T24 | 12.10.2016
Tarih 10 Ekim 2015.
Tarih 10 Ekim 2015.
Çok mu şey istemiştik biz, diye düşündü adam.
Sınıfsız, sömürüsüz, ayrımsız bir dünya istemek suç mu?
Barış istemek suç mu?
Hâlbuki umut doluyduk biz, kuşlar gibi cıvıl cıvıldık.
Arkadaşlarım halay çekiyorlardı.
Sevinçliydiler, gülüyorlardı.
Çünkü hep beraber barış için yürüyorduk.
Barış için yürüyen insanlar mutlu olamaz mı?
Elbette ki olabilir.
Olmalılar.
Çünkü barış iyi bir şeydir.
Çoktandır unuttuk onu biz.
Hep savaş, hep ölüm haberleri, hep ağlayan insanlar gördük
hayatımızda.
Alıştık mı yoksa ne?
Hayır hayır, alışmadık!
Alışmamalıyız!
Alışmak kötü bir şey olmalı.
Alışmamak için gelmiştik zaten Ankara’ya.
Barış için gelmiştik.
Tek amacımız buydu.
Barış olsun, insanlar konuşsunlar, birbirlerini dinleyip
anlasınlar.
Boş zamanlarında gezsinler, sabahlara kadar eğlensinler; oyun oynamaya, balık tutmaya gitsinler, mis gibi ormanlarda dolaşmanın tadını çıkarsınlar.
Örneğin bahçelerinde çiçekler yetiştirsinler; zambaklar,
açelyalar, kasımpatılar, menekşeler, begonviller…
Bahçeleri yoksa, rastladıkları ilk toprak paçasına ağaç
diksinler, onu sulasınlar; diktikleri ağacın dallarına konan kuşları,
gölgesinde uyuyan köpekleri, kedileri seyretsinler.
Daha bir sürü şey yapsınlar ne bileyim; evliyseler
çocuklarıyla sinemaya gitsinler; bekarsalar aşık olsunlar, dans etsinler,
sevişsinler…
Ölüm mü bu, beni konuşturan yoksa?
Niye böyle sayıklıyorum ki ben?
Niye çocuklarım geldi şimdi birden aklıma?
Özellikle dört yaşındaki oğlum!
Hani arkamdan, benimle gelmek için ağlayan oğlum.
Bilmem, nedense o geldi aklıma işte.
Ölmek böyle bir şey galiba.
Eğer henüz ölmediysem, o halde yavaş yavaş ölüyorum.
Evet evet, ölüyorum ben.
Hem de hiçbir acı hissetmeden...
Tatlı bir uyuşukluk içinde bedenim.
Hem de hiçbir acı hissetmeden...
Tatlı bir uyuşukluk içinde bedenim.
İlk defa bir pişmanlık duygusu sarıyor benliğimi.
Gelmese miydim ne?
Gelmese miydim ne?
Ankara’da, bir meydanda, niye böyle sere serpe yatıyorum şimdi ben?
Barış!
Sahi barıştı!
Beni buraya getiren o sihirli kelimenin adı.
Barış için yürümek kötü bir şey mi sizce?
Olabilir mi böyle bir şey?
Barış için yürüyen insanların içinde hiç kötülük bulunabilir
mi?
Barış isteyen insanlar ölebilir mi?
Bedenleri paramparça olur mu onların, etleri savrulur mu
havaya, kadınlar parmaklarıyla, saçlarında et parçaları ayıklamak zorunda kalırlar
mı?
Son hatırladığım şiddetli bir ses ve ışık!
Kulak zarımı patlatan bir ses.
Kulak zarımı patlatan bir ses.
Gözlerimi kör eden bir ışık.
Etrafımı saran bu karanlık da neyin nesi?
Niye nefes alamıyorum ben?
Genzimi yakan bu gaz bulutu da nereden çıktı!
Göğsümde düğümlenen bu hıçkırıklar da neyin nesi?
Kaçabilenler kaçtı, sadece yaralı ve ölüler kaldı geride.
Kaçabilenler kaçtı, sadece yaralı ve ölüler kaldı geride.
Her tarafım kırmızı.
Kanıyorum.
Sadece ben mi?
Kaçamayan herkes kanıyor.
Kanıyoruz birlikte.
Beni barışa sardılar.
Hayır hayır, bunu ben istememiştim.
Ben yalnızca barışı istemiştim.
Ben yalnızca barış için yürümek istemiştim.
Tek isteğim buydu.
Sadece bu.
Güneşli bir Ankara gökyüzünün altında barışa yürümek
istemiştim.
Tıpkı diğerleri gibi…
Oysa şimdi, bir meydanda, uzanmış yatıyorum.
Beni niye barışa sardılar, bilmiyorum.
Başımda on yedi yaşında bir kız var, onu seçebiliyorum.
Ben bilmiyordum.
Yaşını, bana o söyledi.
Bu nedir?
Bir pankart mı?
Üzerinde barış yazıyor.
Başka şeylerde var, renk renk, desen desen.
Ama en çok barışı görüyorum ben.
Üzerindeki kırmızı lekelerin oynaştığı bir barış.
Beni ona sardılar.
Beni, üzerinde barış yazan bir bez parçasına sardılar.
* * *
Adam yaralıydı.
Bir kız çocuğu geldi yanına, ellerinden tuttu.
Tanımıyordu.
İsmi Güneş'ti.
“Hayır, ölemezsin, ölemezsin”
diye bağırdı kız;
“Ben on yedi
yaşındayım, bana bu acıyı yaşatma lütfen.”
Ağlıyordu.
Hıçkırıklara boğulmuştu.
Elleri, ellerindeydi.
“Seni bırakmayacağım,
sen de beni bırakma ne olur,” diye yalvardı adama.
Birbirlerinin ellerinden sımsıkı tutmaya devam ettiler.
“Peki,” dedi adam,
“yalnız,” diye ekledi;
“Şu dizimin
altındakini al, dayanamıyorum.”
Kızın gözleri, adamın dizine doğru kaydı.
“Tamam,” dedi, “sen gökyüzüne bak, onu alacağım.”
Adam gökyüzüne baktı.
Bulutsuz bir maviydi gördüğü.
Bulutsuz bir maviydi gördüğü.
Dizinin altından, bileğinden kopmuş, kanlar içindeki ayağı
aldı kız.
“Sen gökyüzüne bak,” dedi bir kez daha,” sen gökyüzüne bak!”
“Sen gökyüzüne bak,” dedi bir kez daha,” sen gökyüzüne bak!”
Birlikte gökyüzüne baktılar.
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/sen-gokyuzune-bak,15641
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/sen-gokyuzune-bak,15641
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com