29 Haziran 2017 Perşembe

Açlığın koynundaki gülümseme

Yusuf Nazım
T24 | 29.06,2017


Yıl 2014.
Haziran’ın on yedisi. 
Eskişehir’deki Sazova Parkı, mutlu bir resme tanıklık etmeye hazır.
Saat 16.00 suları.
Profesyonel bir fotoğraf makinesinin deklanşörünün sesi duyulur.
Hayatlarını birleştirmek heyecanıyla mutluluğa kanat çırpan iki insanın resmi pozlanır.
Çifte bir mutluluktur onlarınki; her ikisinin de öğretmenliğe ataması yapılmış, bu güzel haber üzerine yaşamlarını birleştirmeye kadar vermişlerdir.
Ataması yapılmış öğretmenler, Esra ve Semih Özakça çiftidir onlar.
Yüzlerinde, yaşadıkları çifte mutluluğun telaş içindeki sevinç ışıltıları parlamaktadır.
Esra, bir bisiklete binmiş pedal çevirmekte, Semih ise arkasından yetişmeye çalışmaktadır.

*  *  *

Açlık grevlerinin 111.gününde gördüm bu fotoğrafı.
Uzun uzun baktım resme.
Dayanamadım, yaklaşıp biraz daha yakından inceledim.
Yüzlerindeki o tarifsiz sevinci, dokunulmamış mutluluğu, çocuksu masumluğu...
Bu fotoğrafı, onları, azılı bir terör örgütünün üyesi olarak Türkiye toplumuna sunan iktidar gücünün elindeki medyada görmek mümkün değil!
Böyle bir fotoğraf karesindeki masum yüz, onu yargısız bir infazla linç edecek gazete ve televizyonlar için pek uygun olmasa gerek.
Nitekim bundan dolayıdır ki fotoğraf, ana akım medyanın ilgisine mazhar olmadı.
Zira beyhude olacaktır, onların çocuksu yüzlerinde, bir teröristin acımasız bakışlarını aramak.
Olsa olsa bakanın yüzüne, sade bir tebessümün yayılmasına sebep olabilir böyle bir fotoğraf.
Nitekim benim de öyle oldu.
Fotoğraftaki insanların yüzüne bakınca, sebepsiz bir tebessüm yayıldı yüzüme, gülümsemeden edemedim…

*  *  *

İşte bu fotoğraftaki iki insan.
Yüzlerinde, sanki dünyanın bütün sevinçlerini toplamış bu çift.
Bir süredir açlığın koynundalar!
Eğitimci Semih Özakça, akademisyen Nuriye Gülmen’le birlikte 113 gündür açlıklarını bir söz gibi dillerinde taşıyorlar.
Üçüncü evlilik yıldönümlerine yirmi bir gün kala, eşi tutuklanınca, “iyi günde, kötü günde” deyi hayat yoldaşının açlığını paylaşmaya karar vermiş Esra
O da, işinden ihraç edilenlerden.
Tam 38 gündür açlığın koynunda yol alıyor.
Tıpkı aynı adalet arayışının 36. günündeki İsmail Erdoğan gibi…

*  *  *

Açlık!
İnsanın hayatta kalma dürtüsünün, en karşı konulmaz sonuçlarından biri.
Bir canlının, sahip olduğu bütün erdem ve yeteneklerini kullanabilmesi için öncelikle yenmesi gereken bir dürtü.
Yürümek, düşünmek, konuşmak, espri yapmak, eğlenmek; kavga etmek, uyumak, sevişmek, şarkı söylemek gibi.
Bütün bunlar için öncelikle açlık duygusunu yenmesi gerekir insanın.
Bir insan düşünün; tüm bunlardan vaz geçmesine sebep olacak nasıl bir şey yaşayabilir?
Nasıl bir duygu insanın, sonuçları en hafifinden geri dönüşümsüz bir hastalığa sebep olabilecek ölümcül bir yolculuğa çıkmasına sebep olabilir?
Nasıl bir anında, onu hayata bağlayan en değerli şeyini; yaşamını, bile bile bir ölüm çukuruna atabilir insan?
Yanıtlanması güç sorular bunlar.

*  *  *

15 Temmuz Darbe Girişimi.
Bütün yaşananların miladı denebilecek tarih.
Bir KHK ile işlerinden edildiler; ekmekleri ellerinden alındı onların.
Oysaki darbeyle, darbeye kalkışanlarla, onları destekleyenler uzaktan yakından ilgileri yoktu.
Üstelik bütün dünya âlem bunu biliyordu.
Tıpkı, benzer KHK’larla işten çıkartılan, ekmekleri gasp edilen daha binlerce, on binlercesi gibi.
İşten atıldıktan sonraki adresleri Yüksel Caddesi olmuştu.
Hemen her gün polis copu yediler, zehir içtiler, gözaltına alındılar.
Sanırsın darbeyi onlar yapmışlardı!
Sanırsın zehirli bir sarmaşık gibi ülkeye dadanan cemaatleri yıllar yılı onlar beslemişlerdi.
Tüm baskılara rağmen Semih Özakça, Nuriye Gülmen ve Acun Karadağ yılmadılar, sevenleriyle birlikte aylarca sokaklarda adaleti aradılar.
Bulamadılar!
Öylesine haklıydılar ki, adalet denen aygıt, bütün kapıları üstlerine kapadığında, insanoğlunun en çaresiz anlarında yaptığı şeyi yaptılar; sessizce açlığa sığındılar.
İşlerine geri dönme taleplerini, Ankara’nın bir sokağında destekçileriyle birlikte sürdürmeye devam ettiler.
Sonunda, açlık grevlerinin 76.gününde tutuklandılar.

