20 Aralık 2020 Pazar

Huzurunuz daim olsun efendiler!

Yusuf Nazım
T24 | 20 Aralık 2020

İnsan bir kez biat etmeye görsün; önce vicdanını, sonra onurunu, en sonunda da tüm insanlığını kaybeder!

 

Türkiye’de çıplak arama yoktur!

Ne tecavüz ve şiddet, ne çocuklara cinsel istismar, ne de kadın cinayetleri; bunlarla ilgili yargıya intikal etmiş hiçbir dava yoktur!

Ensar Vakfı, oldu olalı pürü paktı, hiçbir şubesinin adı, çocuklara tecavüzle anılmadı!

Tarikat yurtlarındaysa, çocuklara cinsel istismarın adı bile geçmedi; hiçbir tarikat lideri, cami imamı, ya da yurt müdürü yargılanmadı!

Pozantı’da, Şakran’da, cezaevlerinin, kamera görmeyen kuytu köşelerinde sübyan koğuşlarında çocuklara hiçbir kötülük yapılmadı!

Kabataş’ta türbanlı bir kadına işkence edip üzerine idrarlarını yapan çıplak adamlar, aradan geçen bunca zamana rağmen halen yargılanmadı!

Hiçbir AKP belediyesinde kadınların nasıl dövüleceği üzerine kitaplar basılıp dağıtılmadı!

Mesela Taksim’de, ya da başka başka yerlerde, tecavüze karşı gösteri yapan kadınlar dövülmedi, gaza ve bibere boğularak gözaltına alınmadı!

Müftülüğü bağlı kuran kurslarının hiçbiri hakkında, çocuklara tecavüzle ilgili dava açılmadı!

Karaman’daki Ensar Vakfı’nın, 45 çocuğa cinsel istismar olayına adı karışmadığı gibi; hiçbir vakıf şubesinin ya da yurdunun hakkında, çocuk ya da kadınlara tecavüz olayıyla ilgili dava açılmadı!


*  *  *


Ortalığa dökülen tapeler, ses kayıtları, fotoğraflar zaten gerçek değildi, olamazdı!

Örneğin çikolata kutulularında, dolarla rüşvet taşınmadı!

Geçtik bütün bunları, çikolata kutularında rüşvete adı karışmış biri, hiçbir ülkeye büyükelçi yapılmadı!

Zaten, bakara makara diyerek dini gargaraya alan, AB’den sorumlu muhterem bir devlet bakanımız da hiç olmadı!

Söz gelimi, evlerde, ayakkabı kutularında haram dolarlar ele geçirilmedi! Geçirilenler ise haram değildi zaten; imam hatiplere yardım parasıydı…

Gezi Parkı’nda Bezm-i Alem Camii’nin müezzini, camiden bira içilmediğini söyleyince görevine normal bir şekilde devam etti, sürgün falan edilmedi.

Biliyor musunuz, adına “hoca efendi hazretleri” denilerek önünde salya sümük ağlanan bir cemaat lideri bu ülkede hiç yaşamadı!

Ve hatta 4500 kadar hâkim ya da savcıyı yargıya yerleştiren bir iktidar da olmadı!

Koruyup kollayarak besledikleri bir cemaat/tarikat yapısının kalkıştığı darbe girişiminde 300 den fazla insanımız ölmedi!

Mesela, Ankara’yı parsel parsel sattıkları ne bir cemaat oldu, ne de bunu söyleyen bir parti kurucusu!

Hepsi hayal ürünüydü; ülkenin başbakanının yüksek izinleriyle kozmik odaya falan da girilmedi!

Kozmik Oda’dan alınan bilgisayar disklerinin kopyaları TÜBİTAK’a götürülüp oradan buhar olup kaybolup gitmedi!

Mesela bu ülkede hiçbir dönem ÖSS/KPSS soruları çalınmadı! Çalınan sorularla liyakatsiz olarak hiç kimse unvan almadı; ne üniversite bitirdi, ne doktor, mühendis, avukat, ne de bürokrat olabildi!

ÖSS/KPSS sorularının çalınmasından dolayı YÖK başkanı suçlanmadı; suçlanmadığı gibi, tutuklanarak hiç yargılanmadı!


Resim: Zehra Doğan

*  *  *


Üniversiteler örneğin… Bütün rektörleri tek bir adam tarafından; dekanlar ise atanmış rektörler ve YÖK tarafından atanmadı!

Üniversite salonlarında tarikat şeyhleri hiçbir zaman ağırlamadı!

Örneğin veterinerlik fakültesinden birisi, bir tıp fakültesine dekan yapılmadığı gibi islami ilimler akademisi dekanından anneler, çalışıyorlar diye aşağılanmadı!

Atanmış rektörlerce yönetilen üniversitelerden hiçbir profesör, üniversiteleri fuhuş yuvasına benzetmedi! Ya da hiçbir öğretim üyesi tarafından, ölen kimi gazeteci ve yazarların camilere sokulmaması yönünde Diyanete çağrı yapılmadı!

Daha ötesi, okuyan oranı arttıkça beni afakanlar basıyor diyen bir rektör yardımcısı hiç olmadığı gibi; kazara olanlar da YÖK Denetleme Kurulu üyeliğine atanmadı!


*  *  *

 

Bu iktidar döneminde, kendisine, ilaçlarının neden temin edemediğini soran kanser hastasına, sadaka niyetine para veren bir bakan bile olmadı!

Kapısında, jandarma eşliğinde hastanede doğum yapan, yeni doğan bebesiyle cezaevine gönderilen kadınlar mı dersiniz; yoksa cezaevinde ilaçları verilmeyip tedavi edilmediği için ölen insanlar mı veyahut ta hasta yatağına kelepçelenmiş olarak doğum yapan hamileler mi... Çok şükür hiçbiri olmadı bu ülkede!

Mesela cezaevinde intihar eden bir tıp öğrencisi; ya da asılsız iddialarla yargılan bir subay; hiç yaşamadı bu ülkede! Son 10 yılda cezaevlerinde intihar eden diğer yüzlercesi de bu ülkenin yurttaşları değillerdi zaten!

KHK’lı Hüseyin ve Nur çifti; ölmeden önce 3 çocuğuyla birlikte, ucuz bir bota binip Ege’nin sularına hiç açılmadılar!

Tedavi edildiği hastane odasında, elleri ve ayakları yatağa kelepçeli ölen hasta tutuklular da olmadı hiç!

