21 Kasım 2023 Salı

Turan Horzum - Yusuf Nazım
15 Temmuz 2023


1992 yılından itibaren gazete ve dergilerde öyküler denemeler makaleler yazıyorsunuz. İlk öykü kitabınız ‘KIZAK’ 2012 yılında okuyucusuyla buluştu. İçeriğinden bolca söz edeceğimiz ‘LEYLA’YI BEKLERKEN öykü kitabınız ise 2017 yılında İnkılap yayınevinden çıktı. Arada kurmaca metin konusunda uzun aralıklar olduğunu görüyorum. Yazma serüveninizden biraz söz eder misiniz?

Önce şairler girdi kanıma. Çocuktum. On üç yaşındaydım, şiirle başladı yolculuğum. Ancak bunu mutlaka öncesi olmalıydı. Düşündükçe henüz okusun zamanlarıma kadar gidiyorum.

Benim babam terziydi. Çukurova’nın topraklarında ışık olmuş Düziçi Köy Enstitüsü’nden dönüşme Öğretmen okulunun terzisi. İlkokul mezunu olan babamın her akşam eve, koltuğun altında bir Cumhuriyet ya da Vatan gazetesi ile geldiğini görmek unutamadığım bir şeydi. Yıllar sonra babamın dönemin ilk ve büyük sendikası olan Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) üyesi olduğunu ve onun küçük not defterinde şaşmaz bir şekilde sendika aidatlarını ödediğini keşfetmek benim için şaşırtıcı olmuştu. Çocuktum. İlkokula dahi gitmiyordum. Belki de ilkokulun ilk yıllarındaydım. Ailecek misafirliğe gittiğimiz evlerin sehpalarında eksik olmayan dergiler, masal kitapları; dolu dolu raflardan odaya yayılan mürekkep ve kitap kokuları, çay ve kahve sohbetlerinde geçen sözcükler, kulaklarımı okşayan yorga giden atlar gibi uyaklı dizeler… Bütün bunların babamın da terzisi olduğu Düziçi Öğretmen Okulu’nun edebiyat, tarih, kültür ve sanat öğretmenleri olduğunu çok sonraları öğrenecektim. Ne ilginçtir ki ilkokul mezunu babam, kimi şair, kimi öykü yazarı, kimi tiyatro aşığı olan bu seçkin aydın topluluğunun değişmez bir üyesiymiş. Hep beraber katıldığımız bu aile toplantılarında babam, kitap ve mürekkep kokuları arasında sözlerin, anlamların ve kelimelerin sihirli dünyasıyla bizleri buluşturduğunun muhtemelen farkında bile değildi. Kim bilir, edebiyata olan yatkınlığımın kökleri o yıllara gidiyordur. Ona, Çukurova’nın bereketli topraklarından ayrılarak döndüğümüz memleketim Ardahan’da; karın, ayazın ve zemherinin keskin soğuğunda bilinen düşlerimin de etkisi olsa gerek. Bir de bunu, Amerikan ve Rus edebiyatı klasikleri ile olan erken tanışmam; çocukluğunu erken büyütmüş birisi olarak kendim içinde bulunduğum sosyal ve siyasal çalkantılar arasında sosyal ve Siyasal birimleri olan ilgim; iktisat araştırmaları, evrim okumaları…

Şu olayı hiç unutmuyorum: yazın babaannemin odasındaki masada oturmuşum. Kapı açılıyor mahalle arkadaşım içeri giriyor, derin bir of çekiyor; canının çok sıkıldığını söyleyerek bana, senin niye canın sıkılmıyor diye soruyor. Şaşkın gözlerle arkadaşıma bakıyorum. Önümde, üst üste dizilmiş, birçoğu Nazım Hikmet’e ait ondan fazla şiir kitabı. 15 yaşında bir bacaksız olarak büyük şairin şiirini araştırmaya koyulmuşum…

Her yazar kendisine uygun bir anlatı dünyası seçer. Belki mizacına, belki yaptığı okumalara, yetişme biçimine göre… Siz kendi anlatı dünyanızı nasıl açıklarsınız?