*  *  *

Şimdi, sessiz ama bedeli büyük bir yolculuktalar onlar.
Nuriye 44, Semih ise 63 kilo kalmış durumda.
Açlığın koynundaki Semih, atamasının yapıldığı ilk yer olan Erzurum’un Horasan ilçesinin Haydarlı Köyü’nde o yoksul öğrencileri düşünüyor mudur acaba?
Orada yaşadığı yoksunlukları, sonradan birlikte olduğu diğer çocukları…
Kendi istekleriyle seçtikleri bu yolda sessiz ama içten içe hüzünle yol alıyorlar.
Yine de hiçbir şey düşüremiyor onların yüzlerindeki sevinci.
Elbette ki bir sınav değil yaptıkları.
Devletle de boy ölçüşmek gibi bir amaçları olduğunu sanmıyorum.
Seçtikleri yöntem ne kadar tartışılsa da, biliyoruz ki onlar, yaşamak için bu yolu seçmiş durumdalar.
Tereddütsüz haklı oldukları bir davada, bütün adalet ve hukuk olanakları ellerinden alınmış bireyler olarak tercihlerine saygı duymaktan başka yapacak şey yok.
Buna karşılık, adaleti, hukuku, insanca yaşamayı hiç eden bir iktidar gücünün günahları ortada.
Semih, Nuriye, Acun ve diğer tüm KHK mağdurları, bağımsız bir yargı süreci işletilene kadar derhal işlerine iade edilmelidirler.
Sorunları çözmeye yarayacak temel talep bu olsa gerek.

*  *  *

İki gün önce bu amacı dillendiren 111 aydın ve sanatçının imzasının olduğu bir bildiri yayınlandı.
Oldukça yerinde, son derece insancıl bir kapsamda yazılmış bildiriydi.
Ne var ki, yükseklerden parmak sallamakta gecikmedi devletin bürokratı;

“Neyin altına imza attığınızın farkında mısınız? “

Üstelik hem nalına, hem mıhına vuruyordu;

“Peki, terör örgütüne cesaret vermek için bu ilanı yayınlayanlar?”

170’ten fazla gazeteciyi cezaevine tıkmışlar, yetmemiş; onlarca gazeteyi kapatmışlar, az gelmiş; 16 televizyonun ekranını karartmış, binlerce gazeteci işsiz bırakmış yine de yetinmemişler.
Parmak, geriye kalanlar için sallanıyor bu sefer:

“Peki terör örgütüne cesaret vermek için bu ilanı yayınlayanlar?”

*  *  *

Nuriye, Semih, Acun…
232 gündür adaleti arıyorlar.
112 gün boyunca, adalete olan açlıkları bir çığlığa dönüşmüş onların.
Vicdanlar sağır, yürekler kör, diller tutulmuş.
Açlıkla koyun koyunalar.
Hiçbir baskı, engelleme onları yıldıramıyor.
Gözlerindeki o umut ışıltısını söndüremiyorlar.
Notlar gönderiyorlar içerden, resimler çiziyorlar, espriler yapıyorlar.
İyiyiz, bizi merak etmeyin,” diyorlar, “kazanacağız, işimize geri döneceğiz” diye pusulalar iletiyorlar dışarıya…
Her gün biraz daha kargacık burgacık olsa da yazıları, her gün biraz daha zayıflasa da kalemlerinin çizgileri…
Ölümü de tiye alıyorlar, onları ölüme gönderenleri de.

*  *  *

Esra Özakça
Hayat yoldaşı Semih’in.
Eskişehir’de, Sazova Parkı’nda çekilen fotoğrafa bir kez daha bakıyorum.
Semih’le çıktığı hayat denilen bu yolculukta, ayakları hala aynı bisikletin pedalında.
Yılmadan çeviriyor; çeviriyor, çeviriyor, çeviriyor…
Bu sefer arkasından koşan Semih değil!
O, Semih’in ve arkadaşlarının peşinden gidiyor.
Hep beraber, adaletini kaybetmiş bir ülkenin dikenli yollarında yürüyorlar.
Sessiz, ağır, acı dolu; ölümüne bir yolculuk onlarınkisi.
Haklı olduklarına eminler!
Bu yüzden hiçbir şey, ama hiçbir şey geri adım attıramıyor onlara.
Haklılıklarını rengarenk bir bayrak gibi taşıyorlar gülümsemelerinde.
Açlığın koynunda bir gülümseme onlarınki.
Bütün insanlığı kucaklayan.
Adını umut koydukları kalenin en yüksek burçlarına dikilmiş.

İş için, ekmek için, adalet için onurla dalgalanıyor yüzlerinde.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/acligin-koynundaki-gulumseme,17571

21 Haziran 2017 Çarşamba

Türkiye'nin kolsuz direnişi

Yusuf Nazım
T24| 21.06.2017

Tarihe, fotoğraflarla düşen notlar olur bazen.