Ne, “işsizim, açım!” diye, feryat figan kendini yakanlar oldu bu ülkede, ne de mesleğinden edildiği, çocuklarına pantolon alamadığı için bunalıma giren, intihar eden öğretmenler, işsizler; ne de kendini ipe verdikten sonra cebinden borç ihtarnamesi çıkan ölüler…

Sevinin, meclisin önünde kendini yakmaya teşebbüs eden provokatörler dışında hiçbiri ama hiçbiri olmadı yönettiğiniz bu ülkede!


*  *  *

 

Emin olun, hiçbir iktidar ortağı tarafından hiçbir mafya liderine sahip çıkılmadı ülkemizde!

Koğuşunda saygın insanlar misali devlet katında ağırlanan mafya lideri hatırına af çıkarılarak cümle hırsızı, uyuşturucu kaçakçısı, rüşvetçisi, tecavüzcüsü serbest bırakılmadı!

Hiçbir mafya elemanı, sırıta sırıta bilim insanları hakkında, onların kanlarında banyo yapacağız diyerek elini kolunu sallayarak özgürce dolaşmadı!

Uyuşturucu baronlarıyla yemek masalarında pozlar verip yargıyı yönlendirmeye çalışan hiçbir AKP kurucusu da olmadı!

Çeyrek yüzyıldır kayıplarını arayan analara, her cumartesi oturdukları alan yasaklanıp evlatlarının akıbetini sordukları için haklarında davalar açılmadı!

Sahi, 7 tepeli İstanbul şehrine ne güzel bakıldı, korundu öyle? Örneğin, Süleymaniye Camii’nin siluetini bir çırpıda çizilmedi; Çekmeköy’ün, Beykoz’un, Sultanbeyli’nin ormanları kurda kuşa yem edilmedi; İstanbul betona ve gökdelene gömülerek vatana ihanet edilmedi!


*  *  *


Pandemi döneminde de bütün görkemiyle sürdü, mutlu mesut yaşantımız. 9 ay boyunca hasta/vaka hilesiyle bütün ülkeyi kandırmayı başarabilen bir devlet yönetimimiz asla ve kata olmadı!

Kanal İstanbul hattındaki araziler, Karadeniz kıyısındaki bağ bahçeler, Tank Palet Fabrikası; tamamı uydurmaydı, Katarlılara falan satılmadı!

Ne aşı üretecek Hıfzıssıha Kurumu’nun, ne de ülkenin yegâne kâğıt üreticisi SEKA’nın kapısına kilit vuruldu! Tütün Fabrikaları, Şeker Fabrikaları, Bakır Fabrikaları, Gümüş ve Krom Fabrikaları gibi yüzlerce güzide tesis haraç mezat satılmadı!

Liyakatsızca gelip bir köşeyi tutan, evine 3-5 maaş birden götüren; millet ve memleket aşkıyla hayır hasenat peşinde koşan devlet adamlarımız hiç olmadı!

Ne bilim insanları, yazarlar, gazeteciler hapse girdi, ne iş insanları, seçilmiş belediye başkanları, milletvekilleri cezaevinde çürüdü.

Affedersiniz, hiçbir Ermeni gazeteci, peşine takılmış yarım düzine devlet görevlisi refakatında sokak ortasında alenen cinayete kurban gitmedi. Ülkenin dağlarında kaçakçı diye onar onar öldürülen Kürtlerse hiç olmadı!


*  *  *


İşte böyleydi ahvalimiz.

Kederde, tasada ve kıvançta bir; milletçe kader birliği etmiş, huzurluyuz.

Dedim ya, cezaevlerinde çıplak arama falan yoktur!

Düşüncesi bile ayıptır, zulümdür, günahtır; anadan üryan soyulan annelere, kadınlara, kızlara üç defa otur kalk yapılmadı!

İnanmayın efendim, külliyen yalan şeyler; meclisi terörize etmek isteyen şer güçlerin eseri bunlar.

Bu ülkede açlıktan, işsizlikten, çocuklarına ekmek götürememekten canına kıyan yurttaşlar olmadığı gibi; karnı tok yatan yönetici, kibirli bürokrat, milletvekili ya da bakan, başbakan da hiç olmadı!

Huzurunuz daim olsun efendiler!

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/huzurunuz-daim-olsun-efendiler,29133

Taksit taksit ölüm

Yusuf Nazım
T24 | 16 Aralık 2020

Annem öldü!

Seksen beş yaşındaydı benim annem.

Erken miydi, vadesi gelmiş miydi, yaşayacak ömrü kalmış mıydı geride bilmem.

Ama öldü!

Yaşadığı Korxa köyünden, yaşlılık maaşını almak üzere indiği Diyarbakır’ın Lice ilçesinde, ansızın ölüverdi.

Her ölüm, ne de olsa biraz erken ölümdü, şaşırdık!

Sokaklarına barut kokusu sinmiş OHAL altında bir şehrin iki yıldır trafiğe kapatılmış bir caddesindeydi.

Ölüm onu, maaşını alacağı PTT ofisinin önünde, yaşlı gövdesini sağ elinde tuttuğu bastonuna bırakarak ağır aksak yürürken yakaladı.

Başında beyaz yazması, üzerinde basmadan entarisi vardı.

Öldü!


*  *  *


Sizin de bir anneniz oldu mu?

Başında beyaz, dantelleri oyalı yazması, teninde buram buram evlat kokusu olan…

Siz ki, belki tanınmış şahsiyet, saygın bürokrat veya bakan; yaşlılık maaşı alan bir anneniz oldu mu?

Benim oldu!

Sizin anneniz, 23 km ötedeki köyünden tek başına, üstelik haziran sıcağında şehre indi mi?

Benim indi!

Peki, seksen beş yaşındaki anneniz, trafiğe kapalı bir yolda, bir PTT şubesinin önünde, yaşlılık maaşını alamadan bir panzerin altında kaldı mı?

Benim kaldı!

Siz ki milletin vekili; söz gelimi müsteşar, meclis başkanı yahut cumhurbaşkanı…

Sahi sizin de anneniz küçük bir beldede, yaşlı gövdesini bastonunda taşıyarak ağır aksak yürüdü mü?

İçinde üniformalı erat; belki yüzü maskeli, eli silahlı; bir panzer altında can çekişerek öldü mü?

Benim öldü!

Şehir suskundu.

Benim annem, bir şehrin sahipsiz yalnızlığında kaldı.

Zırhlıydı, tepeden tırnağa silahlıydı, bir panzer üzerine yürüdü, annem öldü, hava koktu, su çürüdü.