Benim anlatı dünyamın temel motivasyonu duygulardan oluşuyor. İçinde duygu olmayan hikâye benim için hikâye olmaktan çıkıyor. Keza şiirler, gazete yazıları, denemeler de öyle. İllaki bana bir duygu geçişinin olması gerekiyor. O duygu geçişi olmuşsa eğer, yazmadan edemiyorum. Bu benim yazma serüvenimin olmazsa olmazı. Ben asla ve asla hadi bugün oturup da şunu yazayım; ya da bugün bir hikâye kurgulayayım veyahut iki şiir yazayım demiyorum, diyemiyorum. Duygu bir yerden bulaşıyor bana; bir çiçeğin açışından, bir yağmur damlasını düşüşünden, sahilde tek başına oturan bir kadının gözlerindeki hüzünden, tanık olduğum ve etlerimi lime lime eden herhangi bir ötekileştirmemin yüzünden.

Diyebiliriz ki, insan ilişkileri hikâyelerinizin ana omurgasını oluşturuyor. Bu ilişkiler üzerinden günümüz toplumunun geldiği noktayı eleştiren bir bakışınız var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Hani önceki soruda duygular dedim ya; duygular olmadan benim için yazın faaliyeti de olmuyor. Bu duygular en çok, insandan başka nereden geçebilir ki? Yaşadığımız gezegenin en çok etkileyen; değiştiren, iyileştiren, harap eden ve aciz erk eden yegâne canlı insan. Dolayısıyla duygularımıza sirayet eden de kaçınılmaz olarak insan ilişkilerinde yatan hikâyeler oluyor. Bu hikâyelerin yatağı ise içinde büyüyüp geliştiği toplumdan başkası değil kuşkusuz. Toplumun tamamına hâkim olan sistematik ilişkiler ve kurumsallaşma bu hikâyelere yol açıyor, kışkırtıyor ya da seyrini belirliyor. Yani insan olan çoğu hikâyenin eninde sonunda gelip toslayacağı yer genellikle toplumsal örgütlenmenin kendisi oluyor. Tabii, benim de son yıllarda üzerine iyice düşündüğüm gibi bu örgütlenmelerin mucidi de yine insanın kendisi. Bu konunun ucunu burada açık bırakarak bitireyim…

Tam burada Leyla’yı Beklerken öykü kitabınıza girmek istiyorum. Bu kitabı iki kez okudum. Her ikisinde de ağladım, üzüldüm, içimi yedim, sesimi çıkarmadan bağırdım tüm insanlık duysun diye. Hikâyelerde gerçek ve kurgu öyle harmanlanmış ki samimiyet hiç elden bırakılmıyor.

Hikâye temalarının yaşanmışlıklar olması mı bu samimiyeti ortaya çıkarıyor?

Dediğiniz gibi öyküleri okuduğunuzda bu duygulara kapılıyorsanız bir parça başarılı olmuşum demektir. Yoksa okur kitabı bitirdikten sonra kaldırıp sıradan hareketlerle rafa koyuyorsa öyküler olmamış demektir. Ve ben başaramamışımdır. Ben, bana geçen duyguyu olabildiğince öyküye aktarmaya çalışıyorum. Bir olaya tanık olduğumda ya da yazamaya koyulduğumda, ne yaşıyorsam, ne hissediyorsam, nasıl duygulanıyorsam okuru da buna ortak ettiğim ölçüde başarıya ulaştığımı düşünüyorum. Benim ağladığım kadar okur ağlamalı, acı çektiğim kadar o acıyı hissetmeli, haykırabildiğim ölçüde oda haykırmalı diye düşünüyorum. Sunay Akın’ın Leyla’yı Beklerken öykü kitabımın önsözünde aktardığı Victor Hugo’nun sözündeki gibi “ey şair bana yağmurdan söz etme, yağdır!” İşte tam da bu! Yağmuru öyle anlatmalıyım ki okur sırılsıklam olmalı; onu öyle bir ayazla baş başa bırakmalıyım ki iliklerine kadar üşümeli; ona bir ananın sokakta yalnız yatan ölü bedenini öyle bir anlatmalıyım ki okur, kendi annesinin öldüğüne inanmalı… Böyle olunca, öykülerimin bir ucunun gerçeğin ta kendisine dokunması doğal oluyor. Bu benim için böyle tabii. Bir başkası çıkar, pekâlâ aynı olayı bir kurgu olarak da tasarlayabilir. Başarılı da olur. Ancak benim için hayat, içinden sayısız hikâyeler çıkarmaya yetecek kadar zengin. Burada asıl olan hikâyenin özü. Bu öz bazen duyduğum bir sesten, otobüste işittiğim bir cümleden, ormanda dinlediğim bir ezgiden ya da tanık olduğum kısacık bir an’dan ibaret. İşte o kısacık an, duyduğum o ses, kulağıma çalınan ezgi ya da otobüsteki cümle öykünün kendisidir. O anda öz ortaya çıkıyor. Sonrasında bana, onu kelimelerle sarıp sarmalamak, imgelerle beslemek ve hayal dünyamda zenginleştirerek hayata sunmak düşüyor.

