T24 | 20.05.2016
Günlerden 20 Mayıs’tı. Çocuğunu görecekti. Uzun bir yoldan
gelmiş, yorulmuştu.
Üçüncü gelişiydi bu, mutlaka görecekti onu, bu sefer kesindi.
Öyle yazmıştı oğlu. Bekleme salonundaki memur da söylemişti bunu; kısa kollu,
mavi gömlekli üsteğmen de. Yanındaki başını sallayarak onaylamıştı. Ve hatta
onu götüren şoför bile, bu sefer tamam
demişti.
İçinde, oğluna biriktirdiği derin hasretlik duygusu önce
ılık ılık aktı yüreğine, sonra göz bebeklerine hücum etti, billur bir ay ışığı
gibi parladı.
“Bekle” dedi, içerden çıkan görevli.
Ayağa kalkmıştı, oturdu, bekledi. Olsun, ne olurdu ki, ne kadar uzun bir yoldan gelmişti, nicedir beklemişti, biraz daha bekleyebilirdi. Az sonra nefesi nefesine değecekti oğlunun. Bir çınar gibi uzun kollarıyla onu saracak, yorgun, terli gövdesiyle kucaklayacak; öpecek, sarılacak, koklayacaktı. Oğlunun istediği mektup cebinde, diğer eşyaları çıkınındaydı.
Kapı açıldı. Üç kişi görüldü. Biri takım elbiseli, diğer ikisi
haki renkler içindeydi. Omzu pırpırlı paşa bir adım ileri çıktı;
“Oğlun öldü!” dedi…
* * *
Adı İbrahim’di. 1973 yılı, 20 Mayıs’ıydı. Günlerden Pazardı.
Mayıs ayı nedense hep kanamalı olurdu.
Diyarbakır, Ergani çıkışındaki Sıkıyönetim Komutanlığı
binasının zemin katında, soldaki odalardan biridir.
İçindeki herkesin, her şeyin sus pus olduğu bir andır. Duvarları
taştan bu binanın griye boyanmış kapısı önünde bekleyen ise, aylardır özlemini
duyduğu oğluna kavuşmuş olmanın sevinci yerine, onun ölüm haberini taşıyacak
olan bir babanın ince, kırılmış, naif yüreğidir.
Ayakta, yüreğinden vurulmuş gibi, öylece donakalan, dokuz
gün önce mektup yazarak savunmasında kullanacağı bir bildiri metni ile birkaç
parça eşya getirmesini isteyen İbrahim Kaypakkaya’nın babasıdır bu.
Oğlunun ölüm haberinin küfreder gibi yüzüne söyleyense 12
Mart darbecilerinin sıkıyönetim paşası Tuğgeneral Şükrü Olcay’dan başkası
değildir.
Bir anda binanın bütün taşları parçalanır, kapılar kıymık
kıymık olur, camlar, çerçeveler dağılır, saplanır yüreğine;
“Nettiniz ki öldü?” der baba, “daha dokuz gün önce mektup yazıp
beni çağırmıştı!”
“Onu siz öldürdünüz!” diye bağırır arkasından.
* * *
Bir çift öküz, bir inek, birkaç koyun. Bir de iki öküze
yetecek kadar arazi. İşte bütün servetleri buydu. Çorum’un Alaca ilçesi,
Karakaya Köyü’nde koyun güttü, çobanlık yaptı, çapa salladı. Bunları yapmadığı
günlerde tarlada annesine ekmek götürdü.
Köylerinde okul yoktu. Oysa ailesi okusun istiyordu. İki
saat uzaklıktaki başka bir köye gönderdiler onu. İki yıl bu köyde okudu. Orada
şartlar zorlaşınca, 3.sınıfa Ortaköy’de, son iki sınıfa Alacahöyük’te devam
etti.
Sınavlarını kazanarak Hasanoğlan Öğretmen Okulu’na girdi. Parlak
bir öğrenciydi.
Ailesi okuması için varını yoğunu seferber etti. Hasanoğlu’ndaki
başarısı onun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na aday gösterilmesine neden oldu.
Sınavlara girdi, kazandı.
Adı İbrahim’di…
* * *
Yalansız, hilesiz, sömürüsüz bir dünyadan yanaydı. Dürüst,
ahlaklı insanlara saygısı büyüktü. Mazluma
hep şefkatliydi. Okumaya, araştırmaya, kuşku duymaya yatkındı. O yıllardaki okuma,
araştırma merakı, sıkı bir Menderesçi olan babasını, kısa sürede Halk Partili
yapmaya yetmişti bile.
