T24 | 11 Mayıs 2017
Ankara, kışı geçirmiştir
çoktan.
Bahar gelmiştir, ağaçlar
çiçeğe durmuştur.
Gelen geçen görür bugünlerde,
Yüksel Caddesi’nde bir ölüm sofrası kurulmuştur.
Ve iki genç oturmuştur
ölümün sofrasına; iki güler yüzlü çocuk, iki dal fidan, iki çiçek açmıştır kaldırımda.
Ankara’nın sisli olur
sabahları.
Yüksel Caddesi’nde sabah,
bambaşka oluyor şu günlerde.
Güneş doğuyor, sis
ağırdan çekiliyor, iki çiçek açıyor caddenin bir kenarında.
Yaprakları rengârenk,
sesleri cıvıl cıvıl.
Doğan her yeni güne karşı
gülüyorlar.
Gülüyorlar, bir ülkenin
kanayan vicdanına, eksilmiş adaletine; kinle, husumetle, nefretle beslenmiş
günlerine karşı…
Açlıkla terbiye edilmek
istiyorlar
Nuriye Gülmen ve Semih
Özakça.
Biri akademiden ihraç
edildi, diğeri öğretmenlikten.
KHK mağduru onlar.
Daha nicesi, binlercesi
gibi.
15 Temmuz darbe girişimi
sonrası bir KHK ile aceleden verildi hükümleri.
Bir süredir açlıkla
terbiye edilmek istiyorlar onlar.
İstiyorlar ki sağlık
güvenceleri olmasın.
Bir kamu kurumda doğrudan
ya da dolaylı çalışmasınlar.
Hak edilmiş işsizlik
parasını bile almasınlar.
Pasaportlarına el
koyuyorlar ki yurt dışına gidip alın eriyle çalışmasınlar.
Yani istiyorlar ki aç
kalsınlar, ele güne muhtaç olsunlar…
*
* *
Yüksel Caddesi.
Gençliğimin, üniversite
yıllarımın duraklarında beklediğimiz, toplaşıp otobüslere bindiğimiz, yeni
umutlara, yeni bir geleceğe yürüdüğümüz caddenin adı.
Ve Ankara.
Yıllardır uzak kaldığım
şehir.
Bir zamanlar, göklerini
fethetmeye çıkmışken soğuk bir sonbahar sabahı 12 Eylül darbesini yaşadığımız…
Hücrelerinde nice
işkenceler gördüğümüz, Mamak Cezaevi’ni, Sincan’ı tanıdığımız…
Seneler sonra, darbelerle
mücadele adı altında, sahte yüzlerle darbecileri serbest bırakıp zaman
aşımından akladığımız, utandığımız o yıllar.
Cezaevi koğuşlarının
önünde, jandarmalar saldırmak için hazırlandığında, kol kola girerek “jandarma biz…” marşını söylediğimiz,
gençliğimin nice hatıralarını gömdüğüm o şehir.
Soğuk bir Aralık akşamı
radyodan, 17 sinde bir çocuğun asıldığını duyduğumda, başımı kollarıma gömüp hıçkıra
hıçkıra ağladığım o şehir!
Bir mesaj olmuş mudur
adalet açlığı çekenlere
Ankara’da bahar.
İşte bu şehrin baharı
şimdi.
İşte bu şehrin baharı
soğuk şimdi.
Bu şehrin baharında,
çocuklar üşüyor gül yanaklarından.
Bir zamanlar ağaçları olan
bir caddesindeler.
Sahi, o şehrin Yüksel
Caddesi’nde şimdi hiç ağaç kalmış mıdır?
Aylardan Mayıstır,
ağaçlar çiçek açmış mıdır?
Sıhhiye’den araçlar
kalkmış mıdır yine, öğrencileri almış, Yüksel Caddesi’ne doğru yola çıkmış
mıdır?
Nuriye Gülmen ve Semih
Özakça, kaç zamandır oradalar.
Öğrenciler o caddede bir
durakta inmiş midir?
Buket buket çiçekler
koymuş mudur önlerine?
Koymuşsalar eğer, bir
mesaj olmuş mudur bu çiçekler adalet açlığı çekenlere?
*
* *
Ankara.
Yıllardır sana gitmedim.
Lakin bir süredir
Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde benim bedenim.
Bir sürerdir, Yüksel
Caddesi’yle birlikte eriyor benim de etlerim.
Görüyorum, şimdi yaralılar
çocuklar o şehirde.
Görüyorum, soluyorlar o şehrin
sokaklarını en çocuk yüzleriyle.
Gülünce, ağız dolusu gülen,
bakışlarından umut rüzgârları eksik olmayan çocuklar soluyorlar.
Aylardır sessiz bir ölüme
uzanmışlar.
Ölümle yaşam arasındaki o
kritik eşiği bir çırpıda tüketmişler.
O sessiz, o masum gülüşlerinden
bir onur çığlığı yükseliyor şimdi.
Ve eriyorlar.
Ağır ağır eriyorlar.
Her geçen gün, her geçen
saat biraz daha eksiliyor hücreleri.
Adaleti ve onuru arayan
herkes için oradalar
Biliyorum, yalnızca
kendileri için değiller onlar.
Biliyorum, işini,
ekmeğini kaybedenlerin cümlesi için oradalar.
