Yusuf Nazım
22 Nisan 2017
22 Nisan 2017
Gazi Mahallesi.
İstanbul’un ağrılı semti.
Gazi Ormanı’nda beş dal fidan, beş yağız delikanlı.
Ağaçların arasında, yaşları genç, kahır öğreniyorlar daha,
yüzleri hala çocuk.
Sofradalar.
Birkan’ın elinde bağlaması.
Yarenlik ediyorlar birbirlerine.
Saz çalıp türkü söylüyorlar, yeni yaşlara büyüyorlar birlikte
yani.
Önlerinde çilingir sofrası; pet şişede su, plastik bardakta
rakı.
Ortada eğreti bir masa, üstünde sazın kılıfı.
Öğreniyoruz ki, meğer uzun namluluymuş bağlaması çocukların.
İfadeler böyle buyuruyormuş, tutanaklar da böyle.
Demirhan Erkul.
Aracı kullanan delikanlı.
Delikanlı değil, henüz çocuk!
Ehliyeti yoktu.
Nasıl olsun, henüz on beş yaşındaydı!
Biraz önce bir çilingir sofrasında, yanında arkadaşları
vardı.
Her şeye yakışır da, bir çocuğa nasıl yakışırdı kan kırmızı?
Yakışmazdı tabii!
Ama yakıştırdılar!
Gazi Mahallesi’nde bir sokakta, bir aracın içinde
yakıştırdılar!
Demirhan’ın yanında Birkan
Yüksel (17) elinde bağlaması; arkasında Oğuzhan Erkul (17); onun yanında Barış Kerem (17), yanında Ramazan
Altürk (18).
Biraz önce bir masada, gül yüzlerinde sevinçleriyle hepsi çocuktular.
Ölüm ki, ne kadar da severdi yakın mesafeleri.
Yakıştırdılar kırmızıyı, Barış ve Ramazan’ın parçalanmış
kafataslarına.
Kırmızıya boyayarak etlerini, yakıştırdılar Oğuzhan’a,
Demirhan’a; sırtında iki mermi çekirdeğiyle, arkadaşlarını hastaneye taşıyan ve
oracıkta bayılan Demirhan’a.
İmzalar bunu söylüyordu; kucağında bağlaması vardı, ancak
uzun namluluydu.
Alışılmıştı, tutanaklar hemen tutulur, imzalar aceleden atılırdı.
Sokak kameraları hep çalışmaz olurdu böyle durumlarda.
Zırhlı araçların kayıtları ise bozuk çıkardı.
Haber ajansları, ışık hızıyla geçerdi bültenlerini.
Ne idüğü belirsiz teröristler peydahlanırdı birden.
Polis tutanağına böyle geçerdi;
“Ön koltukta biri
oturuyordu, elinde uzun namlulu silahı vardı.”
Sonra, yayın yasakları başlardı.
Anmak yasak olurdu birden ölenlerin adlarını; yazmak yasak, anlatmak
yasak!
Yayınlamak yasak olurdu çocukların o gül yüzlü suretlerini.
Ve kelimeler kırılırdı kalbinizde, sözünüz olmazdı
söyleyecek.
Ağrılarınızı sinenize basıp mezarına yürüyemezdiniz.
Anısına saygı duruşunda bile bulunamazdınız.
Çünkü bağlaması uzun namlulu olurdu erken ölen çocukların.
Sonra
hayıflanırdınız.
Bu topraklar
alışıktır zaten, yaşlarından büyük mermiler sıkılırdı çocuk bedenlere.
Ellerine
silahlar tutturulur, bir çırpında terörist yapılırdı.
Televizyon
kanallarında böyle geçilirdi suretleri.
Nasıl olsa,
vicdanlar alışıktı, şehirlerden şehirlere sürülürdü mahkemeler.
Henüz on
sekizine bile basamamış yaşlarından vurulurken çocuklar, hep elini kolunu
sallayarak dolaşırdı katiller.
Failleri
meçhulde kalırdı nasılsa ölülerin.
Bir kez
girince mermiler çocuk kafataslarına, et ve kemik parçalarından ibaret kalırdı
yaşamak.
Gerisi polis
tutanakları olurdu; adli tabip raporları, mahkeme kayıtları, yıllar sürecek
bitmeyen soruşturmalar olurdu.
Ölenin
yakınlarından yeni teröristler çıkartmak olurdu gerisi.
Çünkü
bağlaması da hep uzun namlulu olurdu ölülerin.
Babası
Dersimliydi Barış’ın.
Munzur’un
suyundan içmişti dedeleri; kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprüden geçmişti
ataları.
Gazi
Ormanı’nda felekten bir gün geçirmekti tek istekleri.
Oysaki bazen,
çocukluğundan da vurulabileceğini insanların, henüz öğrenmemişti Barış Kerem.
