T24 | 28 Aralık 2017
Gri bir
sabaha uyandım bu sabah.
Ölümün
berisindeydim.
Takvim
yapraklarına bakmaya korkuyordum.
Lakin
korkunun gerçeği görmeye engeli yoktu!
Evlerimizde,
artık birer cam kutucuk misafir ediyorduk, basınca düğmesine hemencecik
kusuveriyordu gerçekleri yüzümüze.
Tabii
doğru kanaldaysak eğer.
Değilsek,
yapacak bir şey yoktu zaten! Başımızı gömdüğümüz ve ilelebet sürecekmiş gibi
sandığımız kumdan, çamurdan, cerahatten oluşmuş bir bataklığın içinde,
yaşıyormuş gibi yapmaya devam ediyorduk…
Bir de
sosyal medya vardı tabii.
Takvim
yapraklarından daha şaşmaz bir şekilde çalışıyor ve ister istemez ölümün
ötesinden sesler ulaştırıyordu bize.
* * *
1943, Van, Özalp, otuzüç kurşun, temsili |
İşte,
üzerimizi örten o gri karanlık altında bu sesleri duyuyordum ben.
Ölümün
ötesinden seslerdi bunlar.
33
kurşuna çıkmıştı adı. En çok da, Ahmet Arif’in dizlerinden duyuluyor, onun sesinden
dile geliyordu.
1943 yılında, Van’ın Özalp İlçesi’ndeydi… Elleri
arkadan bağlanmış, Kukur Deresi’nde yatıyordu,
kurşuna dizilmiş 33 Kürt köylüsünün cesedi.
* *
*
1 Mayıs 1977 katliamı, Kazancı Yokuşu |
Ölümün
ötesinden sesler duyuyordum…
Sene 1977’ydi; günlerden 1 Mayıs, İstanbul’da Taksim
Meydanı.
Bir
bayram gününde, Kazancı Yokuşu’nda
yakalanıyorduk ölümün soğuk nefesine.
Bayram
başlamadan daha, nasıl da dönüşüyordu 34 canın cenaze merasimine.
Ne çok
vuruluyorduk biz, ne çok öldürülüyorduk böyle!
* *
*
24 Mayıs 1993, Elazığ-Bingöl Karayolu, 33 asker anıtı |
Ölümün
ötesinden sesler duyuyordum hala.
24 Mayıs 1993,
Elazığ-Bingöl Karayolu’ndan geliyordu ölümün sesi.
Bir dağın
yamacında, sorgusuz kurşuna diziliyordu 33 silahsız er!
Ölüm
kimliğine bakmıyordu ölenlerin, kaçınız Kürt’tü, hanginiz Türk’tü diye
sormuyordu.
* *
*
2 Temmuz 1993, Madımak katliamında ölenler |
Sene 1993,
Temmuz’un ikinci günü.
Ölümün
ötesinden sesler çalınıyordu yine kulağıma.
Madımak, diyordu;
34 can, 34 yanık insan, et kokusu...
Yirmidördünün,
yirmibeşin altındaydı yaşları!
Şairler
de yanıyordu bu yangında, çoğu genç, delikanlı, kız, kızan; yazarlar, ozanlar, sanatçılar
da…
Sazları
da birlikte yanıyordu canların; sözleri de, türküleri de, şiirleri de...
* *
*
5 Temmuz 1993, Başbağlar katliamı |
Üç gün sonrasıydı.
Kararlıydı, ölüme doymayan bir
yıl olarak yazacaktı adını, tarihin kara yapraklarına, 1993 senesi.
Yangın düşmüş, boşaltılmış, viran
olmuş binlerce köy, mezra kalacaktı geride; sönmüş ocaklar, dağılmış yuvalar; toprağından,
yurdundan sürgün olmuş insanlar…
Yine 1993, 5 Temmuz günü, bu sefer Başbağlar’dan ulaşıyordu ölümün ötesinden sesler.
Bir kez daha, ölüm çığlıkları yapışıyordu
bir köyün yakasına; bir kez daha sıkıyordu boğazını ölüm insanların. Ve bir kez daha esiri oluyorduk, listelerde 33 ölümden
ibaret sayıların.
* *
*
20 Temmuz 2015, Suruç katliamı, oyuncaklar |
Ölümün
ötesinden sesler işitiyordum durmaksızın.
