20 Mayıs 2016 Cuma

Hamal Diyarbakırlıydı, ağlamaya başladı

Yusuf Nazım
T24 | 20.05.2016


Günlerden 20 Mayıs’tı. Çocuğunu görecekti. Uzun bir yoldan gelmiş, yorulmuştu.

Üçüncü gelişiydi bu, mutlaka görecekti onu, bu sefer kesindi. Öyle yazmıştı oğlu. Bekleme salonundaki memur da söylemişti bunu; kısa kollu, mavi gömlekli üsteğmen de. Yanındaki başını sallayarak onaylamıştı. Ve hatta onu götüren şoför bile, bu sefer tamam demişti.

İçinde, oğluna biriktirdiği derin hasretlik duygusu önce ılık ılık aktı yüreğine, sonra göz bebeklerine hücum etti, billur bir ay ışığı gibi parladı.

“Bekle”
dedi, içerden çıkan görevli.

Ayağa kalkmıştı, oturdu, bekledi. Olsun, ne olurdu ki, ne kadar uzun bir yoldan gelmişti, nicedir beklemişti, biraz daha bekleyebilirdi. Az sonra nefesi nefesine değecekti oğlunun. Bir çınar gibi uzun kollarıyla onu saracak, yorgun, terli gövdesiyle kucaklayacak; öpecek, sarılacak, koklayacaktı. Oğlunun istediği mektup cebinde, diğer eşyaları çıkınındaydı.

Kapı açıldı. Üç kişi görüldü. Biri takım elbiseli, diğer ikisi haki renkler içindeydi. Omzu pırpırlı paşa bir adım ileri çıktı;

“Oğlun öldü!” dedi…

*  *  *   

Adı İbrahim’di. 1973 yılı, 20 Mayıs’ıydı. Günlerden Pazardı. Mayıs ayı nedense hep kanamalı olurdu.

Diyarbakır, Ergani çıkışındaki Sıkıyönetim Komutanlığı binasının zemin katında, soldaki odalardan biridir.

İçindeki herkesin, her şeyin sus pus olduğu bir andır. Duvarları taştan bu binanın griye boyanmış kapısı önünde bekleyen ise, aylardır özlemini duyduğu oğluna kavuşmuş olmanın sevinci yerine, onun ölüm haberini taşıyacak olan bir babanın ince, kırılmış, naif yüreğidir.

Ayakta, yüreğinden vurulmuş gibi, öylece donakalan, dokuz gün önce mektup yazarak savunmasında kullanacağı bir bildiri metni ile birkaç parça eşya getirmesini isteyen İbrahim Kaypakkaya’nın babasıdır bu.

Oğlunun ölüm haberinin küfreder gibi yüzüne söyleyense 12 Mart darbecilerinin sıkıyönetim paşası Tuğgeneral Şükrü Olcay’dan başkası değildir.

Bir anda binanın bütün taşları parçalanır, kapılar kıymık kıymık olur, camlar, çerçeveler dağılır, saplanır yüreğine;

“Nettiniz ki öldü?” der baba, “daha dokuz gün önce mektup yazıp beni çağırmıştı!”

“Onu siz öldürdünüz!” diye bağırır arkasından.

*  *  *   

Bir çift öküz, bir inek, birkaç koyun. Bir de iki öküze yetecek kadar arazi. İşte bütün servetleri buydu. Çorum’un Alaca ilçesi, Karakaya Köyü’nde koyun güttü, çobanlık yaptı, çapa salladı. Bunları yapmadığı günlerde tarlada annesine ekmek götürdü.

Köylerinde okul yoktu. Oysa ailesi okusun istiyordu. İki saat uzaklıktaki başka bir köye gönderdiler onu. İki yıl bu köyde okudu. Orada şartlar zorlaşınca, 3.sınıfa Ortaköy’de, son iki sınıfa Alacahöyük’te devam etti.

Sınavlarını kazanarak Hasanoğlan Öğretmen Okulu’na girdi. Parlak bir öğrenciydi.
Ailesi okuması için varını yoğunu seferber etti. Hasanoğlu’ndaki başarısı onun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na aday gösterilmesine neden oldu. Sınavlara girdi, kazandı.

Adı İbrahim’di…

*  *  *   

Yalansız, hilesiz, sömürüsüz bir dünyadan yanaydı. Dürüst, ahlaklı  insanlara saygısı büyüktü. Mazluma hep şefkatliydi. Okumaya, araştırmaya, kuşku duymaya yatkındı. O yıllardaki okuma, araştırma merakı, sıkı bir Menderesçi olan babasını, kısa sürede Halk Partili yapmaya yetmişti bile.