İskenderun’da işten
atılan Ayten öğretmen, Diyarbakır’dan sendikalı Memet için oradalar; Armutçuk’da,
bir ocakta otuz yıldır kazma sallayan kömür işçisi Salim, Zonguldak’ta KHK
mağduru madenci Halis için…
Adaleti ve onuru arayan
herkes için oradalar.
Bıkmadan, yılmadan,
usanmadan geliyorlar.
Her gün, dünyanın en
güzel sabahlarını kuşanarak, bütün sokakların en güzel gülüşlerini toplayarak
geliyorlar.
Ve gülümsemelerini armağan
etmeye devam ediyorlar hayata.
Öğretmenler, işçiler,
sendikacılar, akademiden ihraç edilenler için gülüyorlar.
Hemen her gün polis copu,
dayak, biber gazı altında; bazen karakolda, bazen gözaltında…
Ama aldırmıyorlar.
Gülüyor ve her gün başkentin
bir caddesinde çiçekler gibi açıyorlar.
Çünkü haklılar!
Sonuna kadar haklılar.
Çünkü, yasaları hiçe
saymış zamanla birileri.
Çünkü hak yemişler, hukuk
dinlememişler, hep haram sözcükler beslemişler dillerinde.
Hep yalana, talana,
harama çalışmış akılları.
Hep aynı yollardan
geçmişler, aynı sulardan içmişler, aynı haram sofradan yemişler yemeklerini.
Ve tuzaklar kurmuşlar
birbirlerine karşı, kirli kumpaslar.
Çünkü hep hileliymiş
sözleri, hep yalan ayetlerden etmişler yeminlerini.
Sonra darbeler yapmışlar
ülkelerine karşı.
Kıymışlar ülkenin
geçmişine, bugününe, geleceğine.
Kırmaya kalkmışlar
ülkenin en güzel ağaçlarını, budamışlar dallarını; koparmaya kalkmışlar
çiçeklerini.
Aşsız, ekmeksiz, işsiz
bırakmak istemişler cümlesini.
Başlarını hep gururla
kaldırdılar
Belli ki, ülkenin en
güzel çocuklarıydılar onlar.
Hiçbir zaman kendilerinden
yana değildi kaygıları.
Ömürlerince, hep güzel
bir ülke düşlediler.
Hep güzel bir ülke için
bedeller ödediler.
Hiçbiri, ama hiçbiri dini
siyasete alet etmedi.
Hep özgür düşünceden yana
oldular; bilimden, sanattan, barıştan yana kurdular cümlelerini.
Ne tarikattan yana işleri
oldu, ne de cemaatten yana çıkarları.
Aksine, ülkenin üzerini
kuşatmaya çalışan cahil karanlığına karşı mücadeleyle geçti hayatları.
Derdest edildiklerinde, alınları
tertemizdi, aktı.
Başlarını hep gururla
kaldırdılar, asla önlerine eğmediler.
Çoğunun, üzerinde doğru
düzgün para bile çıkmadı
Ne külçe külçe gizli
altınları, ne başka ülkelerden alınmış bilmem ne marka saatleri, ne de Avrupa
bankasında offshore hesapları vardı.
Savcılar boşuna araştırıp
durdu banka hesaplarını.
Mahkemelerde, çoğunun üç
beş kuruştan fazla parası olmadığı geçti kayıtlara.
*
* *
İşte bu çocuklar onlar!
Yüzlerinde, o gülüş
yığınaklarından başka kabahati olmayanlar.
Bir süredir, Ankara’nın sokaklarında
çiçekler gibiler.
İşlerinden
kopartılmışlar!
Aşlarından,
rızıklarından, ekmeklerinden edilmişler.
Açlık grevindeler!
Gülüşlerinden yaralılar
şimdi!
El ele tutuşmuş, ölüme
gün sayıyorlar.
Her gün biraz daha
kanarken yürekleri, her gün biraz daha kanarken ülkenin vicdanı, sadece onurla
doyuruyorlar açlıklarını.
Yüzleri giderek sararıyor,
benizleri atıyor, kasları yavaş yavaş eriyor.
Adım adım yaklaşıyorlar mutlak
bir sessizliğe doğru.
Sessiz bir ölüme doğru.
Sessiz ama sinsi bir
ölüme doğru.
Yaklaşan ölüm
solduramıyor yüzlerindeki o sevinci.
Gözleri hala ilk günkü
gibi capcanlı, heyecanlı; hala umut dolu, ışıl ışıllar.
Ve hala eksilmiyor
yüzlerinde o çocuk gülümsemeleri.
*
* *
Nuriye Gülmen ve Semih
Özakça.
Açlık grevinin 64. Günündeler.
Ölüme yatırmışlar
gülümsemelerini.
Israrla işlerini,
ekmeklerini istiyorlar!
Sadece kendileri için
değil, hepimiz için istiyorlar, hepimiz adına istiyorlar.
Kutu kutu dolarları,
parsel parsel arsaları, rüşvet kokan ihaleleri değil; kat kat rezidansları, her
gün kirli suretleriyle göğe batan gökdelenleri, bilmem ne koyunda SİT alanına
yapılmış kaçak villaları değil…
Ülkelerinde sadece onurla
yaşamayı istiyorlar onlar.
İşlerini, ekmeklerini istiyorlar!
Ya ekmek, ya ölüm diyorlar.
Ya ekmek, ya ölüm diyorlar.
En çok da onur diyorlar
onlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com