T24 | 16 Mart 2018
Mart’ı yarıladık. Buralara bahar geliyor artık.
Seferihsar’ın mimozaları erkenden patlattı bile çiçeklerini. Sapsarı kesilen dallarıyla
nasıl da coşkunlar.
Günlerden 14 Mart,
Tıp Bayramı. Hekimler bu önemli günlerini hafta boyunca kutlama
telaşındalar.
Kendi bayramlarında Sağlık Bakanlığı önünde limon satarken
görüyorum işsiz hekimleri. Eğlenceli bir etkinlik bu. Lâkin mizaha bile
tahammülü olmazmış faşizmin. “Sağlıkta
şiddet yasası çıksın, fiili hizmet süresi zammı yasalaşsın, çalışırken ve
emeklilikte insanca ücretimiz olsun, güvenlik soruşturmaları kaldırılsın,
hekimler görevlerine başlatılsın” diyorlar…
Daha geçenlerde “savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedikleri için Türk Tabipleri Birliği’nin tüm merkez konsey üyeleri gözaltına alınmıştı.
Tarihlerinde bir ilkti bu; kapılarından çiçekleri kalmış,
söylemlerinin arkasında onurla durmuştular.
türkülerdeki hekimlik
Göz hekimi bir dostumun daveti üzerine gittiğim Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’ndeyim.
Kendisi aynı zamanda bir türkü dostu, bağlama ustası.
14 Mart Tıp Bayramı’nda
“Türkülerde
hekimlik” isimli etkinliğe bağlamasıyla katılıyor; türküleriyle,
türkülerin hikâyeleriyle renk katıyor etkinliğe; derdine derman arayanların,
çaresizlerin, acı çekenlerin, muzdariplerin türkülere sinmiş ahvalini anlatıyor.
Âşık Veysel diyarının çocuğu o; biraz sesinden almış, biraz kültüründen, biraz
ezgilerinden… Bir şölen havasında geçiyor etkinlik.
Çıkışta “Türkülerdeki Hekimlik” adlı kitabını
armağan ediyor bana, ayrılıyorum.
Dışarda bahar var. Derin derin çekiyorum baharın gelişini
içime.
Şimdi, Kordon Boyu’nda, kafelerin birinde, Körfez’in mavi
sularını karşı kahvemi yudumlamak var. Bir kaç dostla buluşarak laflayıp hasret
gidermek de…
Hayır, hayır; bir an önce eve dönmek; mimozaların,
begonvillerin, zakkumların süslediği sokaklardan denize doğru salınmak, bir
palmiye ağacının altında Samos Adası’nı seyretmek var…
açlık çekiyor beni
açlık çekiyor beni
Hiçbiri olmuyor bunların! Açlık çekiyor beni. Yanlış duymadınız;
açlık! Açlığa doğru yürüyorum ben! Bedenim, yüreğimin peşine takılmış,
yuvarlanır gibi sürükleniyorum. “Yüreğimin
götürdüğü yere” doğru gidiyorum ben.
Şimdi Konak Meydanı’ndayım.
Kahverengi, bal damlası gözlerinin içine bakıyorum onun. Açlığı arıyorum
gözlerinde.
Adı Mahir Kılıç,
123 gündür aç!
İzmir Büyükşehir
Belediyesi’ne bağlı şirketindeki işinden çıkartılmış. Kadro mücadelesi
verdiği için! İnsanca yaşamak istediği için!
Tüm işçilerin ittifakıyla seçilen bir işçi temsilcisi o.
İşini aksatmayan, haksızlığa karşı duran, doğrudan yana tavır alan biri.
Bakışlarındaki kararlılık onu doğruluyor gibi…
12 Eylül darbe hukukunun kölelik kalıntısı, “taşeronluk sisteminin” İzmir Belediye
şirketlerinden İzenerji’deki kurbanı.
İşçiler, kadro mücadelesini hukuk yoluyla kazanmaya başlayınca işten çıkarılan iki
yüzden fazla işçiden sadece biri.
Açlık grevine başlamış Mahir. Evli, eşi beş buçuk aylık
hamile! Duyunca bir tuhaf oluyorum. Doğmamış
bir çocuğa dair düğümleniyor kelimer dilimde. Açlık grevinden hemen önce düşmüş
anne rahmine. Şimdi, açlıkla birlikte büyüyor o.
doğmamış bir çocukta kalıyor aklım
Bir süredir bir gariplik var bende. Bir takıntıdır gidiyor. Olduk
olmadık yerde, aykırı seslere çoğalıyor kalbim. Takılıp gidiyorum peşi sıra.
Henüz doğmamış bir
çocuğa veriyorum kalbimi. Doğunca adı Baran olacak belki, belki de Hüseyin.
Açlık greviyle büyüyor o, gelişiyor...
Babasına gelince… Mahir işsiz, Mahir açlık grevinde, Mahir
kadro istiyor; Mahir iki yüzden fazla arkadaşıyla birlikte işine geri dönmek,
Mahir insanca yaşamak istiyor!
Sahi, Mahirler çok mu şey istiyor?
Mahir, doğacak çocuğunu işsiz değil, işçi gibi sevmek
istiyor! Ev kirasını dostları denkleştiriyor Mahir’in; mutfağının, çocuğunun
okul masraflarının da...
Neden açlık grevi diye sorduğumda, tereddütsüz konuşuyor. “Beni tazminatsız işten çıkararak zaten aç bıraktılar;
karım süt içiyor mu, meyve yiyor mu,
bilen var mı?” diyor. Eliyle arkadaşını gösteriyor; “dün gündelikçi olarak çalıştı, yevmiyesinin yarısını bana getirdi, bizi
zaten aç bıraktılar” diyor.