Bir adam oradan geçiyordu, başını ellerinin arasına aldı, çığlık attı, bağırdı!

Annemin seksen beş yaşındaki incecik kemikleri, kocaman bir demir yığınının altında çatırdadı!

Ötesi yoktu.

Öldü!



*  *  *


Benim annem seksen beş yaşındaydı.

Asıl adı Korxa olan Abalı Köyü’nden.

Bir gün, sokakları demirden ve çelikten bir zırha bürünmüş, kayyım atanmış bir kentin, kayyım atanmış ilçesine indi.

Tek başına bir PTT ofisinin önündeydi.

Yaşlılık maaşını almak istiyordu.

Benim annemin ince, narin gövdesi, adına kirpi denilen zırhlı bir aracın acımasızlığında kaldı.

Tıpkı 2010 yılından beri bölgede taksirle gelen 37 ölümden biri gibiydi.

Görerek ya da görmeyerek; duyarak ya da duymayarak; bilerek ama bilmeyerek…

Bir panzerin ürkütücü, ağır, iri gövdesi bir haşere gibi ezdi geçti onu!

Sahi sizin, ince zarif bedeni bir “haşere” gibi itlaf edilen bir anneniz oldu mu?

Benim oldu!

Oldu ve zırhlı bir kirpi tarafında ezilen annemin ölüsü sokakta uzun süre uluorta kaldı.


*  *  *


Hasret Yaşarer seksen yaşındaydı.

Teyzemdi. Tesadüfen oradaydı. Yarısı parçalanmış annemi, elbise ve ayakkabılarından tanıdı;

Waemi! (bacım) diye feryat etti; dövündü, parçalandı, bağırdı…

Yanına üniformalı, silahlı polisler geldiler, eline siyah bir poşet verdiler.

Git” dediler, “ablanın parçalarını topla, getir!”

Teyzem gitti.

Annemin etrafa dağılmış parçalarını bir bir topladı, plastik bir torbaya koydu, polislere verdi.

Söylesenize, sizin anneniz parça parça bölündü mü hiç?

Bölündükten sonra parça parça bir asfalta dağıldı mı?

Parçaları plastik bir torbaya doldurularak polise teslim edilen bir anneniz oldu mu sizin?

Benim oldu!

Annemin diğer oğlu Mehmet İstanbul’dan geldi.

“Annemin ölüsü yerde kaldı, hiç değil adalet yerlerde kalmasın” dedi…


*  *  *


Annem.

Seksen beş yıl yaşadı, kim bilir daha kaç evlat sevecek, kaç torun koklayacaktı.

Bir haziran sıcağının kimsesizliğinde öldü!

Çarşısında, pazarında bilinmeyen bir dilden insanların konuştuğu, dağlarında her türlü eşkıyalığın hüküm sürdüğü, evlerini topların, kapılarını korkuların dövdüğü bir şehirdendi.

Mahkemesini sakıncalı gördüler.

Devletin ve milletin güvenliği için başka bir ile sürdüler.

Yargılama üç yıl sürdü.

Üç koca yıl!

Bu süre zarfında mezarında otlar bitti annemin. Aylar geçti, mevsimler değişti, başucunda rengârenk kuşlar acı acı ötüştü durdu. Annemin etleri çürüdü, toprağa karıştı, kemiklerini börtü böcek bürüdü.

Zavallı annem!

Mahkemesi devam ederken hemen her gün; yeniden ve yeniden öldü.

Hâkim, “sanık iyi halli çıktı” dedi, 18 bin 200 lira ceza verdi, ödemesini 24’e böldü.

Adı Pakize Hazar’dı, Kürt’tü ya da Türk’tü; fark eder miydi?

Aslında Zaza’ydı; Liceliydi.

Bir şehrin terk edilmiş yalnızlığındaydı.

Taksit taksit öldü.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/taksit-taksit-olum,29077


17 Ekim 2020 Cumartesi

Ölü bir Kürt’le söyleşi

Yusuf Nazım
T24 | 17 Ekim 2020


Haber ağır ağır sızdı.

Satır satır büyüdü ülkenin gündemine.

Sözler tedirgin, manşetler çekimser, başlıklar ürkekçeydi.

“Van’ın Çatak ilçesinden…” diye başladı bir haber; sonra “Şırnak, Beytüşşebap…” diye devam etti…

İki köylü gözaltına alınmıştı!

Sonra, tanıdık sözcükler yürüdü üzerimize; “operasyon, askeri helikopter, kayıp, hastane, yoğun bakım…” 

Bıçak açmadı ağızları bir süre, çıt çıkmadı.

Suçlamalar muhatapsız, iddialar karşılıksız, sorular hep yanıtsız kaldı.

Derken…

Derken; “Servet Turgut öldü!” dedi bir ses!

“Servet Turgut öldü! Osman Şiban ise, hafızası kayıp, ağır yaralı!”

Derhal devlet katında el konuldu olaya; valiler teyakkuza, savcılar hazır ola geçti; soruşturmaya ışık hızıyla gizlilik getirildi; kelimeler mühürlendi, sözler yasaklandı… 

“Kürt’ün ölümü”

 “Kürt’ün ölümü” nü yazmak istemiştim oysa ben.

Olmadı, yazamadım!

Şimdi kalbim kırık sözcüklerle dopdolu, ziyankâr sözlerin yurdu.

Şimdi, yetim sözcükler biriktiriyorum belleğimde.

Yarım kalmış heceler durmaksızın birbirini çekiştiriyor.

Hafızamda, yakın bir zamana ait, meçhul bir diyardan bölük pörçük izler.

Madem sözcükler böylesine tehlikeli; madem dirisiyle görüşmek yasak; o halde, ölü bir Kürt’le söyleşmeliyim ben!

Söyler misin savcı bey, ölü bir Kürt’le görüşmemde bir sakınca var mıdır?

Aklımda, birbirinden esrarlı, birbirinden kuşkulu, türlü türlü sorular.

Sahi, ölü bir Kürt’e soru sormak yasak mıdır savcı bey?

Servet Turgut öldü!

Çocukları yetim, torunları dedesiz kaldı.

Kürt’ün coğrafyasında babasız kalmak, ne demektir, bilir misiniz?

Sur diplerinde, sokak köşelerinde, çocuk gözlerinde büyür hayalleri onların.

Büyüdükçe köyde ırgat, şehirde gündelikçi, uzak diyarlarda mevsimlik işçi olurlar.

Ne taştan çıkarmak mümkün olur ekmeklerini, ne de topraktan.

