılı hiçbir miras olmadığını çok sonraları şaşırarak fark ettim.
İşte bu koşullarda kelimelerin büyülü dünyasıyla buluşmam benim kaçınılmaz olarak toplumsal gerçekçi bir alanda düşünmeme, duygulanmama, yazmama sebep oldu denebilir.
Gazete yazarlığına gelince son yıllarda daralttım, sadece T24’te yazıyorum. Bunlar da politik ya da gündemi yorumlayan köşe yazıları değil. Bu tür yazıları sevmiyorum zaten. Benim işim de değil. Benimkiler yine hayatın damarıma basıp da kendimi durduramadan yazdığım yazılar. Çoğu öyküyü andıran, lirik denemeler. Hatta kimilerinde lirizm öyle yoğun oluyor ki kimi okurlarım, bugünkü şiirini okudum, diye yorum yapıyor.
A. Aydoğdu: Sunay Akın, Leyla’yı Beklerken adlı öykü kitabınızın sunuş yazısında “Öykü sanatının güçlü bir yağmuru altına girecek ve sonunda sırılsıklam olacaksınız.” diyor. Gerçekten öykülerinizde fotografik gözlem gücü, kurgunun sağlamlığı, ayrıntıların zenginliği yanında dilin çok renkliliği de göze çarpıyor. Tüm bu bileşenleri besleyen nedir?
Y. Nazım: Sevgili Sunay Akın’a öykü kitabıma bir ön söz yazar mısın, diye sorduğumda benden kitabı istemişti. Yanıt olarak yazılmış bir ön söz geldi. Bir insanın duygu dünyasına bu kadar derinlikli inebilmek, olsa olsa Sunay Akın gibi bir ustaya yakışırdı doğrusu. Beni yazmaya iten o köklü duyguları, geceleri yazarken içine düştüğüm duygu durumunu, coşkuyu, sesli/sessiz attığım çığlıkları bu kadar iyi hissedebilmek herkesin harcı değil. “Bana yağmuru anlatma yağdır!” Tam da yapmak istediğim şeyi, yağmuru yağdırmaya çabalayışımı öyle güzel yakalamış ki… Gördüğüm, tanık olduğum, hissettiğim her şeyin; acının, sevincin, hüznün bendeki kopyasının okura geçmesini ister gibi bir duygu ile yazmak… Dolayısıyla beni besleyen şeyin yaşamın içindeki o derin gerçeklik olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.
A. Aydoğdu: Öykülerinizdeki karakterlerin çoğunda oldukça coşkulu, sıcak, yoğun hatta çocuksu bir insan sevgisi var. Giderek her anlamda kirlenen bir dünyada, birbirine düşmanlaşan insanlar arasında karakterleriniz bu sevgiyi nasıl bu denli diri tutabiliyor?
Y. Nazım: Dünyayı iyi yaşamak, onu güzelleştirebilmek için aşktan ve sevgiden başka neyimiz var ki? Dolayısıyla öykülerimde de, içlerinde bu güzel kavramları diri tutan kahramanların olması çok doğal. Tabi sadece onlar değil. Olumlu kahramanlar kadar bunların karşıtları da mevcut. Hikâyeler onların çevresinde dönüyor. Onlar da yaşamın içinde varlar ve birbirine karşıtlar. Bu karşıtlık ne kadar fazlaysa, çelişkiler o kadar keskin ve hikâyeler de bir o kadar güçlü oluyor.
A. Aydoğdu: Aşk Bir Aldatma, Leylayı Beklerken gibi kadın gözüyle yazılmış başarılı öyküleriniz var. Kadının dünyasına dair yetkinliğinizin kaynağı nedir sizce?
Y. Nazım: Yetkin olmak sözü abartılı olabilir, haddime mi? Oradaki, bilinç akışı yöntemi ile anlatılan bir hikâye. Bir kadının reflekslerini, iç dünyasını, duygularını iyi verebilmişsem ne âlâ. Şöyle diyeyim, kimi zaman karakterle konuşurken onunla aramda duygu alışverişi olur. Başlangıçta tek yönlü gelişen, sonra karşılıklı olan bir etkileşim bu. Eğer bir kurgu karakterle değil de, gerçek kahramanla konuşuyorsam bu duygu geçişi çok daha hızlı olur. Kelimeler adeta kulağından girer bütün hücrelerime, yüreğime bıçak gibi saplanır. Belki de kimi öykülerdeki kadın karakterler gerçektir.
A. Aydoğdu: Ezilenin, sömürülenin, ötekinin yanında sınıfsal bir bakış açısıyla yazıyorsunuz. Dolayısıyla öykülerinizin bir derdi var. Okuyucunuza ne anlatmak istiyorsunuz yani yazar olarak sizin derdiniz nedir?