Benimse doğmamış bir çocukta kalıyor aklım; annesi Ayça’nın
karnında, her şeyden habersiz uyuyor o…
Mahir Kılıç’ın gözlerine bakıyorum. Etleri etlerini yiyor
Mahir’in, kemikleri kemiklerini… Eriyor… Yavaş yavaş eriyor. Bir kıvılcım
çakıyor kahverengi gözlerinde, görüyorum; inatçı bir kıvılcım bu…
Doğmamış çocuğa dair kurmak istiyorum sözlerimi. Adı henüz
belli değil onun.
Barış koyacaklar belki adını, belki de Zafer. Mahir bir
delikanlı gibi bakıyor gözlerime babası; öylesine kararlı, öylesine direngen; umutla
vuruyor kelimeleri dişleri arasından…
Doğarsa; bu eğreti, bu kirli, bu kölelik dünyasına; açarsa gözlerini
bu zalim yeryüzüne eğer…
Bana kalırsa, adını Çayan
koymak istiyorum onun.
sahi, babalar yemek yemezse ölür mü,
çocuklar?
Farkındayım, bir tuhaflık var bende. Belki bir psikoloğa
danışmalıyım. Yüreğimde, hep ötekine dair esen dinmek bilmez bir fırtına. Belki
kurtulmalıyım bundan. Aklımdan, giderek azalmakta olana dair tutkuya dönüşmüş
saplantıları söküp atmalıyım!
Niye Filistin’de ölen bir kadın için teyakkuzda aklım? Her
gün tonlarca bomba boşaltıyoruz komşunun üzerine, bir savaşın acımasızlığına
yanıyor kalbim. Sur’da bir çocuğun kalbi kırılıyor her gün. Açlığının 254.gününde,
işini geri istiyor Düzce’de mimar Alev
Şahin…
Baharın güzelliği bu; bahçemdeki kasımpatılar, nar ağacı, begomviller…
Beni çağırıyorlar... Oysaki Konak’ta açlığa doğru yürüyor ruhum. Hiçbir şey
engel olamıyor buna, açlığa doğru götürüyor ruhum beni.
Dedim ya, bir tuhaflık olmalı bende. Mahir’e bakıyorum durmadan.
Arkadaşı Elif alıyor sözü; 25 yıldır kadrosuz çalışıyor. Tüp bebek tedavisi
görürken kadro davası açtığının ertesi günü, çalıştığı İzelman’dan işten çıkarılıyor! Güneşi görüyorum gözlerinde onun.
Yanında 25 yıllık kadrosuz işçi Seval, o da işten çıkarılmış; bir diğeri ise Barış;
o da öyle; üstelik 9 yıldır engelli kadrosunda çalışıyorken…
Bir de Salih var aralarında. “Davadan vazgeçersen işe dönersin”, sözü vermişler ona. Davadan
vazgeçmiş Salih, lakin yine de işine dönememiş...
Dediklerine göre, CHP vekilleri Erdal Aksünger ve Tüncay
Özkan namus sözü vermişler, sorunu çözmek için. Sendikaları Genel-İş’ten
ise şimdiye kadar umut yok, velhasıl sonuç da yok!
Mahir’le Ayça’nın dokuz yaşındaki kızları. Okulda,
arkadaşlarına, “benim babam yemek
yemiyor, ölür mü” diye soruyormuş!
Sahi, babalar yemek yemezse ölür mü, çocuklar?
mimozaları unutmalıyım
İzmir. Çağdaş bir şehir. Öyle diyorlar…
Çağdaş bir asırda, çağdaş bir şehrin suretiyle yüzleşiyorum.
Bir insanın sesi, çaresizliğin duvarına çarpıyor, sesini açlığına salıyor adam;
açlığıyla ses olmaya çalışıyor.
Bense dayanamıyorum; bir kez daha yüzümü açlığa dönüyorum. Anlıyorum
ki hastayım ben. Belki de psikolojik destek almalıyım.
Sinemde, benden habersizce çoğalıyor bu çığlıklar, niye? Neden
hep ötekine dair yükseliyor içimdeki o ses? Hâlbuki sokağımda mimozalar kucak
açmış bana, bekliyorlar. Neden, sözüm geçmez kelimelere? Durduk yerde, neden açlığa
doğru sürüklüyor kalbim beni?
Dedim ya, belki de bir takıntı bu bendeki; kim bilir, post
travmatik bilmem ne bozukluğu…
Bahar geldi bile bizim oralara. Sokaklar coşkuya kuşanmaya
başladı baharın cümle renklerini. Görseniz, nasıl da pıtrak pıtrak ağaçların
dalları.
Sabırsızlanıyorum. Bir an önce denize varmalıyım; beni
bekleyen o palmiye ağacının altında oturmalı, martıların denize dokunuşuna
hayran kalmalıyım…
“Babam yemek yemeyince
ölür mü?” diye soruyormuş okulda, dokuz yaşındaki bir çocuk. Üstelik kadroya
geçmek istiyormuş, doğmamış çocuğun babası Mahir!
Hayır hayır, iyisi mi bugün vazgeçmeli denizden.
Efil efil esecek rüzgârları, martıları, palmiyeleri; mimozaları
unutmalıyım!
Yaşamak bir savaşa benziyor bugünlerde, oturup doğmamış bir
çocuğa mektup yazmalıyım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com