Bir fotoğraf makinesinin deklanşörüne dokunulmasıyla başlar hikâye. Saniyenin milyonda bir kadar süresine sığar, bir şimşek parlamasıyla aydınlanır ortalık. Karanlık bir sükun içinde, bir an için görünüp kaybolan muktedirin çıplaklığıdır. Şimşek birden bire parlamış ve kral bütün çıplaklığıyla zuhur etmiştir. Vahim olay, bir çift gözün tanıklığında cereyan etmiş olsa hiç sorun olmayacaktır. Oysaki, milyonda birlik zamanın ortaya çıkardığı gerçeğin, bir fotoğraf karesiyle tarihin hafızasına kazınmasıyla durum başkalaşmıştır. Zıtların çelişkisi, muktedirin çıplaklığı üzerinden, tek bir kişinin tanıklığından kurtulmuş, tarihin müzesinde milyonlarca izleyicinin görüşüne sunulmuştur bile.

Bir fotoğraf tarihe miras kalır

1966 yılı Vietnam’ında olduğu gibi. ABD işgalcidir o yıllarda. Uzak bir kıtadan gelmiş, beğenmediği bir rejimi silah zoruyla değiştirmeye kalkmıştır. Vietnam halkı zorbalığa ve işgale karşı direnmiştir. İşgalcinin, bu küçük ve az gelişmiş ülke halkına boyun eğdirmek üzere, kimyasal ve biyolojik silahlar dâhil denemediği yöntem, kullanmadığı silah kalmamıştır.

Napalm bombasının atıldığı köydeki 9 yaşındaki kız çocuğu Kim Phuc’ın kaçışı, Nick Ut isimli gazetecinin fotoğraf makinesine yakalanmıştır.

Nick Ut Pulitzer Ödülü’nü kazanırken, savaşı ve adaletsizliği anlatmak üzere bir fotoğraf tarihe miras kalır.

1966, Vietnamlı çocukların ABD’nin köylerine attığı
Napalm bombasından kaçışı.(Fotoğraf, Nick Ut)
*  *  *

Daha önce de yazdım.
Adamın önce kolunu koparmışlar.

Yıllardır cemaat denilen oluşumla kol kola girmiş, aynı yolda, birlikte yürümüşler.

Beraber paylaşmışlar halkın ve devletin malını.

Parsel parsel, kupon kupon bölüşmüşler.

Yurttaşın çocuğu dersane dersane dolaşıp, sınav sınav ter dökerken onlar, devlete kapağı atmanın kolay yolunu çoktan bulmuşlar bile.

On yıldan çok ÖSYS sorularını çalmış, yıllarca KPSS sınavlarında hile yapmışlar.

Derken devlette bürokrat, sanayide iş insanı, kamuoyunda hatırlı kişi olmuşlar.
Sonra ne mi olmuş?

Biz demokrasicilik oyunlarıyla meşgul olurken bu insanlar yıllarca sizi, bizi, hepimizi yönetmişler.

Kimi hastanede müdür olarak çıkmış karşımıza, kimi üniversitede rektör; kimi vali mi dersin, kimi kaymakam mı, yoksa emniyet amiri mi...

Hâkimi, savcısı, daire başkanı ise cabası…

Yıllarca din adına soymuşlar ülkeyi, sömürmüşler, kan kusturmuşlar halka.

İşçiye, kendi bayramını yaşatmamak için yıllarca İstanbul’u gaza boğmuşlar bazıları.

Kimi, öylesine arsız çıkmış ki, önüne bile yatmaya kalkmış hırsızın!

Kimiyse cinayet şebekelerine ortakmış; Hrant Dink’ın katilleriyle bile iş tutmuş.

Daha ileri bile gidenler olmuş; kimi orduya kumpas kurmuş, kimiyse kozmik odayı basmış.

Ülkenin Genelkurmay Başkanı’nı bile çete lideri yapmaktan geri durmamışlar.

Bazıları esaslı Müslümanmış bunların; Avrupa Birliği’nden sorumlu bakan olmuş. Güya Avrupa’ya sokacakmış bizi. Sonradan anlaşılmış, sabahları piyangodan çeker gibi dua seçer, üfleyip sallarmış, millet ve memleket aşkına. Sonradan anlaşılmış, eğerse makaraya alırmış koca ülkeyi.

Ellerinde devletin bütün olanakları, vaktiyle herkesi dinlemiş, izlemiş bunlar.

Yetmemiş, siyasetçinin yatak odasına kadar girmiş; gözdağı vermiş, tehdit etmiş, şantaj yapmışlar.

Öylesine çalışmışlar ki birlikte, öylesine kol kola girmişler, öylesine ortaklarmış ki, el pençe divan durmuşlar liderlerinin önlerinde, hep övgüler dizmişler birbirlerine.

Üstelik öyle beribenzer değil, koca koca salonları, statları doldurmuşlar, salya sümük ağlamış, gözyaşı dökmüşler biat ettiklerine.

Tarihin büyük hazinesidir fotoğraflar

Tarihin büyük hazinesidir fotoğraflar.

Tıpkı, 1973 yılı Şili’sinde olduğu gibi. Salvador Allande, dostu Fidel Castro’dan farklı düşünmektedir. O, bir ülkede silaha başvurmadan, barış içinde sosyalizmin kurulabileceğine inanmaktadır. Bunun için 1970 yılında girdiği başkanlık seçimlerinde %36,3 oyla Şili’nin başkanı olmuş, 1973 seçimlerinde ise oyunu %43’e yükseltmiştir. 

Ne var ki, Şili’nin ve dünyanın egemenleri bunu hazmedemez. CIA’nin örgütlediği Kamyoncular Grevi sonunda Şili Ordusu 11Eylül 1973’te sosyalist Allende iktidarına karşı harekete geçer. Allende, askeri darbeye boyun eğmez, demokrasiyi ve sosyalizmi savunmak için sonuna kadar direnir. Başkanlık sarayı tanklar ve uçaklarla bombalanır. Direnişin son anlarında onu, elinde Fidel’in armağan ettiği silahla Başkanlık Sarayı’ndan çıkarken görürüz. Yine bir fotoğraftır tarihe düşen.