Okuldan kalan zamanlarda tarla sürdü, tırpan salladı, bol bol kitap okudu.
Yazdığı Yeşili Sevmiyorum  başlıklı kompozisyon, öğretmeni tarafından “Sen kızılı mı seviyorsun?” diye suçlanmasına neden olacak, çok geçmeden Fikir kulüpleri Federasyonu’yla yolu çakışacaktı.

Onun, dünya ve memleket sorunları üzerine düşündüğü yıllar, işte bu yıllar olur.

1967’de Çapa’daki ilk yılında, arkadaşlarıyla birlikte Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) Çapa şubesini kurar, Türkiye İşi Partisi’ne kaydolur. Şehirdeki gençlik çalışmalarının içinde yer alır, NATO ve ABD’nin 6.Filo protesto eylemlerine, işçi yürüyüşlerine katılır, âşıklar gecesi düzenler. Yazdığı bildiri sonucu komünist suçlamalarına maruz kalır. 1973 yılında yakalandığında tüm bunlardan dolayı suçlanacaktır.

Çünkü adı İbrahim’dir.

*  *  *   

Trakya’da, toprakları büyük çiftlik sahiplerince ellerinden alınan topraksız köylülerin hak mücadelesinde köylülerin yanındadır. İstanbul’da birçok fabrikada, işçilerin grev ve direnişlerine destek olur, üniversite mücadelesine katılır, gösteri ve yürüyüşlerde, 15-16 Haziran büyük işçi mitinglerinde yer alır. Nerde bir hak arama mücadelesi, nerede bir işçi direnişi, nerede mazlum hareketi varsa oraya koşar.

Topraksız köylülerin mücadelesiyle ilgili yazdığı bir gazete yazısı yüzünden yurttan atılır, yatılılığı kaldırılır. Polis zoruyla çıkarılır yurttan. Danıştay’a dava açarlar, kazanırlar. Ancak yürütmeyi durdurma kararı uygulanmaz! Bunun üzerine tazminat davası açarlar. Ancak, avukata verecek paraları yoktur, davayı takip edemezler.

12 Mart darbesi yapıldığında, Ankara, Adakale’de öğrencilerin çıkardığı bir gazetede yazılar yazmaktadır. Cuntanın estirdiği zifiri karanlık fırtınada herkes bir tarafa dağılır.

Çorum’un Alaca ilçesi, Karakaya Köyü’nün öğrenciler piknik yaparlarken yere gömülü üç bavul bulmuşlardır. İçinde Türkiye’nin bölge bölge haritaları, sanayi atlasları, tarım istatistikleri yanı sıra, halkı ve işçileri sömürenler, bunu nasıl yaptıkları üzerine kitaplar, notlar çıkar. Bavulun sahibi, piknikteki öğrencilerden birinin abisidir.

Adı İbrahim’dir…

*  *  *   

Ülkenin mevcut anayasasını çiğnemiş, seçimle işbaşına gelmiş bir iktidarı silah zoruyla, tehditle, şantajla gasp etmiş; bilim insanlarını, akademisyenleri, gazeteci ve sendikacıları tutuklamış, çoğuna işkenceler etmiş bir suç örgütü ülkenin başına tebelleş olmuştur. Bir baskı, korku, zulüm fırtınası esmektedir.

Ülkenin tam bağımsızlığı, vatanın kutsallığı, halkların kardeşliği için yürekleri kıpır kıpır gençler kendilerince eylemlere girişirler. Adalet, eşitlik, özgürlük için yürekleri atan ülkenin pırıl pırıl gençleridir hepsi. Kimi şehirlerde kalır, kimi kırsala çekilir… Kimi öldürülür, hapislere atılır, idam edilir…

1973 yılıdır.

Orta Anadolu’da bir köy evi. Evin cansız ışıkları altında konuklar oturmaktadır. Ev sahibi içeri girdiğinde bu davetsiz köylü kalabalığının varlığına anlam veremez.
Soramaz da. Oturur, sohbet ederler. Haber saati geldiğinde ev sahibi, radyoyu açıp ajans dinleyelim der, konuklar açtırmazlar.

