T24 | 23 Aralık 2017
Bir kentin intihar çığlıklarını yazıyordum.
Gazeteler şöyle geçiyordu haberi:
“Terör şüphelisi,
emniyetin üçüncü katından atlayarak intihar etti.”
Şüpheliler, artık intihar etmeye başlamıştı bu ülkede...
Kuşkusuz, başka şüpheliler de yok değildi.
Başka şüpheliler…
Örneğin aç olanlar!
Örneğin aç olanlar!
Onlar açlardı ve apartman çatılarına çıkıp aşağıya atlamaya
çalışıyorlardı…
Ya da işsizlerdi!
“Çocuklarıma ekmek
götüremiyorum” diyor, üzerine benzin dökerek meydanlarda uluorta kendini
yakmaya başlıyorlardı…
Körpe çocuklar ölüyorlardı örneğin, şehirlerin en işlek caddelerinde;
onlar da şüpheli olmalıydılar…
Zırhlı araçların arka tamponlarında, ya da ön kaportalarında
birer kan lekesinden ibaret kalıyorlardı izleri.
Ülke çıldırıyor muydu ne?
Yoksa bu ülkeyi çıldırtıyorlar mıydı?
Geçenlerde şöyle buyurmuştu bakanın biri:
“Örgüt, yakalanırsanız
intihar edin diye talimatlar veriyor.”
Ve onlar yakalandıklarında, ilk fırsatta intihar etmeye çalışıyorlardı…
...
Yukarıdak yazıya başlamıştım, ancak yazamadım, yarım kaldı.
Yukarıdak yazıya başlamıştım, ancak yazamadım, yarım kaldı.
Nedeni, bir fotoğraftı.
* * *
12 Eylül 1980, darbe günleriydi.
Ankara'da, öğrencisi olduğum Hacettepe Üniversitesi’nin Beytepe
Kampüsü, şehirden uzakta, yüksekçe bir tepenin üzerinde kuruludur.
Mevcut demokrasiyi askıya alan darbecilerin yönetimindeki
asker, her şeyin hâkimidir.
12 Eylül, ülkede bir fırtına gibi esmiş, gürlemiş, kasıp
kavurmuştur ortalığı. Üniversiteler büyük bir kuşatma altındadır. Her tarafta
asker vardır. Nizamiyelerin girişinde, bölümlerin kapısında, ana yollarda, tali
yollarda, yemekhane kapılarında, katlarda, dersliklerin kapısında, amfilerde...
Darbe yönetiminin öğretim üyelerine sakal kesme, öğrencilere
kravat takma gibi saçma zorunlulukları uyguladığı günlerdir.
Darbecilerin kontrolündeki asker, her şeye hâkim olmanın
adeta tadını çıkarmaktadır. Sıkı bir disiplin uygulamaktadırlar. Onlar için
düzen demek, tek sese biat etmek, toplumu tek tipleştirmek, hizaya getirmek
demektir.
Bunu üniversitede de yaparlar. Yemekhanelerde, duraklarda,
ya da başka yerlerdeki kuyrukların bile tek sıra halinde olmasına özel bir önem
gösterirler. Bir gün sakalını kesmeyen hocaya, başka bir gün kravatsız gelen
öğrenciye postasını koyar, fırçasını çekerler…
Kışları soğuk olur Beytepe’nin.
O yıllarda, ücretsiz öğrenci servisleri vardır
üniversitelerin. Saatinden önce duraklarda kuyruk oluşturur, servislerin
gelmesini beklerdik. Son derslerden çıkar, servis kuyruğunda, koltuk
altlarımızda kitaplarımızla ikili, üçlü, dörtlü gruplar halinde sohbetler
ederdik. Çevremizde, bizleri hizada tutmaktan sorumlu askerler eksik olmazdı.
Yine böyle soğuk bir günde, servis aracı kuyruğunda sohbet
ediyorduk. Tam arkamdan “şırraaak!” diye bir ses duydum!
Arkamı döndüğümde, yüzü kıpkırmızı olmuş öğrenciyi gördüm.