Şili devlet başkanı Salvador Allende’nin darbeye karşı direnirken son fotoğrafı.

*  *  *

Oysaki Türkiye’de tek bir fotoğraf karesine sığmaz yaşananlar.

Yıllardır çıkar ortaklığı yapanlar yol ayrımındadır artık.

Sonunda, iş bitmiş, ortaklık bozulmuştur.

Çoğunun ipliği pazara çıkmaya başlar.

Kimi rüşvet yerken yakalanır, kimi para sayma makineleriyle.

İstanbul’u gaza boğan vali mi dersin, şehre zulmeden emniyet müdürü mü, Hrant’ın ölümüne ortak saygılı emniyet amirleri, subaylar, astsubaylar mı?
Darbeye bile teşebbüs etmiş, meclisi bile bombalamıştır bir kısmı.

Hepsi birer birer cezaevine girmeye başlar.

Hastanede yönetici, üniversitede rektör, hatırlı iş insanı, eski milletvekili, bürokrat, müdür…

Bir devrin mağrurları, muktedirleri hepsi…

Peki!

Bütün bunlardan Veli Saçılık mıdır sorumlu olan?

Yoksa Nuriye Gülmen ve Semih Özakça mı?

Ya da bütün bu suçların sorumlusu, işinden uzaklaştırılan yüzlerce akademisyen, binlerce memur, öğretmen mi?

Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarları, çizerleri; cezaevine atılan 169 gazeteci mi?

Veya, çeşitli gerekçeler gösterip şehirlerini başlarına yıktığımız, geride kalanlarını hapislere doldurduğumuz, son yüzyılın ötekileri, Kürtler mi?

Gün gelir, bir fotoğrafa sığar tarih

Yer Güney Vietnam. ABD ve müttefikleri işgal etmeye kalktığı Kuzey Vietnam karşısında zorlanır. 18 Ağustos 1966. Ünlü Long Tan muharebesinin ardından, Avustralyalı askerlerin alışkanlığı olur. Ele geçirdikleri Viet Cong’lu savaşçılara türlü türlü işkenceler yaparlar. Bunlardan birinde, bir Viet Cong savaşçısını, askeri bir aracın arkasına bağlayarak sürüklerler. Deklanşöre dokunan parmak, o anı tarihin hafızasına kaydetmekte gecikmez.

Bir parmak dokunur deklanşöre, bir resim kaydedilir, bir fotoğraf daha aktarılır tarihin hafızasına.

Vietnam Savaşı sırasında, bir Viet Cong’lu
savaşçısı, Avustralya zırhlısınca sürüklenirken.
*  *  *

2017 yılının Haziran ayında Ankara’nın fotoğrafı ise başkadır.

Bir adam, adalet için direnişine tek koluyla devam etmektedir.

Her gün Yüksel Caddesi’ndedir o.

Bu sefer, direnişinin 216.gününde görürüz onu.

Yine bir kolluk ordusu vardır karşısında!

Yine coplu, kasklı, kalkanlı, biber gazlıdırlar.

Yine emir komuta zincirindedirler.
Kolluk ordusu ağır ağır ilerler Veli Saçılık’a doğru.

Veli, her zamanki gibi tek koluyla karşı koymaya hazırlanır.

Oradan bir anons duyulur:

“Yüksel Caddesi, heykel önünde eylem yapan gruba sesleniyorum. Yapmış olduğunuz eylem kanunlara aykırıdır, lütfen dağılınız… Dağılmadığınız takdirde, kademeli olarak zor kullanılarak dağıtılacaksınız!”



Anonsu yapan henüz cezaevinde değildir!

Onun amiri, amirinin müdürü, müdürünün yöneticisi de…

O şehrin emniyet müdürü, henüz bir terör örgütü üyesi iddiasıyla tutuklanmamıştır!

Onun amiri durumundaki Ankara valisi, ya da valinin bağlı olduğu bakan… O da tutuklu değildir. Aksine, talimatları belki de bizzat vermektedir!

Oysaki daha dün, ülkenin en büyük şehrinin eski emniyet müdürü tutuklanmamış mıdır?

Hatırlayın, nasıl da kibirliydi bir zamanlar?

Örneğin eski İstanbul valisi; on beş milyon nüfuslu şehrin en üst düzey yöneticisi.

Darbe girişimi sonrası, terör örgütü üyesi olmakla cezaevini boylamamış mıydı?
Gezi Parkı olayları sırasında az zulmetmemişti halka!

Nefretlerini, Kürt illerinde dağa, taşa, toprağa bulaştıran kaç generale, kaç albaya, kaç binbaşıya, 15 Temmuz günü başkentin ortasında, halkın üzerine bomba yağdırırken suçüstü yapılmıştı?

Hâlbuki bir zamanlar, devletin ve milletin bekası için nasıl da vatanseverdiler hepsi!

Kaç muhterem bakan eskitmişti bu ülke 17/25 Aralık’ta?

Kimi çikolata kutularında götürürken yakalanmıştı rüşveti, kimi bilmem ne ülkesinden özel olarak getirtilmiş kol saatiyle.

Cerahat gibi akmıştı yolsuzluk ve rüşvet ülkenin sokaklarına.

