T24 | 28.04.2017
Eylüldü.
Bir zamanlar dağdaki kemancı yazmıştım.
Antandros’daydım o zamanlar.
Atilla İlhan'ı yeni kaybetmiştik.
Kaz dağının eteklerinde, ağaçlar sonbahara hazırlanıyordu.
Kuş sesleri şakıyordu ormanın derinliklerinden.
Bir ara durdum.
Ormanın derinliklerine kulak kabarttım!
Ağaçların arasından, cıvıl cıvıl kuş korosunun içinden,
inceden inceye bir ses geliyordu.
Bir kemanı andırıyordu tınıları.
İnanılmaz gelmişti bana bu.
Tınıların peşine düşmüş, döne kıvrıla inen toprak yolun
sonunda görmüştüm onu.
Yaşlı bir sedir ağacının altında, küçük bir kulübenin
önünde, ayaktaydı.
Yalnızdı.
Elinde bir keman vardı adamın, çalıyordu.
Bir süre durup dinlemiştim onu.
Kaz Dağları’nın yamaçlarında, yabanıl bir ormanın
sessizliğinde parmakları huzur dokuyordu…
Adını, “Dağdaki Kemancı”
koymuştum.
Bu sefer tınıları bir denizden geliyordu kemanın.
Buruktu, hüzün doluydu, sanki bu dünyaya kırgındı.
Bir resim düşmüştü önüme, bir kemanın sesinde buğulanmıştı yüreğim,
Ege’de bir kemancının hüznü kanamıştı ruhuma.
Hâlbuki daha dündü.
Gazi Mahallesi’nde iki çocuğa kıymıştılar.
Ormanda, bir gecelik eğlenceden dönen çocukların bağlamasını
kırmıştılar.
Bizim de çocukluğumuza kıymıştılar.
Dayanamamış, oturup yazmıştım.
Dedim ya, bu sefer denizden gelmişti haber.
Gelmişti ve incecikten bir hüzün, kalın sesli notalar gibi
dizilmişti yüreğime.
Yetim kalmış bir kemanın ezgileri sinmişti her yanıma.
Deniz Yazgı.
Sırtında kemanıyla çıktığı umuda yolculukta, Midilli
açıklarında yakalanmıştı ölüme.
Onu gitarıyla birlikte bulmuştular.
Şimdi sessiz bir ölüydü dalgaların arasında.
Çağdaş, gelişmiş bir medeniyetler topluluğuyla, Emevi Camii’nde
namaz kılmaya hevesli bir ülke arasındaki ucuz bir anlaşmanın sıradan figürlerinden
biri.
Uygar Avrupa’yla, uzak batının beyaz adamının birlikte ürettiği
o muazzam savaş çarkının dişlileri arasında, artık çalamayan bir kemandı
o.
Modern tarihin, 21. yüzyılda gördüğü bu en kirli, en ahlaksız
savaş, genç bir kemancıyı alıp kemanıyla birlikte bu çarkın dişlileri arasına öğütmüştü.
Tıpkı üç yaşındaki Aylan Kurdi gibi.
Ölülerine Akdeniz’i, Ege’yi mezar kılan yüzlerce, binlerce
Suriyeli, Iraklı göçmen gibi.
Göç yollarında kurban olmuş daha nice hayatlar gibi.
Ortadoğu.
Nicedir insanlara, yaşamanın haram edildiği bir coğrafyanın
adıydı.
Tanrıların cehennem ateşi tutuşturduğu topraklardı.
Her gün uçaklar kalkıyordu bir yerlerden, bombalar bırakılıyordu
bir yerlere.
İnsanlar ölüyordu, listelerdeki sayılar kadar önemsiz, böcekler
kadar değersiz.
Büyük bir hızla ilerliyordu medeniyet.
Her gün yeni silahlar icat ediyordu laboratuvarlar.
Sarin kokuyordu, hardal kokuyordu, fosfor kokuyordu şehirler.
En çok da ölüm kokuyordu yeni icatlar.
Ansızın atılı veriliyordu uçaklardan!
Derileri soyuluyordu insanların, ciğerleri takatsız kalıyor,
çatlıyordu çocukların.
Dolarlar akıyordu, Eurolar akıyordu bankalardan bankalara.
Üç vardiya birden çalışıyor, ölüm üretiyordu fabrikalar.
Ölüm yetişemiyordu hızına medeniyetin.
Bir yalan uğruna, tam bir milyon sekiz yüz bin insan
ölüyordu Irak’ta!
Ve daha saymıyorum, başka başka yerlede.
Pardon
deyiveriyordu uygar ve demokratik Amerika!
Üzerinde güneşin batmadığı Avrupa’nın imparatorluğu,
demokrasinin beşiği, pardon diyordu.
Afganistan’a, Irak’a, Suriye’ye; yetmedi Mısıra ve Libya’ya
demokrasi, özgürlük götürme heveslisi modern ülkeler…
Hapsi pardon
diyorlardı!
Pardon diyorlar ve
savaş suçlusu arıyorlardı Libya’nın, Suriye’nin çöllerinde.
Ve dikenli tellerle koruyarak demokrasilerini, beton
duvarlar örüyorlardı sınırlarına.