İkinci öykünüz için Bir Dersim hikâyesi diyebilir miyiz?

Kesinlikle öyle. Yine, hayatın apansız karşıma çıkardığı gerçek bir hikâye bu. Belgeselci dostlarım Nezahat ve Kazım Gündoğan çifti yıllardır Dersim'in kayıp kızlarının izlerini sürüyorlar. Elinde kamera ve ses kaydıyla şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşan sevgili kazım yaptığı sözlü tarih araştırmasının hikâyelerini eve döndüğünde bana anlatırdı. Tabi her seferinde duygu yüklü, dolmuş taşmış olarak gelirdi kazım. Anlatarak, paylaşarak sanırım bir parça rahatlardı muhtar boşalırdı. Ben de bu hüzünlü hikâyeleri büyük bir dikkatle dinlerdim. Geçmişini hatırlamakta güçlük çeken Dersimli bir kadının izlerini süren Kazım, bir gün onun sisler içinde kalmış çocukluğunu anımsayıp; saklandığı çalılıklar arasında, elinde silahıyla askeri görüşünü “babamın da makinası vardı” diye anlatması, benim için hikâyenin başladığı ve bittiği andı. O anda bütün hikâye zihin dünyamda sökün etmişti. İşte o an, tüylerim diken diken olmuş olarak Kazım’a bunu yazmalıyım, demiştim. O da yaz diye desteklemişti beni. Sonradan Kazım ve Nezahat bu olayın Dersim’in Kayıp Kızları isimli belgeselini çektiler, ben de Babamın da makinesi vardı adlı hikâyesini yazdım.

Kitaptaki ‘Aşk Bir Aldatma’ hikâyesi diğer hikâyelerden tema olarak çok farklı. Diğer öykülerde; sürgün, köy boşaltmaları, darbe günleri, ucuz işgücü, gurbet, paylaşma gibi konular işlenirken bu öykü de ince bir ironi ve mizah harmanlamasıyla yine toplumsal bir konudan söz ediyorsunuz. Yazma biçiminizle ilgili bu öyküden yola çıkarak neler söyleyebilirsiniz?

Mizah, öykülerimde pek az yer verdiğim bir olgudur. Bu bir eksiklik olarak görülebilir. Katılıyorum da. Zira en dramatik bir olayın içinde bile ince bir mizah olabilir. Bu da hayatın bir gerçeği. İşkenceye giderken ya da çıktıktan sonra espri yapan insanlar bilirim. Ya da işkence sırasında… Hayatın içinde var olan bu naif yönleri öykülerden esirgemek doğru olmaz. Bunları da öykünün bir unsuru olarak kullanmak, okuru hayatın kendisine biraz daha yaklaştırmak, güldürmek, sevindirmek ve rahatlatmak önemli. Kaldı ki bunu yapmakla öykünün eksenini kaydırmış olmuyorsunuz. Sadece beslemiş, zenginleştirmiş oluyorsunuz. Bu öyküde de kurgunun yanı sıra olayın diğer ucunda yaşanan çıplak bir gerçeklik var. Yine yaşayan bir karakter geziniyor öyküde. Mektuplar yazılıyor karşılıklı, hediyeler gönderiliyor; naif, mütevazı, incelikli. Bu arada söylemeliyim ki, bir ucu gerçeklikle başlayan öykülerin, kitapta yayınlandıktan sonra da hikâyesi sürebiliyor. Çünkü karakterler canlı, onlar yaşıyorlar, bazen okurla, bazen yazarla karşılaştıkları oluyor. Üstelik yeni öyküler yaratarak. Hatta yaşayan bir karakterin, hiç beklenmedik bir anda, bir kitabı okurken, o kitabın içinde kendi kendisi ile karşılaştığı bile oluyor.