Velev ki çocukturlar; gün olur, kolluğa taş atar; gün olur hapis yatar; kamera görmeyen tenhalarda körpecik bedenlerine bin bir türlü kötülük akar.

Sonra, ya eşkıyaya çıkar adları, ya da kaçakçıya.

Hayalleri, daha kendileri büyümeden ölür çocukların.

Beyoğlu’nda tinerci bir genç olarak da çıkar karşımıza; bir çantacı, ya da yankesici olarak da… 

Sağ gitti, ölü döndü geçende!

Servet Turgut öldü!

Osman Şiban ise ağır yaralı.

“Kayalardan düştü” dedi vali bey.

Kaç çocuğu yetim kaldı, kaçı gurbet elde, kaçı işsiz, öğrenci, bunu söylemedi.

Henüz sevmelere doyulmamış kaç torun bıraktı geride, bunu da söylemedi.

Onlar için “helikopterden atıldı” dediler de, inanmadık.

Aslı astarı var mıydı, bilemedik.

Onlar yoğun bakımdayken beyler, paşalar dayanmıştı hastane kapısına; sorduk soruşturduk, öğrenemedik.

Lakin tek bir şeyi anladık:

Tarlasında, önünde torbası, çuvaldızı elinde; 64 yaşındaydı Servet Turgut, sağ gitti, ölü döndü geçende!

 

Şimdi bütün sözler sakıncalı.

Şimdi yasak sözcükler dizilmiş boğazıma, düğüm düğüm.

Şimdi aklımın çengeline takılmış türlü türlü sorular, içimde önlenemez bir merak.

Çaresiz, ölü bir Kürt’le konuşmak istiyorum.

Sahi, ölü bir Kürt’le konuşmak nasıl olur sizce?

Savcı bey bir şey der mi?

Ölü bir Kürt’le konuşursam, kızar mı?

Onunla bir röportaj yapsam, malum manşetlerde yer var mı?

Hiçbir şeyden, ama hiçbir şeyden emin değilim.

Sorsam, aklımdaki sorular yanıt bulacak mı, bilmiyorum.

Sormasam, beni yiyip bitirecek bu merak, kendiliğinden kaybolacak mı, bunu da bilmiyorum.

Bildiğim tek şey var! Bilmekten emin olduğum şey; gerçek neyse, onu bilmek, onunla yüzleşmek istiyorum!

Bunun içindir ki, söylenmesi günah, haram sözcükler biriktiriyorum ezberimde.

Birbirinden gizemli, birbirine uzak, birbirinden saklı sözcükler.

Her şeyden öte, bütün bilmediklerimi, ölü bir Kürt’ten öğrenmek istiyorum! 

Taş olsa dile gelir, beton olsa duyardı

Servet Turgut öldü!

Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesindendi; Çığlıca köyünün Yoğurtlu mezrasından.

Elinde çuvaldızı, yanında torbaları vardı.

7 çocuk büyütmüş, 8 torun sahibiydi. En küçük torunu 6 aylıktı, 2 ay önce gitti, kucağına aldı; öptü, kokladı, sevdi…

Bir gün askerler bastı tarlasını, alıp götürdüler onu. Osman Şiban ile birlikte bir helikoptere bindirdiler.

Yakınları feryat figan etti, çığlıkları arşa ulaştı.

Taş olsa dile gelir, beton olsa duyardı, lakin kimsecikler duymadı.

20 gün sonrasıydı. Kemikleri kırılmış, ciğerleri patlamış, beyni parçalanmış olarak hastanede öldü!

Osman Şiban ise hafızasını kaybetti.

Vali bey hemen açıklama yaptı; cümle resmi erkân, haber ajansları, manşetler yan yana dizildiler;

“Kaçıyordu, kayalardan düştü” dediler…

 *  *  *

 Şimdilerde sözler sakıncalı.

Şimdi tekmil ajanslar görev başında; bütün sesler kısılmış, sorular karşılıksız.

Bense uzaklardayım.

Boğazımda düğüm düğüm kalmış bir sözün tam ortasındayım.

Aklım, yaralı sözcüklerde; bir korku ikliminden sıyrılmış endişeli, tedirgin ve cılız seslerde.

Yüreğimde soğuk bir ıssızlık, ruhumsa uzak diyarların izbeliklerinde.

 

“Osman Şiban sana ne oldu?

Gözlerin niye böyle kan çanağı, yüzün mosmor, beynin kanamalı?

Peki ya sen; Servet Turgut?

Söylesene neden öldün?

Ciğerlerin niye böyle pare pare; kafatasın çökmüş, vücudunda kırılmamış kemik yok?

Ya askerler, operasyon, helikopter?”

Peki ya çocukların, torunun; tarlan, tırpanın, çuvaldızın, torban…”

 

Sorular, sorular, sorular...

Zaman, bir şimendifer gibi geçiyor üzerimden, bir şeyler yapmalıyım.

Yüreğime mıh gibi saplanmış o şeyi, çekip çıkarmalıyım.

Sayın savcı ne der, ne düşünür, bilmem?

Havsalamda henüz söylenmemiş sözler, dudağımda yarım kalmış kırık dökük sözcükler.

Oralarda bir yerlerde, çoktan derdest edilmiş bile gazeteciler.

Oysa ben, “Kürt’ün ölümü” nü yazmak istemiştim!

Şimdi anlıyorum, belli ki yolu yok bu girdaptan kurtulmanın.

Başka yolu yok yüreğime saplanmış o şeyi, çıkarıp atmanın.

Bu yüzden “Kürt’ün ölümü” nü yazmaya başlamışken, son sözümü söylemek istiyorum.

Varıp mezarına, ölü bir Kürt’le söyleşmek istiyorum!

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/olu-bir-kurt-le-soylesi,28389


24 Eylül 2020 Perşembe


Yusuf Nazım
T24 | 24 Eylül 2020

Barikat deyince aklıma, nedense hep Paris’in barikatları gelir.

Victor Hugo’nun klasiği Sefiller ’deki 1789 Fransız İhtilali sırasında Paris’in sokaklarında kurulan barikatlar.

Ya da, 1871’de, dünyadaki ilk işçi devrimi sırasında, yine Paris’in yoksul semtlerini donatan barikatlar.

18 Mart 1871’de Paris halkı ayaklanarak kentin yönetimini ele geçirir. 72 gün sürecek Komün yönetimine karşı, kilisenin ve büyük toprak sahiplerinin desteğindeki Versailles kuvvetleri harekete geçer. Paris halkı devrimi savunmak üzere şehrin sokaklarında sayısız barikat kurar.