Y. Nazım: Asıl dert hayatın içinde, gerçekte. Ben onu alıp daha görünür hale getiriyorum. Çoğu zaman o dert, toplumun ve bireyin içinde yaşadığı karmaşa ve kaos içinde kaybolup gidiyor. Aynı zamanda birilerinin işine de yarıyor olabilir bu. İşte bu hengâme ve karışıklıkta kaybolup giden o gerçekliği soyup çırılçıplak hale getirerek toplumun önüne koymak… İşte benim derdim de bu! Sonuçta, dedim ya, aşktan ve sevgiden başka neyimiz var ki? Belki bunu hatırlatmak gibi bir misyonum var benim de…
A. Aydoğdu: Öyküleriniz farklı illerden farklı ülkelere geniş bir coğrafyayı içeriyor. Bu çeşitlilik bana öykülerinizin otobiyografik izler taşıyabileceğini düşündürdü. Yanılıyor muyum, ne dersiniz?
Y. Nazım: Otobiyografik denir mi buna emin değilim. Hayatın içinde yolculuklar yapıyoruz hepimiz. Dokunuyoruz, hissediyoruz, duraklıyoruz; gülüyor, ağlıyor, seviniyoruz… Ben kimi dokunuşlarımda duruyor ve tanık oluyorum. Dolayısıyla çoğunlukla başka hayatlara dair oluyor hikâyelerim.
A. Aydoğdu: Öykülerinizin arka planında değil tam da göbeğinde toplumca yıllardır yüzleşemediğimiz darbeler, köy boşaltmalar, kadının sömürülmesi gibi konuların yarattığı acılar, çığlıklar var. Öyküleriniz toplumun kendisiyle yüzleşmesi konusunda bir misyon taşıyor olabilir mi?
Y. Nazım: Daha önceki başka bir soruda, farklı bir bağlamda yanıtladım bunu. Doğru, öykülerim bireyin ve toplumun kendine bakmasını sağlamak gibi bir misyon taşıyor olabilir.
“Elbette ki beni de değiştiriyor, geliştiriyor, dönüştürüyor yazdıklarım. Düşündükçe ilerliyor, yazdıkça gelişiyor, kazdıkça daha derine iniyorsunuz.”
A. Aydoğdu: Sanatın, edebiyatın, okumanın ve yazmanın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Örneğin yazmak sizi geliştirip dönüştürdü mü?
Y. Nazım: Kuşkusuz ki yazınsal ya da felsefi her edimin toplumu değiştirip dönüştürmek gibi bir gücü vardır. İnsanın duygularına yönelen her etkinlikte bunu görmek olası. Bu anlamda elbette ki beni de değiştiriyor, geliştiriyor, dönüştürüyor yazdıklarım. Düşündükçe ilerliyor, yazdıkça gelişiyor, kazdıkça daha derine iniyorsunuz…
A. Aydoğdu: İlhan Erdost’a ilişkin Sigarası Kol Saati Kalemi Bize Kaldı adlı öykünün ortaya çıkış süreci nasıl oldu, anlatır mısınız?
Y. Nazım: Okurken hissedilmiş ve öyle sorulmuş bir soru gibi geldi bana. Birçoğunda olduğu gibi rastgele ve kendiliğinden bana bulaşan bir hikâye bu. Ankara’da Devrimci 78’liler Federasyonu’ndan arkadaşların her yıl düzenledikleri 12 Eylül Utanç Müzesi sergisi vardı. Ağrılı, karanlık bir geçmişe ilişkin hafızayı canlı tutacak kimi nesnelerin; işkencede öldürülen birinin ceketi, idam edilen bir başkasını ayakkabıları, kimi işkence aletleri, Diyarbakır zindanlarında yaşananları canlı kılacak işkence odalarının… sergilendiği bir müze. Ankara’daki sevgili arkadaşım Yasemin’e de 12 Eylül Askeri Darbesi sırasında işkencede öldürülen yayıncı İlhan Erdost‘un eşyalarını temin etmek görevi düşüyor. Yasemin üstlendiği görev için ağabeyi Muzaffer Erdost‘un kapısını çalıyor. Hüzün dolu bir buluşma. Muzaffer Erdost çıkarıyor kolileri, içindekileri bir bir masaya koymaya başlıyor; ayakkabısı, sigarası, kol saati, kalemi… Yasemin Ankara’da ben İstanbul’dayım, yazışıyoruz… O anlatıyor, ben dinliyorum; o ağlıyor, ben yazıyorum… Sonra ikimiz birden ağlıyoruz… İşte, öykü böyle çıktı.
A. Aydoğdu: Okuruyla buluşmayı bekleyen yeni çalışmalarınız var mı?
Y. Nazım: Bir öykü, bir deneme, iki de şiir dosyam hazır. Ancak bunlardan önce son üç buçuk yıldır üzerinde çalıştığım tamamlanmış üç ciltlik bir roman serisi var. Bağımsız evrim bilimci Oktay Kaynak’la ortak isimle basılacak. Birinci cilt yeni yıldan önce okurla buluşacak. Adı “aklın ayak izleri-eşik” Zekânın hikâyesi de diyebiliriz buna. İnsan aklının hikâyesini yazarken kazmayı derine, daha derine vurmamız gerekti. Roman, 18 milyon yıl öncesinden başlıyor, yaşadığımız çağın içinden geçip geleceğe doğru ilerliyor… Daha fazlasını söylemeyeyim.
A. Aydoğdu: Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.
https://bizimcagedebiyat.com/yusuf-nazimla-soylesi/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com