Koltuğunun altındaki kitaplar yerlere savrulmuştu.
Gençti. Yağız bir delikanlıydı. İlk tepkisi, şöyle bir
yekinip karşı çıkmak oldu. Ağzını açmaya fırsat bulamadan karşısındaki rütbesiz
askerden okkalı bir şamar daha yedi!
Genç arkadaş öfkesinden titredi, yüzüne kan hücum etti;
elini kaldıracak, bir şey diyecek, karşı çıkacak oldu…
Bir tokat daha yedi askerden!
“Tek sıra ol!” diye ünledi asker.
Delikanlı, sessizce başını iki yana salladı, çaresizce boyun
eğdi. Askerin buyruğunu yerine getirdi, savrulmuş olan kitaplarını topladı,
sıraya girdi. Araç bekleyen öğrenci kuyruğu bir anda ip gibi oluvermişti…
Malum, darbe yıllarıydı. Darbecilerin, üstünlüklerini tüm
topluma kabul ettirdiği günler.
Karşı çıkılamazdı.
Elini kaldırmak, ya da bir söz söylemek demek, kendini bir
anda darbecilerin cezaevlerinde bulmak demekti. O sıralar cezaevine girmek işkence
demekti, üniversiteden uzaklaşmak, belki birkaç dönem kaybetmek demekti.
Bunu bildiği için genç bir şey diyemedi, karşı çıkamadı. Hiç
kimse de bir şey yapamadı…
O gün, rütbesiz bir erden sebepsiz yere yediği üç tokadın
acısını, eminim ki hayat boyu içinde taşımıştır o arkadaş.
Benimse yıllar yılı, yağız bir delikanlının tokat yemiş
ezikliğiydi aklımdan hiç çıkmayacak olan.
* * *
Dedim ya, bir kentin intihar çığlıklarını yazıyordum.
Açları, işsizleri, çocuklarına ekmek götüremeyenleri, terör
şüphelilerini…
Ama yazamadım, yarım kaldı.
Nedeni ise bir fotoğraftı.
Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, evinin yıkılmasına itiraz eden Mehmet
Dağ’ın fotoğrafıydı bu.
Evinin yıkılmasına itiraz ederek tartıştığı polisten eşinin
yanında tokadı yemişti.
Üstelik polis yalnızca tokatlamakla kalmamış, evini
boşaltması için Dağ’a 24 saat süre vermişti…
Aradan bir tam gün geçti bile. Birkaç iş makinesi çalışmış,
Mehmet Dağ’ın ocağını dağıtmış, evini yerle yeksan etmiş midir bilmem.
Benimse o fotoğrafta kaldı aklım.
Mehmet Dağ’ın fotoğrafını görünce, yeniden darbe günlerine
gittim.
Genç bir delikanlının, aklımdan hiç çıkmayan, kan seğirtmiş yüzündeki
çaresizliğini anımsadım.
Yüreğim, 12 Eylül 1980 yılının Beytepe Kampüsü’nde, bir kış
günü, otobüs durağında beklerken olduğu gibi, bir kez daha acıdı.
Uzun uzun baktım fotoğrafa.
Bazı mahalleleri kökünden kazınmış Diyarbakır’ın Sur
ilçesinde, gidecek yeri, sığınacak kapısı olmayan insanları anımsadım.
Derinden derine, bir kez daha yoksunluğun, acının, hüznün
ağırlığı kanadı içime.
Bizden ırak bir coğrafyada, öteki olmanın çaresizliğiyle
sızladı yüreğim.
Kürt'ün tokat yemiş ezikliğiydi gördüğüm, o fotoğrafta.
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurtun-tokat-yemis-ezikligi,18787
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurtun-tokat-yemis-ezikligi,18787
Cuntalı yılların beytepesi güzel anlatılmış. Gerçi ben darbenin ilk yıllarında değil de af dönüşü 85,86'lı yıllarında ara sıra bulundum beytepede.
YanıtlaSilTeşekkürler. Sadece küçük bir dokunuştu. O yılları anlatmak bambaşka bir şey...
YanıtlaSil