Kimse
öğretmemişti ona.
Bir zamanlar,
cezaevleri birer tabuta dönmesin diye ölüme yatmış babası anlatmamıştı.
Halbuki 120
gün, 120 gece ölümü tatmıştı; hastaydı, Eernicke
Korsakoff’tu babası.
Anlatmamıştı
ona, bu ülkede çocukların bile ne büyük hızla eksildiğini.
Ve şimdi, bağlaması
uzun namluluydu çocukların, öğrenmek için ne kadar geçti.
Bir kez daha
yanıtsız soruların yurdu oluyordu ömrüm.
Bir daha asla
gülmeyecek yüzlerine bakarak çocukların, yeniden yoruluyorduk.
Bu çocuklar,
niye böyle hep çocuktular?
Neden hiç
büyümüyorlar, nasıl böyle acımasız gülüyor, daima sebepsiz ölüyorlardı?
Ölüm, ya bir
gecekondunun kapısında buluyordu onları, ya bir bayram yerinin girişinde,
çırılçıplak bir bedende.
Gidemiyorlardı
gitmek istedikleri yerlere, yaşayamıyorlardı bayramlarını, sevinemiyorlardı.
Ne de olsa ölüm,
her yerde durduruyordu hayatlarını.
On iki
yaşında bir çocuğu oyun oynarken mesela; ya da kendi evinin bahçesinde bir
başkasını, yaşı sayıda mermilerle; bazen bir kucakta veya kundakta…
Kısacası,
ölüm her yerde buluyordu onları.
Ve ölüm
yıldönümlerinde anmak için çocuklar bırakıyordu bu ülke bize.
İşte bunun
için kirli bir yapışkanlık bulaşıyordu bizim de üzerimize.
Çirkin,
bulaşıcı bir yapışkanlık.
Ve bağlaması,
daima uzun namlulu oluyordu çocukların.
Şimdi, sorgusuz,
sualsiz bir ölümün daha hoyratlığındayız.
Yine dur
ihtarına uymayan ölümlere teslimiz.
Yine
fütursuz, vicdanı olmayan kelimelere sığınmış demeçler, alışmışız.
Biz yine
eksiğiz.
Gidenlerimize
yeni gidenler eklemişiz.
Biraz daha
azalmışız bu dünyada, biraz daha yenilmişiz.
Yine öfkeyle,
ateşle, barut kokusuyla kanırtılmış ruhlarımız.
Karanlık bir
ormanda bir fotoğrafta matlaşmış, flulaşmış, yine bir sokağın ortasında ölü ele
geçirilmiş gülümsemelerimiz.
Gazi
Mahallesi.
Yaralı bir
şehirdi bildim bileli.
Ağrıları vardı,
geçmişten bugüne.
Şimdi bir kez
daha kanamalıydı çocuk yüzlü yaralarından.
Her yanı
ağrılar içindeydi, sızlıyordu.
Yeni bir yaşa
basmadan, çocukları eksiliyordu kentin varoşlarından.
Sabahları soluk
yüzlü, is kokan sokaklarından cenazeler kalkıyordu.
Kırmızı
tuğlalı, boyasız, sıvasız duvarları susuyordu kentin.
Susuyordu
badanasız evlerin güneş girmeyen odaları.
Çaresiz kalıp
susuyordu şehir.
Susuyorduk
hep beraber.
Henüz doya
doya yaşanmamış gençliklerinde ölürken şehirler; resimlerde yarım kalmış o
zalim, o acımasız gülüşlerinden eksilirken çocuklar, biz hep susmaya devam
ediyorduk…
Bahardı işte,
neylersin.
Aylardan
Nisandı.
Nisan’ın on
dördü ve geceydi.
Bahar kanar
mıydı, kanıyordu işte!
Karanlığa
ışık çakıyordu çocukların yüzlerinde gülümsemeleri.
Gençliğin,
civanmertliğin, yepyeni bir yaşın eşiğinde çocuktular.
Lakin
pusluydu, karanlıktı, kirliydi gece.
Ve bağlaması
uzun namluluydu çocukların.
Yine
geldiler, yine yüzleri yoktu, yine sevgisizdiler.
Yine renksiz,
zevksiz, suretsizdiler.
Bağlamayı
kırdılar!
Çocukluğumuzu
da!
Sessizce geldik dünyaya. Yine öyle sessizce gideceğiz. Arkamızdan büyük puntolarla ölüm ilanları verilmeyecek. Henüz başındayken yaşamın "takdiri ilahi" denilecek. Vurulmuşsak sorgusuz sualsiz "vardır bir suçları" denilecek. Yoksul olmak en büyük günahımız. Bütün suçlar bize yakıştırılır. Kimse bilmez dünyaya nasıl geldiğimizi ve kimse sormaz nasıl gittiğimizi.
YanıtlaSil