İşte, bir devrin muktedirleriydi bunlar; hâkimi, savcısı, rektörü, emniyet müdürü;  valisi ve kaymakamı; ihalecisi, komisyoncusu, rüşvetçisi…

Hepsi birer birer cezaevinin yolunu tutmuştu.

Bazense bir fotoğrafa benzer tarih

Bu sefer yıl 1968. Meksika Olimpiyatları’nın 200 metre ödül töreni. Amerika Milli Marşı okunmaktadır. Kürsüde, çıplak ayaklı iki zenci atlet; Tommie ve John, siyah meşin eldivenli yumruklarını sıkarak havaya kaldırırlar. Ayakları çıplaktır. Avustralyalı beyaz atlet Peter Norman ise, göğsünde ‘İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi’ hareketinin rozetini taşımaktadır. Bu üç cesur atlet, Amerika’daki ırkçılığı ve zenciler üzerindeki eşitsizliği protesto etmektedirler. Stat beklenmedik bu eylem karşısında birden buz keser. Olimpiyat Komitesi bu üç atleti anında linç eder, spor yaşamlarını sona erdirir. Geride kalan fotoğraf ise onları, dünya insan hakları mücadelesinin tarihine altın harflerle yazar.

1968, Meksika Olimpiyatları, Peter Norman, Tommie
Simith ve John Carlos olimpiyat ödül kürsüsünde.
*  *  *

Veli Saçılık.

Yukarıda saydığım suçların hiç birini işlememiştir.

Hiç birinin yapılmasında ufacık bir rolü dahi olmamıştır.

Aksine, tüm bu suçlar işlenirken o, onurlu bir yurtsever gibi karşı çıkmış, mücadele etmiş, bağlı olduğu sendikayla birlikte kavgasını vermiştir.

Peki, sonunda ne mi olmuştur?

Sosyolog Veli Saçılık’a, devletteki işinden el çektirilmiştir!

Sadece ona mı?

Daha yüzlerce, binlerce Veli’ye, Semih’e, Nuriye’ye…

At izinin it izine karıştığı bu güç dalaşında ekmeğinden, işinden edilmişlerdir onlar.

İşte bunun için ekmek kavgasında Veli.

Bugünlerde her gün Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde.

Hem kendisinin, hem de açlık grevindeki arkadaşlarının kavgasını veriyor.

Akademisyen Nuriye Gülmen, öğretmen Semih Özakça’nın kavgasını.

Onun kavgası, işini ve ekmeğini kaybeden herkesin kavgası.

Onun yüreği, bütün KHK mağdurlarının yüreği.

Sadece kendisi için değil, ülkenin bütün mağdurları için direniyor o.

Cop yiyor, yerlerde sürükleniyor; üzerine biber gazı sıkılıyor, zehir kusuyor, plastik mermilere siper ediyor etlerini.

Bir tarafta darbeyi yapanlar, rüşvet alanlar, ihale kaçıranlar, yolsuzluğa karışanlar; hilebazlar, milleti makaraya alanlar, hırsızın önüne yatanlar ve tüm bunlara sebep olanlar...

Öbür tarafta ise, bir ateş denizinin ortasında canını dişine takmış, hakkını arayan tek kollu bir adam!

İnsan, böyle bir durumda derdini nasıl anlatabilir ki?

Kelimelerle tabii…

Peki ya, kelimeler anlamını çoktan kaybetmişse?

Ahlak, vicdan, haysiyet, onur, riyakârlık sözcüklerinin hükmü yoksa?

Sorular kifayetsiz kalıyorsa artık?

İnsanlar, kurumlar, sözler, verilen emirler, demeçler, ajans haberleri, bildiriler…

Yalan sözcüklere sığınıyorsa hemen her şey?

Kolluk hala bu kadar acımasızsa!

Devletin ve milletin bekası adına, her seferinde bir ordu gibi yürümeye devam ediyorsa tek koluyla direnen Veli’nin üzerine?

2017, Ankara, Yüksel Caddesi. Veli Saçılık işini geri isterken.
İşte, Yeni Türkiye’nin fotoğrafı bu!

Veli Saçılık!

Bir kolluk ordusunun önünde, tek başına!

Pulitzer Ödülü’ne, ya da başka bir ödüle aday olur mu, bilmem.

Bir kolu devletin hapishanesinde koparılmış bir adam.

Ankara’dan, tüm ülkeye cesaret bulaştırmaya devam ediyor.

Kolsuz bir direnişin adı o!

Ne denebilir ki?

Hayat, meşhur insanların şaşaalı sözlerinden değil, küçük ve inanılmaz olanın, basit ama yalın eylemlerinden alırmış cesaretini.

Bugünler elbette geçer, sorunlar çözülür, kavga da biter.

Zamanın kalın perdesi birçok şeyi örter.

Lakin hayatlarını, haklı davaları uğruna bir ateş denizine atanlar kolay unutulmazlar.

Birisi çıkar şarkısını söyler, birisi direnir, birisi de deklanşöre basar.

Tarihe kalansa bir fotoğraf olur.

3 Haziran 2017 Cumartesi

Nazım’ın Turnacıkları

Yusuf Nazım
T24 |3 Haziran 2017

2009 yılıydı.

Nazım’ın Turnacıkları’nın peşine düşmüştüm.

Evet, yanlış duymadınız; Nazım’ın Turnacıkları.

Neydi bu turnacıklar, nasıl bir hikâyesi vardı ve niye peşine düşüştüm?

Şiddetli bir yağış o sene, İstanbul Çatalca’daki Aziz Nesin Vakfı’nın sular altında bırakmıştı.