Bir süre daha devam eder sohbetleri. Bir ağırlık vardır odada, hummalı bir ağırlık. Sıkıntı basar ev sahibini. Saat dokuzda, bu sefer sormadan davranır radyoya, açar. Ajans özetleri verilmektedir. Tunceli kırsalında bir teröristin ölü, diğerinin de yaralı olarak ele geçirildiği söylenir.

Ev başına yıkılmış gibi olur. Birkaç tur atar odada. Dili tutulmuş gibidir. Duraksamadan, konuşmadan döner, durur.

Yaralı olarak ele geçen oğludur.

Adı İbrahim’dir.

*  *  *   

Baba, yaralı oğlunu görmek için hemen yollara düşer. İşinden rapor alır, Diyarbakır’a gider. Çalmadığı kapı kalmaz. Ancak oğluyla görüştürmezler. Nerede olduğunu bile söylemezler.

Memleketine döndükten bir süre sonra oğlundan mektup alır. Elbise, iç çamaşırı, havlu ve ayakkabı istemektedir. Bir de saat… Mektupta kaldığı yeri bile yazmıştır.

Tekrar Diyarbakır’a gider, oğlunun kaldığı yere. Ancak bütün kapılar yüzüne kapanır, görüştürmezler. Üstelik hakaret ederler; allahsız, kitapsız olmakla, dinsizlikle suçlarlar onu.

Çünkü Alevi’dir, içerdekiyse oğludur, canının için, göz bebeğidir.

Adıysa İbrahim’dir.

*  *  *   

Baba Kaypakkaya, 11 Mayıs’ta oğlundan bir mektup daha alır.

“Soruşturmam bitti, artık gelebilirsin, görüşebiliriz” diye yazar mektubunda. Bir de savunmasında kullanılmak üzere bir belge istemektedir.

Üçüncü kez Diyarbakır’dadır. Dağkapı’dan Mardinkapı’ya doğru yürürken heyecanlıdır.

Gide gele aşina olmuştur artık yüzlere. Bu sefer görecektir onu. Cebinde, oğlunun savunmasında kullanacağı belge, elinde bir türlü oğluna ulaştıramadığı çıkın. Hep aynı yüzlerle muhatap olur; aynı asık yüzlü subay, belinde tabancasıyla aynı kısa kollu yarbay, aynı memurlar, aynı Merzifonlu üsteğmen.
 
Hiçbiri konuşmaz bu sefer.

Bir jipe bindirirler onu, hareket ederler. Yol boyunca şoför hiç konuşmaz. Jip mütemadiyen hareket etmektedir, lakin motor susmuş gibidir. Ergani çıkışına yönelirler, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın binasına gelirler.

Önünde durdukları o kocaman bina, hiç konuşmadan içeri süzüldükleri dar, uzun salon, salonun beyaz duvarları, her seferinde gıcırtıyla öten kapılar, hepsi bir suskunluk içindedir.

Orada, o gri kapının önünde oğlunu bekler. Kapı açıldığında gözüken üç kişiden birinin omzu kalabalıktır, paşadır, yalnızca o konuşur:

“Oğlun öldü” der, “intihar etti.”

*  *  *   

Hâlbuki intihar etmemiştir oğlu.

24 Ocak 1973'de Dersim'in, Vartinik Köyü, Mirik mezrasında kaldığı yer basılmış, arkadaşı Ali Haydar Yıldız öldürülürken kendisi yaralı olarak kurtulmuştur. İki-üç gün bir mağarada kalmış, çok kan kaybetmesi üzerine yakındaki bir köye inmiş, onu konuk eden ev sahibinin ihbarıyla yakalanarak, yaralı halde karda, buzda yürütülmesi sonucu ayakları donmuş ve hastanede, biri hariç bütün parmakları kendinden izin almaksızın uyutularak kesilmiştir. İyileştikten sonra dört ay boyunca işkence yapılmış, konuşmamıştır. En son 16 Mayıs günü, bitişik hücrede kalan Siverekli bir kadın tarafından işkenceye götürülürken görülmüştür...

Omuzlarında, dünyanın bütün ağırlığını taşımaktadır şimdi. Morga oğlunu almaya gider.

“Git tabut getir” derler.

Tabut yaptırır, ceset bozulmasın diye ilaç alır, kefen temin eder.

Kafası kesilmiş, kasıkları parçalanmış, vücudunda delikler olan oğlunun cesedini bir torbaya koyar, tabuta yerleştirir. 5 Liraya bir hamal tutar. Cenazeyi ve tabutu taşır, içine koyarlar. Hamal babaya döner;

“Ne oldu, bu nedir?” der.