Okuldan kalan zamanlarda tarla sürdü, tırpan salladı, bol
bol kitap okudu.
Yazdığı Yeşili
Sevmiyorum başlıklı kompozisyon,
öğretmeni tarafından “Sen kızılı mı seviyorsun?” diye
suçlanmasına neden olacak, çok geçmeden Fikir
kulüpleri Federasyonu’yla yolu çakışacaktı.
Onun, dünya ve memleket sorunları üzerine düşündüğü yıllar, işte
bu yıllar olur.
1967’de Çapa’daki ilk yılında, arkadaşlarıyla birlikte Fikir
Kulüpleri Federasyonu (FKF) Çapa şubesini kurar, Türkiye İşi Partisi’ne
kaydolur. Şehirdeki gençlik çalışmalarının içinde yer alır, NATO ve ABD’nin
6.Filo protesto eylemlerine, işçi yürüyüşlerine katılır, âşıklar gecesi
düzenler. Yazdığı bildiri sonucu komünist suçlamalarına maruz kalır. 1973
yılında yakalandığında tüm bunlardan dolayı suçlanacaktır.
Çünkü adı İbrahim’dir.
* * *
Trakya’da, toprakları büyük çiftlik sahiplerince ellerinden
alınan topraksız köylülerin hak mücadelesinde köylülerin yanındadır. İstanbul’da
birçok fabrikada, işçilerin grev ve direnişlerine destek olur, üniversite
mücadelesine katılır, gösteri ve yürüyüşlerde, 15-16 Haziran büyük işçi mitinglerinde
yer alır. Nerde bir hak arama mücadelesi, nerede bir işçi direnişi, nerede
mazlum hareketi varsa oraya koşar.
Topraksız köylülerin mücadelesiyle ilgili yazdığı bir gazete
yazısı yüzünden yurttan atılır, yatılılığı kaldırılır. Polis zoruyla çıkarılır
yurttan. Danıştay’a dava açarlar, kazanırlar. Ancak yürütmeyi durdurma kararı
uygulanmaz! Bunun üzerine tazminat davası açarlar. Ancak, avukata verecek
paraları yoktur, davayı takip edemezler.
12 Mart darbesi yapıldığında, Ankara, Adakale’de
öğrencilerin çıkardığı bir gazetede yazılar yazmaktadır. Cuntanın estirdiği zifiri
karanlık fırtınada herkes bir tarafa dağılır.
Çorum’un Alaca ilçesi, Karakaya Köyü’nün öğrenciler piknik
yaparlarken yere gömülü üç bavul bulmuşlardır. İçinde Türkiye’nin bölge bölge
haritaları, sanayi atlasları, tarım istatistikleri yanı sıra, halkı ve işçileri
sömürenler, bunu nasıl yaptıkları üzerine kitaplar, notlar çıkar. Bavulun
sahibi, piknikteki öğrencilerden birinin abisidir.
Adı İbrahim’dir…
* * *
Ülkenin mevcut anayasasını çiğnemiş, seçimle işbaşına gelmiş
bir iktidarı silah zoruyla, tehditle, şantajla gasp etmiş; bilim insanlarını,
akademisyenleri, gazeteci ve sendikacıları tutuklamış, çoğuna işkenceler etmiş
bir suç örgütü ülkenin başına tebelleş olmuştur. Bir baskı, korku, zulüm
fırtınası esmektedir.
Ülkenin tam bağımsızlığı, vatanın kutsallığı, halkların
kardeşliği için yürekleri kıpır kıpır gençler kendilerince eylemlere
girişirler. Adalet, eşitlik, özgürlük için yürekleri atan ülkenin pırıl pırıl
gençleridir hepsi. Kimi şehirlerde kalır, kimi kırsala çekilir… Kimi öldürülür,
hapislere atılır, idam edilir…
1973 yılıdır.
Orta Anadolu’da bir köy evi. Evin cansız ışıkları altında konuklar
oturmaktadır. Ev sahibi içeri girdiğinde bu davetsiz köylü kalabalığının
varlığına anlam veremez.