Güçlü Versailles ordusuna karşı Paris Komünü büyük bir mücadeleye girişir.

En büyük direnişi işçi semtleri gösterir. Paris’in ayak takımı, yoksulları, emekçileri bu semtlerdeki barikatların arkasında sonuna kadar savaşırlar. Burjuvazinin askerleri, buralarda akıl almaz, ölümüne bir dirençle karşılaşır. Bu amansız direnişten dolayı en son girilen semtler de buralar olur. 

Paris’in son barikatı 28 Mayıs’ta düşer. Kayıtlara “kanlı hafta” olarak geçecek bu günlerin sonunda 30 bin direnişçi acımasızca öldürülür, tarihin ilk işçi devrimi yenilir, gericilik ve karşı devrim kazanır.


*  *  *

Barikat!

Zayıf olanın, güçlü olana karşı kendini savunmak amacıyla kurduğu bir tahkimat biçimi.

Bir saldırı karşısında durmak, kendinden çok daha güçlü kuvvetlere karşı direnmek ve sahip olunan alanı ya da bu alandaki güçleri korumak amacıyla ele ne geçirilirse kullanılan; taştan, ağaçtan, demirden, çeşitli eşyalardan oluşturulan derme çatma direniş mevziisi…

Çoğu kez haklının, güçlüye karşı kurduğu etten, kemikten, kandan, acıdan ve terden oluşan bir yığınak.

Haklı olanın haksız olana; kalabalık ama zayıf olanın, sayıca az ama güçlü olana; ezilenin ezene, alttakinin üsttekine yönelik, ötekinin egemen olana karşı kullandığı bir savunma sistemi.

Öte tarafındakilerce üzerine, tarihsel bir kinle büyümüş, sınıfsal bir nefretle biçimlenmiş, ölçüsüzce bir şiddetin boşaltıldığı, beri tarafındakilerce ise canla başla savunulduğu bir savaşım hattı…

Bazen kuşatılmış bir şehrin daracık sokaklarında görürüz onu, bazen yoksul semtlerin isyana kalkmış caddelerinde, bazan da küçük köylerin dağlarına, derelerine, yaylalarına çıkan yollarında…


*  *  *

Önceki gündü.

Ülkeye başkentlik yapan bir şehrin hastanesinde gördük onu!

Ankara’da, Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde bir yoğun bakımın giriş kapısındaydı!

Beyaz, mavi önlüklerden, cerrahi maskelerden, stetoskoplardan, ameliyat eldivenlerinden oluşan bir barikat!

Ellerden, ayaklardan, dizlerden ve omuzlardan meydana gelmiş; korkudan, endişeden, etten, deriden ve terden ibaret bir barikat… 

Bireysel bir taşkınlık, acıyla meydana gelmiş bir boşalma, münferit bir olaymış gibi görünse de, gerçekte beslene beslene semirmiş, birike birike çoğalmış kültürel bir sefaletin bir hastane kapısında zuhur etmiş hali…

Bir tarafında iyiliğin ve iyileştirmenin, öte tarafında kötülüğün; kötücüllüğün yer aldığı bir barikat…

İronik geldi bana.

Başkentin ortasında bir barikat!

Her iki tarafında, birbirinden ayrı, iki farklı dünya; iyiliği ve kötülüğü temsil eden iki ayrı güç; karanlık ve aydınlığın çatışması.

Barikatın bir yanında Hipokrat yeminli, her koşulda yaşatmaya ant içmiş hekimler; sağlık emekçileri; hemşireler, asistanlar, diğer sağlık görevlileri…

Barikatın diğer yanında acı çektirmeye, kan dökmeye, dağıtmaya, yok etmeye koşullanmış, gözü dönmüş bir kalabalık; egemenin telkininden güç almış, cehaletle donanmış, kinle bilenmiş bir güruh!

Barikat zayıf, barikat güçsüz, barikat derme çatma.

O eller olmasa dağılacak; o ayaklar, dizler, omuzlar olmasa geçilecek; o iyilik yapma arzusu olmasa kırılacak kapı, yarılacak o barikat! Biraz aralansa, sızacak kötülük, biraz açılsa kirlenecek beyaz önlükler, biraz zayıflasa, apansız nefret dolacak içeri...

Barikatın arkasında ötekiler; emekçisi, doktoru, hemşiresi, sağlık görevlisi…

Barikatın arkasında iyilik, barikatın arkasında bilim, barikatın arkasında meslek örgütleri, tedavi etme isteği, Türk Tabipleri Birliği…

Barikatın önü karanlık ve puslu; barikatın önünde cehalet kol geziyor, barikatın önünde, kibirle büyümüş, güçle zehirlenmiş bir cesaret gösterisi.

Barikatın arkası şeffaf, barikatın safları tertemiz, ak önlükleri içerisinde insanları pırıl pırıl; arka plansız, hesapsız ve saf…

Barikatın önünde nefret ve linç isteği…

Barikatın ön tarafında manşetler kirli, haber ajansları serseri; arkadan höyküre höyküre yükselen “Türk Tabipler Birliği kapatılsın” sesleri…

*  *  *

Dünya pandemi ile topyekûn mücadelede.

Türkiye’de öyle gözüküyor.

Ama nasıl?

Salgınla mücadelede hemen hemen bütün yük sağlık emekçilerinin omuzlarında. Cephenin en önündeler onlar. Yeri geldiğinde ekipmansız, yeri geldiğinde yetersiz donanımla; yeri geldiğinde izinsiz, aç bitap, ardı arkası kesilmeyen nöbetlerle yangının tam ortasındalar.

Görünmeyen bir düşmanla savaşıyorlar. Kâh cephede, en önde; kâh bir barikatın arkasında görünüyorlar; kâh virüse yakalanıyor, kâh iyileşiyor, kâh ölüyorlar!

Evet, evet, ölüyorlar!

Bu yüzden ki, her gün “ölüyoruz!” çığlıkları yükseliyor hastanelerden.

Salgınla savaşta bugüne kadar 45’i hekim, toplam 95 sağlık çalışanı öldü, her gün bir sağlık emekçisi daha hayatını kaybediyor.

Ülkenin başkentinde ise cehalet bir kez daha bilime meydan okuyor.

Örgütlü kötülükse her yerde; sokakta, manşetlerde, hastane kapılarında, meslek örgütlerini tehdit eden muktedirin dilinde…

Barikat şimdilik sıkı, barikat sağlam; barikat etten, yürekten, cesaretten.