“Oğlumdur” der baba, “Solcuydu, burada, işkencede öldürdüler, onun cenazesidir” diye karşılık verir.

Bir babaya, bir de cenazeye bakar, Diyarbakırlıdır hamal, ağlamaya başlar;

“Ben almayayım o 5 Lirayı, helal olsun” der, hıçkıra hıçkıra ağlar, yürür, gider…

*  *  *   

Adı İbrahim’di.

İnandığı bir davası vardı, yılgınlık nedir bilmedi...

Biliyordu, her ömür sonluydu bu dünyada, ama o para pul peşinde koşmadı.

Ülkem dedi, halkım dedi, halklar dedi.

Kendisi için hiçbir şey istemedi.

Yıllarca vatan uğruna paşalık yapıp, emekliliğinde anlı şanlı şirketlerin yönetim kurulunda görev alarak ihale takipçiliği yapmadı.

Dolarların, Euroların, gemilerin ve yatların dünyası ona göre değildi.

Çocukları olacak kadar uzun bir ömür sürmedi.

Askeri cuntanın karanlık dehlizlerindeki işkencelerinde, bir zalimin kirli ellerinde can verirken, bir an olsun pişmanlık göstermedi.

Çocukları olacak kadar uzun yaşasaydı eğer onlara dürüst, erdemli bir babanın onur dolu anısını miras olarak bırakacaktı.

Çünkü kısa süren hayatı boyunca hep erdemli, dürüst insanları sevdi. Köyünün zihinsel engelli, ahlaklı, sıradan dürüst insanları onun için en değerli olanlarıydı.

Ne yaptıysa ülkesi ve halkı için yaptı.

Yol arkadaşları, sıkı dostları, sevdikleri oldu, asla hiç birini satmadı, inandığı dava için başını verdi, sırrını vermedi.  

Adaletsizliğe, savaşlara, sömürüye karşı dünyayı saran 1968’in başkaldırı yıllarında, kedi ülkesinin topraklarında, gelecek nesillere karşı sorumluluk hisseden onurlu bir kuşağın öncülerindendi.

Diğerleri gibi o da, döneminin en parlak öğrencilerindendi. Apansız yakalandığı o zulüm fırtınası olmasaydı eğer, belki vicdanlı bir hakimdi şimdi; ya da mağdurun yanında bir avukat, akademide bilimin peşinde bir hoca…

Olmadı…

Toplumun vicdanında çoktan mahkûm olmuş, 12 Mart gibi faşist bir darbenin kasıp kavurduğu 68 kuşağının diğer gençleri gibi o da halkının kalbine gömüldü.

Ötekilerin tarihinde ser verip sır vermeyen yiğit olarak kaldı adı.

Öldürüldüğünde öğrenciydi; işçiydi, emekçiydi; sapına kadar köylüydü!

Yürekli bir devrimciydi.

Adı İbrahim’di.

Mahir bir delikanlıydı yani.

Deniz’di, Hüseyin’di, Ulaş’tı.

En çok da İbrahim’di adı.


7 Mayıs 2016 Cumartesi

Türk sokağında ırkçılığın ayak izleri ve Amedspor

Yusuf Nazım
T24 | 7 Mayıs 2016


Amedspor.

Aslında bu takma adıdır kulübün.

Asıl adı Amed Sportif Faaliyetler Kulübü.

Türkiye’nin öteki bir şehrinden, Diyarbakır’dan; yoksunluklara, maddi olanaksızlıklara, baskılara rağmen adını ülkenin en saygın kupasına yazdıran bir ikinci lig takımı.

Amedspor, haddi olmadan çıktığı Ziraat Kupası yolculuğunda, yine haddi olmayarak boy ölçüştüğü güçlü takımları eleyerek çeyrek finale kadar çıkar.

Ne var ki bu takım Amedspor’dur, sancısı büyük şehrin, Diyarbakır’ın takımıdır.


Futbolcuları ise çoğu Amedli, yani Diyarbakırlıdır!

Sorsan hikâyeleri uzundur hepsinin, buruktur, hüzünlüdür.

Soluk yüzlü sokaklarında oyunlar oynamışlardır bu şehrin.

Suriçi’nde büyümüş, Hevsel Bahçelerinde sevgilileriyle buluşmuş, Bağlar’da top koşturmuşlardır.

Lakabı kırıktır bazısının, hepsi aynı değil, kimi başka şehirli, kimi başka semtlidir.