Kurulduğu 1973 yılından beri "varından değil yoğundan vermeyi"  hedeflemiş vakıf, “eğitim olanaklarından yoksun çocukların, tükettiğinden çok üreten, toplumsal sorumluluğu olan, özgüvenli ve özverili, kendini sürekli geliştiren, kendine ve dünyaya eleştirel gözle bakan, topluma yararlı bireyler olarak yetişmelerini” sağlamaya çalışırken büyük bir badireyle karşılaşmıştı. Sel suları vakfa büyük zarar vermişti.

Dostluk ve dayanışma günüydü. Vakıf dostları yardıma koşmuş, kurumun varlıkları kurtarmaya çalışmıştı.

Vakfın kurucusu Aziz Nesin, Nazım Hikmet’in ölümünden iki yıl sonra Moskova’da Vera’yı ziyarete gitmiştir. Bu onun, şairin karısı Vera’yı ilk ziyaretidir.

Aziz Nesin evi gezerken, bir duvara asılmış, renk renk kâğıtlardan oluşmuş bir öbek dikkatini çeker. Ona okunur, inceler ama ne olduğunu anlayamaz. Sonradan anlatırken, bu renkli öbeği, yabani arıların, salkım şeklinde verdiği oğula benzetecektir...

*  *  *

Ekber Babayev, Vera Tulyakova Hikmet, Meral Celen, Aziz Nesin

2011 yılında felaket, başka ülkede, başka şehrin kapısını çalar.

Japonya’nın Honşu Adası açıklarında 11 Mart günü meydana gelen 9.0 büyüklüğündeki depremin yol açtığı tsunamidir bu. İnsanlık, Çernobil’den sonraki en büyük nükleer felaketle karşı karşıyadır. Fukishima Nükleer Santrali’nin üç ünitesi tamamen zarar görecek, sızan radyasyon Tokyo Şehir suyunun yanı sıra denizaşırı ülkelere, Avrupa’ya, hatta İzlanda’ya bile ulaşacaktır.

Felaket sonrasında, tüm dünyada olduğu üzere nükleer enerjinin sakıncaları üzerine büyük duyarlılık oluşmuş, ben de aynı sebeple radyoaktivite üzerine edebi metinler üzerinde araştırmalar yapmıştım.

Japon halkının nükleer felaketle karşılaşması ilk değildi. Onlar, insanoğlunun aşırı gelişmiş hırsının, büyük güç odakları ve devletler eliyle giriştiği İkinci Paylaşım Savaşı’nda tanışmıştı radyasyonla. 1945 yılı Ağustos ayında, ABD savaş uçaklarının Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombaları yüz binlerce insanın ölümüne yol açmıştı.

Sadece ölümler mi? Ortalığa saçılan radyasyonun onlarca yıl süren etkisi, yıllar içinde ortaya çıkan hastalıklar, sakat doğumlar, acı çeken, ölen insanlar.

Sadako Sasaki’nin hikâyesi

1955 yılı, Hiroşima.

12 yaşında bir çocuk, Kızılhaç Hastanesi’nde elindeki kâğıtları katlamakla meşguldür. Kâğıttan kuşlar yapmaktadır o.

Bir yandan da yaptığı kuşları saymaktadır: 121, 122, 123…

Japonları ünlü Origami denilen kâğıt katlama sanatıdır bu. Değişik şekillerde katlayarak çok çeşitli kuşlar, hayvan figürleri yapılmaktadır.

Hasta yatağındaki çocuğun adı Sadako’dur.

Ve Sadako her gün kâğıt katlamaya devam etmektedir: 274, 275, 276…

On sene Hiroşima’ya atılan atom bombası, evlerinin bir mil uzağına düşmüştür. Radyasyon serpintileri henüz iki yaşındayken sızmıştır hücrelerine. Ve ölüm, kan kanseri olarak kuşatmıştır onun çocukluğunu.

Sadako, her gün yeni turna kuşları yapmaya devam eder: 481, 482, 483…

Japonların “Kâğıttan Bin Turna Kuşu Efsanesi” ne göre, hasta bir kişi kâğıttan bin tane turna kuşu katlarsa, tuttuğu dilek tanrılar tarafından işitilecek ve yerine getirilecektir.

Sadako buna inanır ve günlerini, yaptığı turna kuşlarını bine tamamlamak için umutla geçirir: 516, 517,518…

Ne var ki, çekik gözlü kızın yaptığı turnaların sayısı artarken, yüzü giderek solmaktadır.

Hastanenin maskotu haline gelen Sadako iyileşeceğine olan inançla turna kuşlarını yapmaya devam eder: 642, 643, 644!

645. turna kuşu asla yapılamayacaktır! Sadako Sasaki’nin yüzü 25 Ekim 1955 günü ölüm sarılığındadır. Geri kalan 356 turna kuşunu arkadaşları tamamlayacaktır. Sadako, adını Kokeshi koyduğu bebeği ve bin turna kuşuyla birlikte gömülür.


Sadako Sasaki ve bebeği Kokeshi 

Hikâye tüm Japonya’da duyulmuştur. Posta, ülkenin her yanından haftalar boyunca milyonlarca turna kuşunu hastaneye taşır.