Her şeye rağmen dayanıyor, direniyor.

Cehalete karşı, kötülüğe karşı, karanlığa karşı.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/barikat,28117

29 Ağustos 2020 Cumartesi

Yatacak yeriniz, bakacak yüzünüz olmayacak!

 

Yusuf Nazım
T24 | 29 Ağutos 2020

Öldürülen bizim de sevincimizdir

En sonunda korktuğum şey oldu!

Beklediğim o haber geldi; geldi ve keskin bir kılıç gibi indi bir yanıma:

Kesti, doğradı, parçaladı!

Ebru Timtik öldü!” dedi bir ses:

“Ebru Timtik öldü!”

*  *  *

O sese döndüm yüzümü.

Yanaklarında gülüş yığınakları bir kadın gördüm, mesleği adaleti savunmak olan bir hukuk insanını gördüm.

Adaleti arıyordu.

Oysaki ülkesinde, aradığı adaletin parçası değil, kırıntısı dahi yoktu!

Bu yüzden, başkaları için aradığı adaleti, bir hukuk insanı olarak kendisi için dahi bulamadı.

Adilce yargılanmak istedi, temel hukuk ilkelerinden ödün vermedi, boyun da eğmedi!

Adalet dedi, savunma dedi; çabaladı, çırpındı; duyan olmadı!

Gün geldi bütün yollar tıkandı. Durmadı, açlığın üzerine yürüdü, önce açlık grevine, sonra ölüm orucuna başladı.

Dostları, sevenleri vazgeçirmek için çok uğraştı.

Ama o vaz geçmedi!

Ya adalet, ya ölüm dedi!

Açlığın koynunda 238.gündü; adalet gelmeyince ölüm geldi:

“Ebru Timtik öldü!”

*  *  *

Her tarafımıza acı ve ölüm yapışmış gibi.

Düşüyorum, bir boşluktan, başka bir boşluğa.

Tutunacak bir dal olmalı; arkadaşımı arıyorum.

“Öldü” diyorum; “adalet bir kez daha öldü!”

Bahar gibi aydınlık gülüşünü, su gibi sesini, bitmek bilmeyen adalet arayışını aramıza bırakarak gitti.

Kapatıyorum telefonu, geceye bir müzik akıyor usuldan.

Bir şarkının ezgilerinde, vakitsiz gelen bir ölümün hüznü duyuluyor.

Şimdi, gecenin bir yarısında, bilgisayar ekranında kelimeler bir bir boğuluyor.

Şimdi bir evde, bir hastanenin önünde, karanlıkta bir kır bahçesinde, bir köyde, belki bir hukuk bürosunda ve başka başka yerlerde güzel insanların yüzlerinde buğulu bakışları süzülüyor.

Havada bulut bulut hüzün kokusu.

Havada zehir, havada sinsi bir nefretin soluk alıp verişleri, havada yalan ajansların ayak izleri.

Sahi, sordunuz mu hiç, ne istiyor bu insanlar?

Yazsam tanıdık gelecek belki hikâyesi;

Önce gözaltı Ebru, sonra meşhur gizli tanık ifadeleri, ardından gelen tutuklama; kırık bir hukuk çarkının ağır ağır işleyişi, derken verilen bir tahliye kararı…

Sen misin tahliye kararını veren! Kararı veren mahkeme heyetinin acilen dağıtılması, yerine talimatla atanan yenileri; tahliye kararının el çabukluğuyla geri alınması, yeniden yapılan tutuklama; yıldırım hızıyla, duruşmasız verilen mahkûmiyet…

Gerisi malumun ilanı, çoktan ölüp gitmiş bir adalet, çaresizce ölümün koynuna sokulan bedenler. Yitip giden bir can ve sıraya giren diğerleri…

Ölüm ne kolay, ne basit, ne ucuz değil mi bu topraklarda?

Şimdi söyleyin, beğendiniz mi ülkeyi getirdiğiniz hali efendiler?

İşsizim!” diye, çığlık çığlığa meydanlarda kendini yakanlar…

Çocuklarına ekmek götüremediği için boynunu ipe atanlar…

Borcu olan, çaresiz kalan; tecavüze uğrayıp da canına kıyanlar…

Ve şimdilerde, adalet ararken ölen insanlar!

Hukukçuların bile, adalet hakkı için ölümü göze almak zorunda kaldıkları bir ülke.

*  *  *


Soruyorum size, adalet istiyorum diye canına kıyan birine rastladınız mı hiç efendiler?

Dünyamız, 195 ülkeye pay etmiş topraklarını.

Nihayetinde, hepimiz onlardan birindeyiz işte.

Hele bir dönüp bakın çevrenize; yurttaşlarının, hak aramak için bedenlerini, ölüme atmaktan başka çare bulamadığı başka kaç ülke vardır efendiler?

Başka bir şey değil, adil yargılanmak isterken öldü Ebru Timtik!

Sesini duyan olmazsa, 208 gündür açlık grevinde olan Avukat Aytaç Ünsal ise sırada.

Biliyorsunuz değil mi, sadece adil yargılanmak istediler onlar?

Evrensel hukuk ilkelerine uygun, adilce yargılanmak!

Ne saraylar, ne de saltanatlar vardı gözlerinde; katlar ya da yatlar da istemediler, biliyorsunuz değil mi efendiler?

Borsada hisse senetleri, bilmem ne adasında gizli hesaplar, şatafatlı makam odaları ya da ucuzundan bir mevki peşinde olmadıklarını da…

Ne Soma’da ölen 301 madencinin avukatı olmak, ne de KHK ile işten atılanları savunmak zengin etmedi onları; 15 yaşında katledilen Berkin Elvan’ın, işkencede ölen Engin Çeber’in, kendi evinde, ailesinin gözü önünde, kamera kaydıyla öldürülen Dilek Doğan’ın da…

Şemdinli’de, İstanbul’da, Ankara'da kentsel dönüşüm kapsamında evleri yıkılan ise o kentlerin yoksullarıydı. Paralarını değil kalplerini kazanmak mutlu etti onları.

Söylesenize iktidarınızda kaç aydın, kaç gazeteci, kaç bilim insanı sahte iddianamelerle içeri atıldı; kaç avukat, kaç sanatçı, kaç politikacı gizli tanık yalanlarıyla hapse yattı ve yatmaya devam ediyor?

İlla birileri söylemiştir size; ne yolsuzluk ve rüşvetten, ne de pazarlıksız ihaleden kaynaklı servetleri vardır onların; koşulsuz ve sınırsız sevmektir en büyük varlıkları.

