T24 | 26 Eylül 2017
Bir kentin katli
Dört
yıl önce, dilime dolanan bir fiili eyleme dönüştürmek suretiyle terk etmiştim
İstanbul’u. Dört gün önce yeniden döndüm. Sadece bir haftalığına.
İstanbul
acı acı baktı bana. Giderek bir ucubeye dönüşmüş suretiyle; hanlarından, hamamlarından,
şadırvanlarından; kervansarayları ve camilerinden çizilmiş çirkin siluetiyle...
Yenilmiş
onca ağrılarıyla baktı şehir bana. En ince yerinden kırılmış, can evinden
vurulmuş, kahpece katledilmiş haliyle baktı.
Bir
şehir nasıl katledilir sizce?
Sinsice
yaklaşıp arkadan, kalleşçe saplayarak mı kılıcını? Pusuya yatıp karanlık bir
köşede, apansız ateşleyerek mi silahını?
Yoksa,
imar planlarıyla mı katledilir en iyi! Gece gelen emirleri, gizli pazarlıkları,
fesata bağlanmış ihaleleriyle mi; ya da kupon kupon, parsel parsel bölünerek mi
katledilebilir bir şehir?
İstanbul’a
geldiğim gün, bu şehrin cümle günahlarının vebalini taşıyan şahıs gitti.
Arkasında, toprağına karış karış günahlar zerk edilmiş bir şehrin enkazını
tarihe bırakarak gitti.
Vicdanın katli
Cumartesi
günü Galatasaray Meydanı’ndaydım. Alana ilk ben varmıştım. Meydanın ortasında, Cumhuriyet’in
50.yılı için yapılan heykele sırtımı dayadım, yüzümü güneşe verdim.
O
an Vedat Günyol’un cezaevindeki Nazım Hikmet’i ziyarete gittiğinde, görüşme
yeri olarak kullanılan gemide, ünlü şairin yazdığı şiir geldi aklıma:
“Bugün pazar...
Bugün, beni ilk
defa
Güneşe çıkardılar.
Ve ben, ömrümde ilk
defa
Gökyüzünün
Bu kadar benden
uzak,
Bu kadar mavi,
Bu kadar geniş
olduğuna şaşarak,
Kımıldamadan durdum
Sonra, saygıyla
toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı
duvara.
Bu anda;
Ne düşmek
dalgalara,
Bu anda;
Ne kavga, ne
hürriyet, ne karım.
Toprak,
Güneş ve
Ben...
Bahtiyarım…”
Sırtımı
dayadığım elli adet borudan oluşan anıt, heykeltıraş Şadi Çelik tarafından
Beyoğlu’nun karmaşasını, sadeliğiyle yenmek gibi bir anlam yüklenerek
tasarlanmış aynı zamanda.
Aradan
geçen 43 yılın 22 sinde, kayıplarını arayan acılı insanların sessiz
çığlıklarına tanıklık etti bu heykel.
Bu
düşüncelerle gözlerimi açtım. O hafta, anaların kayıplarını aradığı
652.haftaydı.
Sonbahar
güneşi, 652.kezdir, bu meydana yerleşmiş ve bir daha ayrılmamış bir hüznü
aydınlatıyordu.
Kalabalık
giderek çoğaldı, adımlar ürkek ürkek yaklaştı birbirine, yüzlerde derin bir
çukura benzeyen suskunluk.
İki
gün önce Güzel Annesini kaybetmişti bu meydan. Bir gidenin daha ağırlığı çökmüştü
meydana.
Konuşmalar yapılıyor; sözler ağrılı, kelimelerden acı süzülüyor adeta, sesler nasıl da dokunaklı…
Konuşmalar yapılıyor; sözler ağrılı, kelimelerden acı süzülüyor adeta, sesler nasıl da dokunaklı…
Hanife
Ana konuşuyor. “Yetim kaldım”
diyor; “annemden yetim kaldım, babamdan yetim,
kocamdan ve çocuklarımdan yetim kaldım…” Sonra duruyor...
“Şimdi arkadaşımdan da yetim kaldım”
diyor.
Son sözleri boğazında düğüm düğüm Hanife Ana’nın.
Bu tür konuşmalardan sonra genellikle bir alkış kopar. Ama burası kayıplar meydanı, burada alkışlara mahal yok! Onun yerine bir hıçkırık tufanı kopuyor meydandan. Göğüsler inip kalkıyor, yüzler ağlamaklı, gözler nemli...
Bir
toplumun vicdanı nasıl katledilir sizce?
Sesi
kısılırsa eğer insanların, korkuyla terbiye edilirse halk, zulm ile abad olursa
bir toplum, işte o zaman katledilmiş olur bir toplumun vicdanı.
Adaletin katli
Dün
Cumhuriyet Gazetesi yazarlarının duruşması vardı. Oradaydım.
Ahmet
Şık’ın kardeşiyle karşılaştım. 71 indeki annesi ve 85 indeki hasta babasını
uzak bir şehirde bırakarak gelmiş.
“Ne bekliyorsunuz?” diye soruyorum.
Hiç
beklemediğim kadar kesin konuşuyor:
“Bırakmazlar,” diyor, “ceza verecekler!”
Hala
cezaevinde tutuklu olan gazeteciler Ahmet
Şık ve Kadri Gürsel; Murat
Sabuncular, Akın Atalay ve Emre İper
duruşmadaydılar.