Toprağına benzemiştir ama özü çoğunun, kimi Melik Ahmetli, kimi Hançepeklidir.

Çocuklar ölmesin, maça gelsin

Ve Diyarbakır o günlerde kanamalıdır.

Kimi semtlerinde sokağa çıkmak yasaktır.

Surlarından top sesleri yükselmektedir.

Sokaklarında hendekler açılmış, barikatlar kurulmuş; hanları zapt edilmiş, kiliseleri yıkılmış, camileri yaralanmış, kapılarına zırhlı araçlar dayanmıştır.

Ve Amedspor, Türkiye futbol liglerinin en büyük takımlarının da yer aldığı heyecan verici bir yarıştadır.

Bu yarışta, zaman zaman Türk sokağına düşecektir Amedspor’un yolu.

Ancak Türk sokağı “ötekine” biraz tahammülsüzdür.

Hele ki rakibin adı Amedspor olunca bu tahammülsüzlük zirvededir.

Çünkü o sokağın yolları kimi yerde mermer gibi serttir, sesi gürdür o sokağın, rengi tektir. 

O sokakta, bilinmeyen bir dilde konuşmazsın!

Kolunda, ana dilinle özgürlük yazan dövmelerle dolaşamazsın!

Hele maçı kazandığında, sevinç içinde, hoplaya zıplaya zafer işaretleri yapamazsın!

Biraz da Çarşı’ya benzeyen, Barikat, Mor Barikat gibi taraftar grupların varsa, diline barışı pelesenk ederek deplasmanlarda rahatça slogan atamazsın!

Çünkü Türk sokağında, her adımda ırkçılığın ayak izleri görülür.

Amedspor takımı gol attığında, protokol tribününde korkarsın sevinmeye, ağız dolusu gülemezsin.

Oralarda, savaşa gider gibi çıkılır Amedspor maçlarına. Bayrak satışları rekor yapar. Hep kabarık olur milli duyguları, cepheye çağrılır gibidir seyirciler.

Amedspor’a atılan her golden sonra, tribünlerde milli marşlar okunur, rakip futbolcular asker selamına durur sahalarda.

Asker selamına dururken oyuncular, 20 bin kişiyle dolu statlardan “Şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganları yükselir.

Türk sokağının spikerleri bile bir başka olur. Amedspor’un maçıysa eğer anlatılan, takımın adı kolayca dile gelmez, sıkça telaffuz edilmez. Amedspor’un adı ağır bir yüktür, sakıncalıdır, tehlikeli bir sözcüğe dönüşür spikerin dilinde. Amedspor’un ataklarında ağlar gibi olur spikerler, gol attığındaysa sesi boğuktur, kısılır, duyulmaz olur.

Bir süredir, yangınlar büyümüştür şehrinde Amedspor’ un ve çocuklar ölür o kentin sokaklarında.

Tek bir istekleri vardır maça çıkarken;

Çocuklar ölmesin isterler, maça da gelebilsinler.

Oysaki ellerinde, “Çocuklar ölmesin, maça gelsin” yazılı pankartlar taşıyan çocuklara tahammülü yoktur o sokağın. Sahaya çıkarsalar eğer, disiplin maddeleri işletilir hemen, peş peşe cezalar kesilir.

O sokakta, rakipler büyük olur bazen. Büyük olur da Amedspor’a yenilirse, üstelik bir büyük şehrin bir büyük takımıyla eşleşirse Amedspor, saatler geçmez kulüp binaları basılır güpegündüz, bilgisayarlarına el konulur ve sorguya çekilir yöneticiler.

Rekor para cezalarının gerekçesi yapılır ideolojik sloganlar, maçlar sık sık seyircisiz oynatılır, taraftar nedir görmez olursun deplasmanlarda.

Oysaki toleransı büyüktür “berikine” o sokağın.

İstersen serbestçe Mursi atkıları dağıtabilirsin statlarda; Rabia selamları yaptırarak canlı yayınlarda, Filistin Direnişini alkışlatabilirsin!

“Ayağa kalkmayanı Ermeni, Rum” diye yaftalatabilirsin!

Sevinmek bile cezaya tabiiyken Amedsporlulara, bozkurt işareti yaptırıp rakip oyunculara sahada gösteri bile yaptırabilirsin.  

Bazen, ölülere bile saygıda kusur edilmekten çekinilmez o sokakta.