Soramaz da. Oturur, sohbet ederler. Haber saati geldiğinde
ev sahibi, radyoyu açıp ajans dinleyelim der, konuklar açtırmazlar.
Bir süre daha devam eder sohbetleri. Bir ağırlık vardır
odada, hummalı bir ağırlık. Sıkıntı basar ev sahibini. Saat dokuzda, bu sefer sormadan
davranır radyoya, açar. Ajans özetleri verilmektedir. Tunceli kırsalında bir
teröristin ölü, diğerinin de yaralı olarak ele geçirildiği söylenir.
Ev başına yıkılmış gibi olur. Birkaç tur atar odada. Dili
tutulmuş gibidir. Duraksamadan, konuşmadan döner, durur.
Yaralı olarak ele geçen oğludur.
Adı İbrahim’dir.
* * *
Baba, yaralı oğlunu görmek için hemen yollara düşer. İşinden
rapor alır, Diyarbakır’a gider. Çalmadığı kapı kalmaz. Ancak oğluyla
görüştürmezler. Nerede olduğunu bile söylemezler.
Memleketine döndükten bir süre sonra oğlundan mektup alır. Elbise,
iç çamaşırı, havlu ve ayakkabı istemektedir. Bir de saat… Mektupta kaldığı yeri
bile yazmıştır.
Tekrar Diyarbakır’a gider, oğlunun kaldığı yere. Ancak bütün
kapılar yüzüne kapanır, görüştürmezler. Üstelik hakaret ederler; allahsız,
kitapsız olmakla, dinsizlikle suçlarlar onu.
Çünkü Alevi’dir, içerdekiyse oğludur, canının için, göz
bebeğidir.
Adıysa İbrahim’dir.
* * *
Baba Kaypakkaya, 11 Mayıs’ta oğlundan bir mektup daha alır.
“Soruşturmam bitti, artık gelebilirsin, görüşebiliriz” diye yazar mektubunda. Bir de savunmasında kullanılmak üzere bir belge istemektedir.
Üçüncü kez Diyarbakır’dadır. Dağkapı’dan Mardinkapı’ya doğru
yürürken heyecanlıdır.
Gide gele aşina olmuştur artık yüzlere. Bu sefer görecektir
onu. Cebinde, oğlunun savunmasında kullanacağı belge, elinde bir türlü oğluna
ulaştıramadığı çıkın. Hep aynı yüzlerle muhatap olur; aynı asık yüzlü subay,
belinde tabancasıyla aynı kısa kollu yarbay, aynı memurlar, aynı Merzifonlu
üsteğmen.
Hiçbiri konuşmaz bu sefer.
Bir jipe bindirirler onu, hareket ederler. Yol boyunca şoför
hiç konuşmaz. Jip mütemadiyen hareket etmektedir, lakin motor susmuş gibidir.
Ergani çıkışına yönelirler, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın binasına gelirler.
Önünde durdukları o kocaman bina, hiç konuşmadan içeri
süzüldükleri dar, uzun salon, salonun beyaz duvarları, her seferinde gıcırtıyla
öten kapılar, hepsi bir suskunluk içindedir.
Orada, o gri kapının önünde oğlunu bekler. Kapı açıldığında
gözüken üç kişiden birinin omzu kalabalıktır, paşadır, yalnızca o konuşur:
“Oğlun öldü” der, “intihar etti.”
* * *
Hâlbuki intihar etmemiştir oğlu.
24 Ocak 1973'de Dersim'in, Vartinik Köyü, Mirik mezrasında kaldığı yer basılmış, arkadaşı Ali Haydar Yıldız öldürülürken kendisi yaralı olarak kurtulmuştur. İki-üç gün bir mağarada kalmış, çok kan kaybetmesi üzerine yakındaki bir köye inmiş, onu konuk eden ev sahibinin ihbarıyla yakalanarak, yaralı halde karda, buzda yürütülmesi sonucu ayakları donmuş ve hastanede, biri hariç bütün parmakları kendinden izin almaksızın uyutularak kesilmiştir. İyileştikten sonra dört ay boyunca işkence yapılmış, konuşmamıştır. En son 16 Mayıs günü, bitişik hücrede kalan Siverekli bir kadın tarafından işkenceye götürülürken görülmüştür...