Hepsi
kendinden emindiler. Gazetecilik adına dik ve vakurca duruyorlardı. Yüzlerinden
anlıyordum, yapılan iddialar karşısında savunma yapmayı zul görüyorlardı
kendilerine. Ne var ki, tarihe kayıt düşmek gibi de bir görevleri vardı.
Ahmet
Şık kayıpların 500.haftasında Murat Sabuncu’yu da alarak koşmuştu Galatasaray
Meydanı’na. O günden sonra Ahmet Şık’la birlikte kalplerini o meydana
bırakmışlardı…
Onları
duruşmada izlerken düşündüm:
Bu
gazeteciler, cemaat sofralarından beslenip, hatırlı referanslarla krediler
alıp, villa ve yat sahibi olmadıkları için mi suçlular yoksa, bir zamanlar cemaatin
yargı kılıcının önünde diz çöküp biat etmedikleri için mi?
Örneğin,
dört bine yakın hâkim ve savcıyı liyakatsiz bir şekilde yargı sistemine sokup
adaletin katline ortak olmadıkları için suçlular?
Meydan
meydan dolaşıp cemaati öven konuşmalar yapmadıkları; onların elinden afili
ödüller almadıkları, paraya boğuldukları gazete köşelerinde, AKP ve cemaate
alkış tutmadıkları için suçlu görülebilirler mi örneğin?
Almanya’nın
en büyük yolsuzluk davası olan Deniz Feneri Davası’nda, savcılara görevden el
çektirilip davanın kapatılması için çevrilen dolaplara ortak olmadıkları için de
suçludurlar belki…
Erzincan’daki
cemaat örgütlenmesinin üzerine cesurca giden savcı İlhan Cihaner’i, makamında
basarak yaka paça gözaltına aldıran cemaat savcılarının safında yer almadıkları
için de suçlanabilirler mi?
Geçelim
bunu da, devletin olanaklarıyla ele geçirdikleri televizyon kanallarında her
gün arz-ı endam etmek suretiyle cemaati övmedikleri için de suçlanabilirler mi
bu yazarlar?
Bilmiyorum,
yazarlarımız gizliden gizliye ya da açıktan, uzak kıtalara gidip bir cemaat
liderinin önünde diz çökmüşler midir? Hadi bunu da geçtik, liderle birlikte poz
verebilmek için, neden birbiriyle yarış etmedikleri de için suçlanabilirler mi?
Yıllar
yılı cemaat örgütlenmesi ve bunun tehlikeleri üzerine yazılar, makaleler,
kitaplar yazdıkları için iktidar/cemaat kumpasıyla hapislere tıkıldıkları
halde, yine de cemaat önünde diz çökmedikleri için suçlanabilirler mi?
Kim
bilir gerçeğin, yalnızca gerçeğin peşinde koşmayı gazetecilik olarak bilen
yazarlar olarak, yalnızca cemaatin karşısında değil, en az onun kadar kalbi kara
bir iktidar zulmünün karşısında boyun eğmedikleri de için de suçlanabilirler
mi?
Belki
de bir ülkenin ordusuna kumpas kurulup kozmik odasına girilirken gazetelerinde
manşet manşet başlıklar attırıp, yazdıkları yazılarla bu kumpasa alkış
tutmadıkları için de suçlanabilirler…
Sahte
isimlerle kanuna aykırı olarak aydınların, yazarların telefonlarını dinleterek,
yeri geldiğinde ülkenin yarısının gizli yaşamlarına girebilmek için kararlar
alabilen savcıları övüp göklere çıkarmadıkları için de suçlu olabilirler mi?
Örneğin
onlar, televizyon televizyon dolaşıp, cemaat liderinin hatırına salya sümük
ağlamışlar mıdır? Ağlamamışlarsa eğer, cemaat adına düzenlenen olimpiyatlarda,
statlar dolusu kalabalıklar önünde “muhterem(!)” cemaat liderine gözü yaşlı
övgüler dizerek geleceğin darbecilerini alkışlamadıkları için de suçlanabilirler
mi?
Ülkeyi,
dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine çeviren davalardan birini izlerken
bunları düşündüm.
Görevden
el çektirilen, dört bine yakın yargı mensubunun kararlarına kurban edilen
binlerce, on binlerce mağduru anımsadım.
Bu
davayı izlerken iddianamenin sığınağı olan tanıkların nasıl birer maskaraya
dönüştüğüne, bir davanın iddia ve tanıklar yönünden mizahın doruklarına
tırmanabildiğine, jurnalci gazeteciliğin parlak örneklerinden birine tanık
oldum.
Sonuçta,
Kadri Gürsel’in serbest bırakılmasına, diğerlerinin tutukluluğunun devamına,
mahkemenin 31 Ekim’de saat 09.30’da devam etmesine karar verildi.
O
an Bülent Şık’ın sözleri geldi aklıma:
“Bırakmazlar, ceza verecekler!”
Avrupa’nın
en büyük adliyesinde, sıkıştığımız bu küçük duruşma salonunda, bir kez daha
adaletin nasıl katledildiğine tanık olurken, Montesquieu’yu duyar gibi oldum:
“Bir
rejim, halkın adalete inanmaz bir noktaya gelince, o rejim mahkûm olmuş
demektir.”
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kentin-vicdanin-adaletin-katli,18147
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kentin-vicdanin-adaletin-katli,18147