Örneğin milli bir maçta, IŞİD katliamında ölenlerin anısına yapılan saygı duruşunun ıslıklanmasını görmezden gelebilirsin.

Ya da tekbir sesleri arasında yükselen nefret yüklü sloganlara hoşgörüyle yol verebilirsin.

Rakip Amedspor olunca, sloganları bile değişir o sokaktaki statların.

Cinsiyetçi küfürler, “Ne mutlu Türküm” diyen haykırışlara bırakabilir yerini.

Deplasmanlarda, takım bayrakları yerine Türkiye bayraklarıyla donatılabilir tribünler.

Sahasındaki maçlarda, tesadüfen bile olsa F-16’lar uçar, polis helikopterleri dolaşabilir Amedspor stadının semalarında.

Türk sokağı, konaklama için kabul etmez bazen Amedsporluları; oteller oda, köfteciler yemek vermez.

Stat görevlileri eliyle, üstelik kolluk gözetiminde takım bayrakları indirilebilir statlardan, lime lime edip parçalanır.

Irkçılığın ayak izleri Cizre’ye götürür bizleri

Seyircisiz oynadığı sahasında, Tomalar sürülür taraftarlar üzerine, zehirli gazlar püskürtülür stat kapılarında bekleşenlere. 

Ve maç sırasında, biteviye patlamalar duyulur ilerideki surlardan. Oyunlar oynadıkları, top koşturdukları, çocukluklarını büyüttükleri daracık sokaklardan yankılanır sesleri.

Belki Keçi Burcu’ndan, belki Melik Ahmet’ten, belki Gazi Caddesi’nden.

Attıkları her deparda, vurdukları her şutta yürekleri daralır Amedsporlu futbolcuların; top sesleri yükselmeye devam eder perde perde.

Her sesle, belki bir sokak daha yıkılır biraz ileride, apansız enkaza dönüşür bir ev daha...

Amedspor’un çıktığı deplasmanların aşkı da başka olur tabii.

Türk sokağında büyüyen ırkçılığın ayak izleri Cizre’ye götürür bizleri, Cizre’nin ceset kokulu bodrumlarına...

Bir kentin yıkılmış, virane duvarlarını, “aşk bodrumda yaşanıyor güzelim” sloganları süsler. O kentin harap sokaklarından taşar sloganlar. Taşar ve Tarsus’un, Eskişehir’in tıklım tıklım dolu statlarına dolar. Amedsporluların gözleri önünde, tribünlerde bir kez daha gururla, yeniden tezahür eder:

“Aşk bodrumda yaşanıyor güzelim!”

Ve bu tezahür, Türk sokağının sosyal medyasında bir rekora doğru koşar.

Çünkü o sokakta, bir bakıma sporun oyun olmaktan çıkması, ırkçılığın trend topic olması hali vardır.  

Amedspor maçlarında, o sokağın holiganlar bile bir başka fiyakalıdır.

Kullanılan türlü türlü sloganlar, kimi zaman şehitler üzerinden kampanyalıdır.

Afişlerine, gururları okşayan sloganlar basılır. Yollarına “Bayrağını al de gel” diye dövizler asılır. O sokağın skorboardlarına takım arması yerine Türk bayrakları yansıtılır.

O sokakta, rakip takımın konuklarını havalimanında özel araçlarıyla karşılayan Amedsporlu yöneticilerin, aynı rakibin protokol tribününde linçe dönüşen sureti vardır.  

O sokakta kudretini, damarlarındaki kana bağlayan hastalıklı güruhların sahalarda nefrete dönüşen insanlıktan çıkmış hali vardır.

Amedspor ve Deniz Naki


1968 Meksika Olimpiyatlarının 200 metre şampiyonları.

Onurlu bir yaşamı her şeyin üstünde gören bu üç insan, olimpiyat kürsüsünde benzersiz bir eyleme imza atarak güce, otoriteye ve ırkçılığa meydan okumak suretiyle tarihe derin bir iz bıraktılar.

Amedspor ve Deniz Naki'ye gelince...

Biri, surlarında anlamsız bir savaşın hüküm sürdüğü, sokaklarına kinin, öfkenin, nefretin bulaştığı bir şehrin spor takımı. Sahası kapatılan, seyircileri alıkonulan, bayrakları yakılan, otobüsleri taşlanan; başka bir ırka mensup olmayı övünç meselesi yapanlarca konuk olduğu statlarda yöneticileri dövülen, linç edilen...