Kendisi de bir barış aktivisti olan Kanadalı yazar Eleanor Coerr’un Japonya gezilerinin birinde Hiroşima’daki Barış Parkı’na düşer yolu. Orada, üzerinde kabartma turnalar olan bir kız çocuğu heykeli dikkatini çeker. Sadako Sasaki’nin heykelidir bu. Yazar, hikâyenin izini sürer. Sadako’nun birlikte gömüldüğü bebeğinin adı Kokeshi’dir. Onun, hastanede tuttuğu günlüklere de bu bebeğin adını vermişlerdir. Eleanor, uzun çabalardan sonra Kokeshi adlı günlüğe ulaşır. Sadako’nun hikâyesini 1977 yılında “Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu” adıyla kitaplaştırır. Türkçeye ise Beyaz Balina Yayınları tarafından 2002 yılında Sadako adıyla kazandırılır.

Kapıları çalan benim

Japonya’dan çok uzaklarda biri elindeki gazeteden okur bu haberi. Sadako’nun hikâyesinden çok etkilenir. Elinin dalgalı, sarı saçlarına götürür, siyah örtülerini kaldırır mavi gözlerinden. Bir şiirin dizleri geçer içinden. Aylar sonra tamamlanır şiir:

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem,
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

Dünya şairi Nazım Hikmet’tir dizelerin sahibi ve “Kız Çocuğu” adını verdiği şiirini Sadako Sasaki’nin anısına yazmıştır. 


Barış Parkı'ndaki kız çocuğu heykeli

O yıllarda, eşinin ailesi Hiroşima felaketini yaşayan Japon kadın ressam Toshi Maruki’nin resimlerini de görmüştür Nazım Hikmet. Yanmış, derileri kavrulmuş, ağlayan, inleyen insanların resimleriyle savaşın acımasızlığını, vahşetini, kötülüğünü anlatmaktadır ressam. İçlerinden bir tanesi yedi yaşında yanarak can vermiş bir kız çocuğuna aittir. Toshi, Hiroşimayı yakıp kül eden ABD’nin Litle Boy (Küçük Oğlan) adlı atom bombasına ironi olarak bu resme Miy Chan (Küçük kız çocuğu) ismini vermiştir.

İşte Nazım’ın, Sadako Sasaki anısına yazdığı şiirdeki büyümeyen ölü çocuk, yedi yaşındaki bu Miy Chan’dır.

Şiir, sonraki yıllarda başta Japon halkı olmak üzere, tüm dünyada tanınacak, beğenilecek; bestelere, şarkılara dönüşecektir. 

Barış Parkındaki Sadako Anıtı

Nazım’ım barışa olan tutkusu azalmadan devam edecek, savaş ve nükleer karşıtlığı üzerine olan eserler üretmeye devam edecektir.

Sonraki yıllarda, Hiroşima’daki Barış Parkı’nda, Nazım’ın Kız Çocuğu şiirinden esinlenerek Sasaki Anıtı yapılacaktır. 

Stronsium 90

Yıl 1956, Polonya.

Radyoaktif elementlerin etkileri üzerine Varşova’da bir konferans yapılmaktadır. Konferansa dünya çapında bilim insanları, yazarlar, barış destekçileri katılmaktadır. Henüz bir yıl önce içlerinde Albert Einstein’in da bulunduğu dünya çapında ünlü on iki bilim insanının imzacısı olduğu Russell-Einstein Manifestosu yayınlanmış ve dünya liderleri ve insanlık, uluslararası çatışmalara bunun neden olacağı nükleer felaketler için uyarılmıştır. Bu konferansta da radyoaktif maddelerin doğada serbest halde bulunmalarının onlarca, yüzlerce yıl sürecek etkileri görüşülmektedir. Radyoaktif bulutların yağmurla yere düşüşü, toprağa, ota, ineklere; oradan süte ve insana geçişi anlatılmaktadır.

İzleyici sıralarından biri, kirpiklerini mavi gözlerinin üzerinden kaldırır. Perdedeki yazıyı okur.

Stronsium 90 yazısı vardır perdede.

Önündeki deftere şu satırları yazar:

acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
atom bombası denemelerinden diyorlar.

stronsium 90 yağıyormuş
ota, süte, ete,
umuda, hürriyete,
kapısını çaldığımız büyük hasrete.

kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.

Dizelerin sahibi, kendi yurdundan sürgün, şiirleri onlarca dile çevrilmiş, ana dilinde yasaklı, dünya şairi Nazım Hikmet’ten başkası değildir. Şiirin adını Stronsium 90 koyacaktır.

Japon halkının ve çocuklarının trajedisi üzerine başka şiirler de yazar şair. Bulutlar Adam Öldürmesin, Radyoaktiviteli Yağmurlar Üstüne, Bir Kız Vardı Japonya’da adlı şiirleri Japon çocukları tarafından çok sevilir.

Pasifik Okyanusu’ndaki bir hidrojen bombası denemesi sırasında, yakınlarda bulunan bir Japon balıkçı gemisinin hikâyesini anlattığı Japon Balıkçısı şiirinde şöyle der;

Badem gözlüm, beni unut.
Bu gemi bir kara tabut,
Lumbarından giren ölür.
Üstümüzden geçti bulut.

Ve ekler;

Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.

Sene 1963, 2 Haziran, Moskova.

Vera, o gün saat on ikide, Moskova’daki Merkez Çocuk Tiyatrosu’na yetiştirmek üzere bir tiyatro oyununu yazmaktadır. Aslında, metinleri Nazım yazacaktır ancak tembelliği tutar ve işi Vera’ya yıkar. Tiyatronun adı Turnalar’dır ve Hiroşima’nın trajedisini anlatmaktadır. Oyunda, senaryo gereği bin tane turnayı yaptıklarında, Hiroşima’da ölen çocuklardan birisi dirilecektir.