İsterseniz gönderin polisinizi, bekçinizi, gizli servislerinizi;

Hele bir bakın kasalarına; araştırın çekmecelerini, kitaplıklarını, banka hesaplarını; göreceksiniz, yalnızca umut etmek ve şarkı söylemekten ibarettir sermayeleri.

Yıllar yılı adına “hizmet” dediğiniz bir suç örgütüyle birlikte yürüyerek nice ölümlere sebep oldunuz.

Sahi saydınız mı, kaç masumun kanına girildi, kaç ocak yıkıldı, kaç can yakıldı efendiler?

*  *  *


Ebru Timtik.

Bir hukuk insanı olarak bazen Somalı madenciyle, bazan evi yıkılan kent yoksullarıyla beraberdi. Nerede işkence gören varsa, Ebru oradaydı.

Kısaca, hep sevdiklerinin yanında durdu, hep onlarla mutlu oldu.

Hem insan olarak, hem mesleği gereği hep mağdurdan yanaydı; mağdur olan her insanı, her canlıyı, her şeyi sevdi.

Ebru’yu anlamak için sevmesini bilmek lazım.

Bir hukuk insanına dahi, adaleti çok görenler, şimdi soruyorum size;

Sahi siz, sevmek nedir bilir misiniz efendiler?

Mesela bir ağacı…

Evet evet, yanlış duymadınız bir ağacı?

Hani öyle kendi bağınızda, bahçenizde; meyvesini yiyeceğiniz ağacı sevmek gibi değil yani.

Meyvesini yemeyeceğinizi, gölgesinde dahi oturmayacağınızı bildiğiniz halde; üstelik kime ait olduğuna bakmaksızın bir ağacı sevmek!

Ya da bir çocuğu…

Hani öyle, illa benim olsun diye değil; besleyip, büyütürken soyum, sopum sürsün diye de değil!

Dünyanın neresinde olursa olsun; hangi dinde, dilde, mezhepte; hangi renkte, ırkta ve kimlikte olursa olsun…

İnsanlık ailesinin bir bireyi diye, kimin olduğuna bakmadan; ayrımsız, eşit, özgürce büyüyebilsin diye sevmek!

Sevmek, kuşkusuz güzel şeydir.

Hele karşılıksız, koşulsuz olursa, daha da güzel şeydir.

Hani öyle balya balya paraları demiyorum ama efendiler!

İçi dolar dolu kasaları, kupon kupon arsaları, bir gecede değiştirilip servete tahvil edilen mevzuatları da değil…

Dağları sevmekten bahsediyorum size efendiler, dağları!

Issız bir vadiyi mesela; vadiden akan dereyi, dereden su içen ceylanı; ormanın koynuna sokulmuş eşsiz güzellikte bir koyu…

Villalarınız çepeçevre boncuk gibi dizilsin diye değil ama; herkesin olsun, herkes kullanabilsin diye efendiler!

Bakışlarınızı görür gibi oluyorum şimdiden; alttan alttan, riyakâr, gulyabani…

Anlıyorum ki hırsınızla vicdanınız arasında merhamete yer kalmamış, tümden bozulmuş şirazeniz.

Hâlbuki iyi bilirsiniz siz, kıldan ince, kılıçtan keskindir geçeceğiniz o köprü.

Öyle böyle değil, çok ama çok can yaktınız, çok ah aldınız, bu ülkeye çok zulmettiniz efendiler!

Boyunuzu çoktan aştı, arşa bile ulaştı, bilmem ki hangi kantar tartacak günahlarınızı, hangi tanrı affedecek sizi?

Biliyorum, duymadınız bile çığlığını; yıktığınız hukuk duvarının dibinde, adalet diye diye can çekişti; öldü bir kadın.

Ne diyeyim; yatacak yeriniz, bakacak yüzünüz olmayacak efendiler!

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/yatacak-yeriniz-bakacak-yuzunuz-olmayacak,27819



15 Haziran 2020 Pazartesi

Kürtler mi daha tehlikeli, Koronavirüs mü?

Yusuf Nazım
T24 | 15 Haziran 2020


Çok şükür alt ettik koronavirüsü.

Erkenden ilaçlar temin ettik, tez elden karantinalar uyguladık şehirlere, cesaretle sokağa çıkma yasakları ilan ettik.

Eve hapsetsek de çocukları ve 65 yaş üstünü, sonunda dize getirdik ya dünyanın başına musallat olan virüsü.

Sağlık çalışanlarının can siper hane çabalarıyla korkuttuk gözünü, gerilettik virüsü.

Büyük ülkeydik doğrusu.

Yardım talep eden 116 ülkeden, 44 üne yardımlar gönderdik; kolonyalar, formalar, maskeler…

*  *  *

Sonunda yasaklar kalktı.

1 Haziran itibariyle gevşedik, rahatladık.

Derken bir haber geldi:

“Dokunulmazlığı kaldırılan üç milletvekili tutuklandı!”
Nasıl salgın sırasında, HDP’ li belediyelere kayyımlar atandıysa, rahatlama döneminde de milletvekilleri unutulmadı demek!

Virüsü yendik güya, lakin milletin iradesine yenildik.
Arkasından bir haber daha;

“Bir süredir düşüşte olan covid-19 vaka sayısı son on günde %52 artmış.”

Öyle ya, rahatlamıştık nasıl olsa.

Demek ki tam zapt edememişiz virüsü. Ama olsun, Kürt siyasetçileri görevden aldık, vekilleri hapsettik ya!

Belli ki, virüse karşı henüz galip değildik, lakin seçilmiş siyasetçilere karşı yeteri kadar cevvaldik.

Son seçimlerde HDP, çoğunluğu Güneydoğu illerinde olmak üzere 65 belediyede seçimleri açık farkla kazanmıştı. Bunların tamamı, Kürtlerin ağırlıklı olduğu yerlerdi.

Sanırım, “milletin iradesi tecelli etti” deniyor buna...

Demokrasi güzel şeydi, milletin iradesi bu 65 yerde, HDP ‘nin adayları lehine tecelli etmişti.

Ne yazık ki çok geçmeden, milletin iradesi yerine başka bir irade zuhur etti.
43 HDP belediyesine kayyım atandı. Belediye başkanları, eş başkanları tutuklandı, meclis üyeleri gözaltına alındı, kimi belediye kurumları kapatıldı, birçok çalışan işten çıkarıldı…

Üstelik bu yeni iradenin tecellisi salgın falan da dinlemedi.