24 Ocak 1973'de Dersim'in, Vartinik Köyü, Mirik mezrasında kaldığı yer basılmış, arkadaşı Ali Haydar Yıldız öldürülürken kendisi yaralı olarak kurtulmuştur. İki-üç gün bir mağarada kalmış, çok kan kaybetmesi üzerine yakındaki bir köye inmiş, onu konuk eden ev sahibinin ihbarıyla yakalanarak, yaralı halde karda, buzda yürütülmesi sonucu ayakları donmuş ve hastanede, biri hariç bütün parmakları kendinden izin almaksızın uyutularak kesilmiştir. İyileştikten sonra dört ay boyunca işkence yapılmış, konuşmamıştır. En son 16 Mayıs günü, bitişik hücrede kalan Siverekli bir kadın tarafından işkenceye götürülürken görülmüştür...
Omuzlarında, dünyanın bütün ağırlığını taşımaktadır şimdi. Morga
oğlunu almaya gider.
“Git tabut getir” derler.
Tabut yaptırır, ceset bozulmasın diye ilaç alır, kefen temin
eder.
Kafası kesilmiş, kasıkları parçalanmış, vücudunda delikler
olan oğlunun cesedini bir torbaya koyar, tabuta yerleştirir. 5 Liraya bir hamal
tutar. Cenazeyi ve tabutu taşır, içine koyarlar. Hamal babaya döner;
“Ne oldu, bu nedir?” der.
“Oğlumdur” der baba, “Solcuydu, burada, işkencede öldürdüler, onun cenazesidir” diye karşılık verir.
Bir babaya, bir de cenazeye bakar, Diyarbakırlıdır hamal, ağlamaya
başlar;
“Ben almayayım o 5 Lirayı, helal olsun” der, hıçkıra hıçkıra ağlar,
yürür, gider…
* * *
Adı İbrahim’di.
İnandığı bir davası vardı, yılgınlık nedir bilmedi...
Biliyordu, her ömür sonluydu bu dünyada, ama o para pul peşinde
koşmadı.
Ülkem dedi, halkım dedi, halklar dedi.
Kendisi için hiçbir şey istemedi.
Yıllarca vatan uğruna paşalık yapıp, emekliliğinde anlı
şanlı şirketlerin yönetim kurulunda görev alarak ihale takipçiliği yapmadı.
Dolarların, Euroların, gemilerin ve yatların dünyası ona
göre değildi.
Çocukları olacak kadar uzun bir ömür sürmedi.
Askeri cuntanın karanlık dehlizlerindeki işkencelerinde, bir
zalimin kirli ellerinde can verirken, bir an olsun pişmanlık göstermedi.
Çocukları olacak kadar uzun yaşasaydı eğer onlara dürüst,
erdemli bir babanın onur dolu anısını miras olarak bırakacaktı.
Çünkü kısa süren hayatı boyunca hep erdemli, dürüst
insanları sevdi. Köyünün zihinsel engelli, ahlaklı, sıradan dürüst insanları onun
için en değerli olanlarıydı.
Ne yaptıysa ülkesi ve halkı için yaptı.
Yol arkadaşları, sıkı dostları, sevdikleri oldu, asla hiç
birini satmadı, inandığı dava için başını verdi, sırrını vermedi.
Adaletsizliğe, savaşlara, sömürüye karşı dünyayı saran 1968’in
başkaldırı yıllarında, kedi ülkesinin topraklarında, gelecek nesillere karşı
sorumluluk hisseden onurlu bir kuşağın öncülerindendi.
Diğerleri gibi o da, döneminin en parlak öğrencilerindendi.
Apansız yakalandığı o zulüm fırtınası olmasaydı eğer, belki vicdanlı bir
hakimdi şimdi; ya da mağdurun yanında bir avukat, akademide bilimin peşinde bir
hoca…
Olmadı…
Toplumun vicdanında çoktan mahkûm olmuş, 12 Mart gibi faşist
bir darbenin kasıp kavurduğu 68 kuşağının diğer gençleri gibi o da halkının
kalbine gömüldü.
Ötekilerin tarihinde ser
verip sır vermeyen yiğit olarak kaldı adı.
Öldürüldüğünde öğrenciydi; işçiydi, emekçiydi; sapına kadar
köylüydü!
Yürekli bir devrimciydi.
Adı İbrahim’di.
Mahir bir delikanlıydı yani.
Deniz’di, Hüseyin’di, Ulaş’tı.
En çok da İbrahim’di adı.