Anlatıda en belirgin yanlardan biri, ayrıntılara verdiğiniz önem. Adeta dantel işler gibi ince ince örüyor yaşanan bir çevreyi odak alırken, o eksendeki insan ilişkilerine yöneltiyorsunuz bakışınızı. Gözlemci bir bakışınız var. Bireyin ve toplumun iç dünyasına, ruhsal yapısına yoğunlaşmanıza nasıl yöneldiniz?

On yıl yaşadığım Karadeniz Ereğlisi’nde çalışma odamdaki masamın üzerinden eksilmeyen çerçeveli, siyah beyaz bir fotoğraf vardı. Yüzündeki sayısız kırışıklıklarda derin hikâyelerin izlerini sakladığı belli olan yaşlı kadın, sırtında yüzü gözü kir içinde sevimli bir çocukla objektife bakmış gülümsüyordu. Fotoğrafı gören hep sorardı; kim bu diye… Annem derdim. Şaşarlardı. Çünkü annem olmadığını bilirlerdi. Evet, sırtında taşıdığı o küçük çocukla gözlerindeki parıltısı yüreğime işleyen o kadın annem değildi. Ama gerçekte annemdi o; hepimizin annesiydi! Yüzündeki çizgilerin sakladığı acılara, gözlerindeki ışıltıya baktığımda annemi görüyordum onda; herhangi bir anneyi, hepimizin annesini görüyordum. O kadına baktığımda onun iç dünyasına giriyor; kaçınılmaz olarak derin bir empati yapıyor, ruhu ruhuma işliyor, onunla bir aidiyet kuruyordum. Dolayısıyla, öyküleri kaleme alırken beni, bireyin ve içinde yaşadığı toplumun ruh ve anlam dünyasına yönlendiren en çok da bu derin empati duygusu oluyordu.

Hikâyelerinizi okuyup bitirdikten sonra, Yusuf NAZIM bir hikâye anlatıcısı diye düşündüm. Katılıyor musun? Ayrıca hikâyelerini yazmadan önce kafanda kurgulayıp birilerine anlattığın olur mu?

Her yazanın bir anlatı tarzı vardır. Belki de benimkisi sözcükleri fırça gibi kullanarak duyguları bir tuvale işlemekten ibaret. Hiçbir zaman bir öyküyü baştan kurguladığım olmuyor. Hayat inanılmaz öykülerle dolu ve onlar bana geliyorlar, ben sadece onları ayıklıyorum. Bazen bir ses, bir cümle; bazen bir ezgi, bir resim olarak geliyorlar. Öykünün hedefi, nereye varacağı baştan belli oluyor. Ben hızla o hedefe doğru yol alıyorum. İlk anda kafamda öykü oluştuğunda paylaştığım insanlar elbette ki oluyor. Anlatıyor ve al sana bir öykü diyorum. Hatta buradan bir roman, bir film çıkar diyorum. Hemen notlarımı alıyor, sıraya koyuyorum. Genellikle yazmaya sıra gelmiyor. Beş öykü taslak olarak not almışsam, belki birini yazıyorum. Ancak bu arada yeni beş taslak öykü daha not alınmış oluyor. Dolayısı ile yazılmayı bekleyen öykülerin sayısı çoğaldıkça çoğalıyor. Ve onlar bekliyorlar; sabırsızca yazılmayı bekliyorlar; beni bekliyorlar…

https://www.izgazete.net/hayat-inanilmaz-oykulerle-dolu-onlar-bana-geliyorlar


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com