Demokratik ülkelerin, kirli pazarlıkları eksik olmuyordu, göç
yollarında telef olanların sayıları üzerinden.
Dünyanın en büyük haber ajanslarında, kederli mesajları
yayınlanıyordu liderlerin.
Birleşmiş Milletler’de, taziye için sıraya giriyorlardı birer
birer.
Bir yandan rekora koşarken dünyanın en büyük silah
tüccarları, ölüm ihraç etmeye devam ediyorlardı büyük bir hızla.
Ve her gün yeni ölümlerin sesi yükseliyordu Ege’nin,
Akdeniz’in sularından.
Kimi Libya’dan açılıyordu denize, kimi Kuşadası, kimi Dikili’den.
Onar onar, yüzer yüzer, sürüler halinde tükeniyorlardı göç
yollarında.
Kimi ölü bir bebek olarak vuruyordu kıyılara, kimiyse bir
kemana sarılmış olarak.
* * *
Eylül’dü.
Bir zamanlar, dağdaki kemancıyı yazmıştım.
Şimdiyse Nisan’ın sonlarındayız.
Ve ben denizdeki kemancıyı yazıyorum bu sefer.
Barış Yazgı.
Yaşama, notalarıyla tutunmaya çalışan yirmi ikisinde bir
genç.
Ege Denizi’nin dalgaları arasında bir kemancı.
Çırpınıyordu, nefes alamıyordu, kemanını çalamıyordu.
Çünkü ölü bir kemancıydı artık!
Ve ölüler keman çalmazdı.
Silahların, savaşların, dolarların dünyasında ihmal
edilebilecek bir ayrıntıydı o artık.
Kemanını kutusuna koymuş, tanrıların çoktandır ateşini
tutuşturduğu bu cehennem ateşinden kaçmak istemişti.
Göç yollarında, umuda yolculuğa çıkanların arasına katılmıştı.
Belli ki yalanların, hilelerin, tuzakların ve kirli
anlaşmaların dünyasına çok uzaktı.
Tanrıların Ortadoğu’da yarattığı bu kan denizinden kurtulup
sanatın, müziğin, notaların o eşsiz dünyasına varmak istemişti.
Ne var ki ölüm aceleciydi.
Bir denizin koynunda çalmıştı marşını.
Ege’nin mavi sularında ansızın yakalamıştı onu.
Ölüm kusan silahların, zehir ve barut üreten fabrikaların;
varil varil petrollerin, dolarların, euroların kudretli dünyasına gücü
yetmemişti Barış’ın.
Sonunda nefesini kesen soğuğa, takatını tüketen dalgalara
karşı pes etmiş, sonsuz bir huzura kapamıştı gözlerini.
Uyumuştu…
Ruhu müziğin dünyasında büyümüştü.
Seslere ve notalara aşıktı.
Kemanı ve notalarıyla çıktığı yolculukta adı ölümle, kanla,
barbarlıkla kutsanmış bir savaşın kirli denizlerinde kaldı.
Sessiz, notasız bir ölüm oldu Ege'nin sularında.
Onun yazgısını paranın, çeklerin, senetlerin kirlenmiş
dünyası belirledi.
Ülkelerin, göçmen istatistiklerinin ölüler hanesinde bir
sayıya dönüştü.
* * *
Bu yazıyı Barış Yazgı ile birlikte yazıyordum.
Bir yandan parmaklarım kelimelere dokunuyor, bir yandan arkada
bir orkestra çalıyordu.
İçinde Barış, elinde solo bir keman, parmakları hayata
ezgiler dokuyordu.
Nasılda masumdu piyano, usuldan nameler katıyordu orkestraya,
bas gitar akustik ve klasik olanla yarışıyordu.
Ne ölüm, ne acı, ne kin ve nefret vardı.
Birlikte, mütemadiyen çalıyorlardı.
Ve ben yazmaya devam ediyordum.
Ruhlarında müzikten, sanattan, estetikten yana esen bir
rüzgâr.
Aralarındaki o muazzam ahengini hiç bir şey, ama hiçbir şey
durduramıyordu.
Barış’ı durdurdular ama!
Onu, Ege Denizi’nin tuzlu dalgaları, saçlarını yalarken
buldular.
İnsandı, Siirtliydi, Kürt’tü.
Tıpkı bir Newroz günü çırılçıplak vurularak öldürülen Adıyamanlı
Kemal Kurt gibi.
O da Kemal gibi gençti, keman çalıyordu.
Gencecik hayatını seslere ve notalara adamıştı.
Ve Nisan’dı.
Baharın en güzel günlerinden biriydi.
Denizin tuzlu koynunda onu bulduklarında, kendisine ait
kemanın kutusuna sarılmıştı!
Kemanını mı kurtarmak istemişti, kendi canını mı, bilinmez.
Kemanı, kutudan sağlam çıkmıştı, bir de kâğıtlara yazılı
notaları.
Kemancı ölmüştü.
Lakin denizde, bir kemanın sesi duyuluyordu.
Buruktu, hüzünlüydü, ölüm ezgileri taşıyordu tınıları.
Oysa biliyorduk, ölüler keman çalmazdı.
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/oluler-keman-calmaz,17124