Bir zamanlar, devletin en yüksek mertebelerinden biri çıkıp, “dağda silahlı dolaşmaktansa, düzde siyaset yapmayı” önermişti onlara.

Öyle de yaptılar.

Lakin düz değil, engebeliydi, ateşle ve korla döşeliydi onlar için siyasetin yolları.

Yine de korkmadılar, düştüler yola.

Onlara biçilen ateşten gömleği üzerlerine giyip çekincesiz, yalın ayak yürüdüler.

*  *  *

Bir süredir illerde karantina tedbirleri alınması, o ilin valiliklerine bırakılmış durumda.

Bu karara binaen olsa gerek, önceki gün yeni bir karantina başladı.

Edirne ilinde, yurttaşların kente girişi, kent içinde toplanmaları, yürümeleri, konser vermeleri, şenlik düzenlemeleri yasaklandı. Ancak kısa süreli bir karantinaydı bu. Valiliğin bildirimine göre 14-16 Haziran tarihleri arasında üç gün sürecek bir yasaktan ibaretti.

Yalnız bu, bildiğimiz covid-19 virüsüne karşı bir karantina değildi.

Aynı tarihlerde HDP tarafından “darbelere karşı demokrasiyi savunmak” amacıyla planlanan bir yürüyüş yapılacaktı.

Demokrasi yürüyüşü.

Edirne’den Hakkâri’ye düzenlenecek olan yürüyüşte HDP ’liler, geçtikleri illerde halkla buluşmalar yapacaklardı.

Yürüyüşün başlayacağı Edirne ise sembolik bir öneme sahip.

HDP eski eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın da cezaevinde tutulduğu il burası.

*  *  *

2009'da Kürt siyasetçilerine yapılan tutuklamalardan
2009Korana günlerindeyiz malum.

Dünya, başına musallat olan yüzyılın salgınıyla baş etmeye çalışıyor.

Bizse, bir yandan milletin iradesine çelme takmak, bir yandan da sınır ötesi maceralar peşindeyiz.

Pandemi öncesinde İdlib’e, 2.150 adet askeri araç göndermişti TSK.

Ateşkes sonrasında, 3.895 askeri araç daha göndermişiz meğer.

Şimdi baktım da, maşallah, salgına rağmen hız kesmemişiz, 7.225 ‘e çıkmış sayısı!

Bir obüs, kaç sokağa çıkma yasağı eder sizce?

Komşunun toprağında kaç virüs öldürür, insansız hava araçlarımız?

Batılı ortaklarımızla birlikte almıştık kellesini, en büyük destekçimiz olan Kaddafi’nin.

Haber bültenlerinin yalancısıyım, Libya’ya gönderdiğimiz paralı cihatçılar ise cabası.

Müjdeyi tez elden verdi büyüklerimiz.

Çok şükür, çok şükür, 1 Haziran itibariyle meğer üstesinden gelmişiz salgının.
Bir güzel rahatladık şimdiden.

AVM’le açıldı, restoranlar doldu; Starbuck’larda kahve keyfi, kahvelerde nargile…
Her gün korana istatistiklerini yayınlıyor Sağlık Bakanlığı.

Aldınız mı yeni haberi, on bir günde %86 artmış vaka sayısı!

İlk karantina haberi Edirne’den geldi.

“Üç günlük kente giriş çıkış yasağı!”

Yanlış anlamayınız, ne münasebet beyler, virüse değil, Kürtlere karşı alınıyor önlem.

AVM ’lere virüs girebilir, garlara, terminallere, hava limanlarına da öyle.

Ancak Kürtler gelip buralarda basın açıklaması yapacaksa, yasaktır, onlar giremez!

Şehirler virüse karşı ardına kadar açabilir kapılarını; meydanlar, sahiller, parklar, AVM’ler, futbol sahaları, kafeler, restoranlar…

Derdini söylemek isteyene ise yasaktır!

Valiliğin, “CHP İstanbul Eski Milletvekili Kadri Enis Berberoğlu, HDP Diyarbakır Eski Milletvekili Musa Farisoğulları ve HDP Hakkari Eski Milletvekili Leyla Güven`in hüküm giydiklerine dair kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden…” diye başlıyor bildirisi…

Adını bile koyuyor devletin valisi;

“… tesis olunan huzur ortamı, milli güvenlik ve kamu düzeninin bozulmaması, Cumhuriyetin temel nitelikleri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü…” diye devam ediyor…

Malum, HDP ’nin başlatacağı demokrasi yürüyüşünde Edirne’den yola koyulacak insanlar.

HDP ’lilerin yürüyüşüne karşı alınıyor önlem.

Ben HDP diyorum ya, siz anlayın işte.

Daha çok Kürtlere karşı!

Eğri oturup doğru konuşalım; maalesef gerçek böyle!

Ne de olsa, bu partinin yükünü daha çok onlar omuzluyor.

Keşke, tersi olsa, olabilse!

*  *  *

Yazıyı göndermeden önce, son kez bakayım istedim istatistiklere.  

Maşallah, maşallah, bugün de yoluna devam etmiş virüs.

12 günde % 98,7 ‘e çıkmış vaka artış oranı!

Ne dersiniz, biraz daha asker göndersek mi acaba Suriye’ye?

Formalar gönderdik ya ABD, İngiltere, İtalya ve İspanya’ya; yardım kolileri, kolonyalar, maskeler...

Biraz daha barış ihraç etsek mi acaba Rojava’ya, Afrin’e, İdlib’e?

Üç çocuk babasıydı, valiliğin önünde “çocuklarım aç” diye bağırdı, işsizlikten kendini yaktı Adem!

Örneğin, birkaç üs kursak Libya’ya, kurtulur muydu Adem?

Geçenlerde gördüm; başkentin ortasında, gazın ve zehrin kıskacındaydılar yine vekiller.

HDP ’li olunca, üstelik Kürt olunca, demokrasi falan hak getire, basın açıklaması dahi yasak vekillere!

Bir tarafta dünyanın canına okuyan bir virüs, bir tarafta siyaset düzlüğünde demokrasi arayan Kürtler ve onların müttefikleri.

Edirne’den sonra Van’da ve Kocaeli’nde de karantina başladı, şehirlere giriş yasak!

Sahi, Kürtler mi daha tehlikeli, yoksa koronavirüs mü?

Yanıtınızı duyar gibi oluyorum…

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurtler-mi-daha-tehlikeli-koranavirus-mu,27036