Ne yazık ki hayat Nazım’a, daha uzun ömür için cömert davranmayacak ve şair bir gün sonra yakalandığı kalp spazmına yenik düşecektir. Tarih 3 Haziran 1963’tür. Bu, aynı zamanda Nazım’ın Radyoaktiviteli Yağmurlar Üstüne şiirini yazmasından 39 gün sonrasına denk gelecektir.

Vera’nın kalp ağrısı yıllarca dinmez.

Nazım’ın ölümünden kısa süre sonra postacı, elinde büyük bir paketle kapıyı çalar. Vera paketi açtığında, renk renk kâğıtlardan oluşan bir öbek ve bir mektup çıkacaktır içinden. Japon çocukları, kendileri için yüreği daima sızlamış, hep barıştan yana atmış, bu amaçla dünyaya mal olan çok sayıda şiir yazmış Mavi Gözlü Dev’e bir vefa olarak kâğıttan yapılmış bin adet turna kuşu göndermiştir.

Şairin ölümünden sadece yirmi gün sonrasına ait, 23 Haziran 1963 tarihli mektup şöyle bitmektedir:

“Hiroşimalı küçük kızların armağanını kabul edin lütfen. Hatıranızın önünde başlarımızı minnettarlık ve saygıyla eğiyor, cenazenizin önüne yaptığımız binlerce turnayı, dünyaya özgürlük ve sonsuz barış taşıyan binlerce kuşu bırakıyoruz.
Nazim Hikmet ve Vera Tulyakova Hikmet

Değerli Nâzım Hikmet’e, ailesine ve yakın dostlarına, barış için savaşmayı sürdüren Hiroşimalı okul çocuklarından; Hiroşima Kâğıt Turnaları Derneği’nden. “

*  *  *

Aziz Nesin 1966 yılında bir kez daha Vera’yı ziyarete gider. Vera, Nazım’dan anılar paylaşır yazarla. Aziz Nesin, duvardaki arı oğuluna benzettiği renkli kâğıt öbeğini yeniden inceler, dokunur, anlamaya çalışır.

Zamanla, Aziz Nesin’le Vera ile arasında dostluk gelişir. Yazar, Moskova’ya her gidişinde Vera’ya uğrar, Nazım’ın Moskova Mezarlığında, üzerinde çiçeklerin eksik olmayan mezarına yenilerini bırakır.

Son gidişlerinden birinde, Vera’nın evinin duvarındaki, o garip öbeği yerinde göremez. Evden ayrılırken Vera, Aziz Nesin’e Nazım’dan bir hediye vereceğini söyler.

İşte bu hediye, yazarın her seferinde duvarda gördüğü, anlam veremediği, ancak yıllar sonra hikâyesini öğrendiği Japon çocuklarının Nazım’a minnettarlık hediyesi olarak gönderdiği, Sadako Sasaki anısına yapılmış, kâğıttan bin turna kuşu’ndan başka bir şey değildir.

Nazım’ın Turnacıkları


Nazım ve Vera

Aradan uzun yıllar geçmiş, Türkiye’yi saran karanlık giderek büyümüştür. Sivas’ta, dünyanın belki en büyük aydın katliamı yaşanmış, sevgili Aziz Nesin 1993’teki Madımak Cehennemi’nden tesadüf eseri kurtulmuştur. Çok geçmemişti ki değerli yazarı iki yıl sonra kaybetmiştik.

2009’da, Çatalca’daki Nesin Vakfı’nı sular altında bırakan felaket sırasında okumuştum. Aziz Nesin’in bin turna kuşu hakkında söyledikleriydi bunlar. Şöyle yazmıştı koca Nesin:

“Moskova'dan ayrılacağım gün Vera, onları bana verdi. İstanbul'a getirdim, şimdi evimdedir.”

Bu satırları okuduğumda sarsılmıştım. Aziz Nesin’in hemen hemen bütün varlığının Nesin Vakfı’nda toplandığını biliyordum. Acaba bin turna kuşu sel felaketinden kurtulmuş muydu?

Hemen Vakfı aradım, sordum, soruşturdum, sonuç alamadım. Sonra oğlu Ali Nesin‘e ulaştım. Bir Turna Kuşu dedim, anlamadı. Hikâyeyi uzun uzun anlatınca anımsadı. Bir zamanlar Ortaköy’deki evlerinde buna benzer bir öbeğin var olduğunu, ancak bu evin taşındığını, turnaların Vakıf’ta olabileceğini söyledi ve bizzat ilgilenmesi için vakıf yöneticilerine yönlendirdi beni.

Tüm vakıf, sel felaketinin sonuçlarıyla baş etmeye çalışıyordu. Vakıf yöneticisiyle yaptığım görüşmeler, onların çabaları bir türlü sonuç vermedi. Vakıf’tan, Ali Nesin dışında, anımsayan da çıkmadı.

Böylece, Hiroşima’daki atom bombası trajedisiyle başlayan, on iki yaşındaki Sadako Sasaki’nin acılı ölümüyle hikâyeye dönüşen; Nazım’ın şiiriyle ünlenen, konusu kitaplara geçen, filmlere konu olan, anıtları yapılan; 23 Haziran 1963 tarihli bir mektupla Vera’ya, ondan da Aziz Nesin’e geçen, Japon kız çocuklarının minnet armağanı Nazım’ın Turnacıkları’nın izi bu noktada kayboldu.

Mavi Gözlü Dev’e saygıyla.


http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/nazimin-turnaciklari,17399