Diğeriyse, dile getirdiği “barış ve özgürlük” söylemleri yüzünde aforoz edilen; kolunda başka bir dilde yazılı dövmesi, sevindiğinde parmaklarıyla zafer işareti yapması nedeniyle ülke federasyonu tarafından futbol tarihinin en uzun cezasına çarptırılan sporcu…

Gelecekte bir gün, İstanbul’un gösterişli salonlarından birinde, Amedspor’a karşı yapılan bu ayrımcılığı anmak üzere Deniz Naki’yi, tıpkı Los Angales Nokia Tiyatrosu’ndaki Simith ve Carlos gibi, örneğin elinde barışı temsilen bir kupayla görür müyüz bilmem.

Kendi tarihine nice acılar zerk etmiş bu toplum, onurlu bir yaşama, anlamlı bir barışa ve gerçek huzura kavuşabilmek için böylesi bir tarihsel yüzleşmeye cesaret edebilecek midir?

Tarihe baktığımızda iyimser olmamak mümkün değil.

Bir zamanlar, beyaz adamın sokağında boy veren ırk ayrımcılığını, nasıl ki tarihin çöplüğüne gömdüyse zaman, ırkçılığın Türk sokağındaki utanç izlerini de yeri geldiğinde silmekten asla tereddüt etmeyecektir.

Yolun açık olsun Amedspor!

Yolunuz açık olsun çocuklar!

Yolun açık olsun barış!


Çocuklar ölmesin, maça da gidebilsinler...

6 Mayıs 2016 Cuma

Beyaz adamın sokağında ırkçılığın ayak izleri ve spor

Yusuf Nazım
T24 | 6 Mayıs 2016

Yıl 1968.

Mexico City Olimpiyatları, 200 metre ödül töreni.

İki siyah atlet, Tommie Smith ve John Carlos, arkalarında tuttukları ellerinde birer ayakkabı taşıyarak kürsüye doğru ilerlerler.

Biraz sonra onların, adlarının, alacakları olimpiyat madalyalarından daha çok tarihe yazılmasına sebep olacak bir eylemi yapmak üzere olduklarını hiç kimse tahmin edemeyecektir.

Kürsüye çıktıklarında, birinin sağ, diğerinin sol yumruğu havadadır. Sıkılmış yumruklarında siyah meşin eldivenler göze çarpmaktadır.

Çıplak ayaklarıyla çıktıkları kürsüde Amerika Milli Marşı okunurken yaptıkları bu eylemle amaçları, Amerika’daki ırkçılığı ve zenciler üzerindeki eşitsizliği protesto etmektir.
Peter, Tommie ve Carlos Olimpiyat madalya töreninde, 1968  

İki numaralı kürsüde ise Avustralyalı beyaz atlet Peter Norman vardır. Norman bu eyleme, kalbinin üzerine iliştirdiği ‘İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi’ hareketinin kokartıyla destek olur.

Dünya insan hakları mücadelesi tarihine geçecek; ırkçılığa, güce ve otoriteye karşı eşine az rastlanır bir meydan okumadır bu. Olimpiyat stadı adeta buz keser…

Beyaz ırkın sokaklarında linçe dönüşen nefret

Eylem, Smith ve Carlos tarafından düşünülmüş, Peter Norman’da onlara destek olmuştur. Hâlbuki Peter bir beyazdır ve o günlerde, ayrımcılığa karşı çıkarak siyahların haklarını savunma cesareti gösterecek beyaz insanların sayısı çok azdır. 

Buna karşılık Norman, protesto eylemine katılmayı tereddütsüz kabul eder. Eldiven takma önerisi de zaten ona aittir. Tek eldiven giymeleri, sadece bir çift eldivenlerinin olmasındandır.

Bu üç adamın kürsüdeki protest resmi 20. Yüzyıl’ın en etkileyici 20 fotoğrafı arasında yer alacak ve olay tüm dünyada büyük yankı uyandıracaktır. Bu olayla birlikte dünyanın dikkati ırk ayrımına ve siyahların haklarının tartışılmasına çevrilir. Beyaz ırkın sokaklarında tarihsel olarak, siyahlara karşı linçe dönüşen nefretin tartışılmasına sebep olur.