Acılar sığmıyordu
artık takvim yapraklarına ve biz yetişemez oluyorduk anma törenlerine.
Kobanili
küçük çocuklara oyuncak götürecek olan büyük çocuklar, henüz yeterince
büyümemişlerdi.
Henüz
erkendi, Suruç daha ıraklardaydı.
Henüz
yeterince büyümemiş 33 çocuğun etleri, bir bahçenin orta yerine henüz savrulmamış,
kanları uluorta yapışmamıştı taşa ve betona.
* *
*
Ölümün
ötesinden fısıltılar duyuyordum.
Atık
birer birer değil, onar onar ölüyorduk bu coğrafyada.
Onar onar
ölündüğünde, doğaldır ki, adını katliam koyuyorduk bu toplu öldürümlerin.
Lakin bazıları
alınıyordu buna, galiba katliam sözü biraz kaba kaçtığından.
Anlıyordum,
onar onar öldürülünce değil, meğer buna katliam denilince kabalaşıyormuş insan.
* *
*
28 Aralık 2011, Roboski katliamı |
Bugün bir
kez daha duyuyordum.
Bir dağın
yamacına gizlenmiş oluyordu.
Ölümün
ötesinden sesler gelmeye devam ediyordu hala.
Takvim
yaprakları 16 Aralık'tan 26 Aralık'a
doğru bir katliamın izlerini sürerek ilerlerken adım adım, biz unutmaya başlıyorduk
bile Kahramanmaraş'ı!
Peki, ne
zamana dek?
Çok fazla
değil!
Çünkü bir
güne sığmaz oluyordu artık ölüm haberleri, başka bir katliama doğru hızla yol
alıyorduk.
Uludere, Roboski diye fısıldıyordu bu sefer aynı
ses...
28 Aralık 2017 tarihli
sayfayı işaret ediyordu bana.
38 insan,
38 katırın ürkek gölgeleri yürüyordu bir dağın eteklerinde.
Toplam 76
can!
Karanlıkta,
bir dağın dona kesmiş ıssızlığı çalınıyor, ölümün ötesinden sesler çarpıyordu
yine kulaklarıma.
Uçak
sesleri, insan seslerine karışıyordu; katır sesleri, çocuk seslerine.
Kaçırıyordum
gözlerimi.
İlk defa,
hiç sorulmamış sorulara yanıtlar arıyordu aklım; katır çığlıklarını, çocuk çığlıklarından
ne zaman ayırt edebilir ki insan?
34 ölü
katır, 34 ölü insan kalıyordu o gece dağın yamacında.
“17'si çocuktu” diye sesleniyor ama o
ses, henüz büyümemişti ve artık asla büyümeyecektiler...
Büyükler
daha mı kolay ölürdü sizce çocuklardan, daha mı az acı çeker onlar?
Sahi,
daha mı tez solardı düşleri, erken ölen çocukların?
Yıkılan Roboski anıtı |
Hadi biz öldük diyelim bir dağın yamacında, heykellerimizi niye öldürdünüz
bir şehrin merkezinde?
Uçakların,
sadece katırları ve insanları değil, bazen adaleti de öldürdüğü olur muydu?
Demek ki
oluyormuş…
Adını
söyleyemediğim sözcükler çırpınıyordu dilimde.
Çaresiz,
susuyordum.
Susuyor
ve başımı kaldırıyordum.
İşte o
an, penceremden görüyordum;
Geçen
bahar diktiğim zeytin ağacının, bir kuş konmuş oluyordu incecik dalına.
Tarifsiz
bir sevinç doluyordu o an içime; duygu dolu sözlerden, imge yüklü şiirlerden,
en güzel ezgilerden birike birike gelmiş gibi hissediyordum…
Gökyüzü,
gri perdesini yavaşça aralıyordu.
Güneş
tereddütsüzce açıyordu.
Bu sefer
ölümün berisinden fısıldıyordu kulağıma o ses:
“Biliyorduk…
Biz umut
ettikçe daha çok cesaret bulacaktı çocuklar.
Başka
yolu yoktu, biz sevdikçe daha çok güzelleşecekti dünya.”
* *
*
Yeni
yılda, yepyeni umutlara…http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/olumun-otesinden-sesler,18827