Olimpiyat Komitesi ise adeta çıldırır. Tepkisi çok büyük olacaktır. Aldığı kararlarla her üçünün de spor yaşamlarını anında sona erdirir…

Avustralya’ya dönen Peter Norman, devlet ve kamuoyu tarafından yargılanır, tüm spor çevrelerinden dışlanır. Suçlamalar, tehditler yakasını bırakmaz. Bütün kapılar yüzüne kapanır; işsiz kalır, sıkıntılı günler yaşar. Smith ve Carlos gibi onun da ilk evliliği sona erer.  
Buna karşılık üç atletin, tarihe geçen bu eylemle birlikte başlayan spor kardeşliği ömür boyu devam eder. 

Sosyal adalet için cesur bir tavır

Irkçılık kaynağını, ister insanın derisinin renginden, ister genlerindeki arilikten, isterse de damarlarındaki kandan almış olsun, toplumların tarihinde daima, insanlığın utanç duymaktan kaçınamadığı yüz kızartıcı bir leke olmuştur.

Irkçılık, ABD’de 1562 yılında ilk köle gemisinin kıta karasularına girmesiyle boy gösterir. Kendine yeni sömürgeler arayan "ortaçağ uygarlarının" uzak kara parçalarına yaptığı seferlerinde "uygar olmayan yerliler" üzerinden daha çok altına, köleye ve zenginliğe sahip olma hırsıdır bu. Geride büyük zulüm hikâyeleriyle birlikte muhteşem direnişler, onurlu başkaldırı örnekleri bırakır…

Amerika’nın 20.yüzyıldaki modern tarihinde bile süren ırkçılık ötekilerin, en alttakilerin, “lanetlenmiş ırktan” olanın vermiş olduğu özgürlük, eşitlik ve adalet mücadelesi sayesinde yenilmiştir. İnsanoğlunun geçmişine baktığımızda ırkçılık ve ırkçılıkla mücadele, beyaz adamın tarihteki sayfalarına utanç, siyah ve öteki olanınkine ise onur ve kahramanlık olarak yazılmıştır.

Tommie Smith ve John Carlos’a gelince. Onlar, 2005 yılındaki ABD Kongre Kayıtlarına, “Olimpiyat tarihinin en güçlü anlarından birinde sosyal adalet için cesur bir tavır alan sporcular” olarak geçerler.

Tommie ve Carlos, Peter Norman'ın tabutunu taşırken,
3 Ekim 2006, Merlbourne
Bu üç cesur insan; Tommie, Smith ve Peter… Kaderleri, onları ölene kadar spor kardeşi olarak kalmaya götürür. 2006 yılında Norman 64 yaşında öldüğünde, Melbourne’deki tabutunun altında, beyaz olan insanların yanı sıra, tabutu en önde omuzlayan iki siyah derili adam da vardır; Tommie Smith ve John Carlos…

Avustralya devleti Peter Norman’ı asla affetmez. Buna karşılık onun, günümüzde bile kırılamayan Avustralya rekoruyla, kıta tarihinin unutulmayanları arasındaki yerini almasına da engel olamaz.

Ellerinde, sporda mükemmellik ödülü taşıyan iki siyah derili

Tommie ve Simith ESPY-sporda mükemmellik ödülünü alırken
16 Temmuz 2008
16 Temmuz 2008, Los Angeles, California.

Tommie Smith and John Carlos bir kez daha kürsüdedirler. Sağ eli yine havadadır Tommie’nin. Bu sefer siyah bir eldiven yerine göz kamaştırıcı bir kupa taşımaktadır. Los Angales Nokia Tiyatrosu’nun gösterişli salonunda bir alkış tufanı kopar. Yetmişine merdiven dayamış bu iki cesur siyah derilinin ellerinde yükselen “ESPY-sporda mükemmellik ödülü”dür. Salon, bu iki mükemmel insanı ayakta alkışlamaktadır.

Zamanın durdurulmaz akışı, ırkçılığı çoktan yargılamış, tarihin utanç dolu sayfalarına gömmüştür bile. İnsanoğlu, tarihini doğru okumayı başarabilmiş, mazlum ve onurlu olandan bir kez daha özür dilemektedir. Irkçılık kaybetmiş, onur ve cesaret kazanmıştır.

Geç ve ayakta dur!

Geç ve ayakta dur! Tommie Smith ve John Carlos Anıtı,
San Jose Eyalet Üniversitesi, Kalifornia 
Bugün, Amerika’da, San Jose Eyalet Üniversitesi’nin Robert D. Clark Hall binasına bitişik olan kampüs merkezinde bronz bir heykele rastlanır. Üç basamaklı bir kürsünün 1 ve 3 numaralı basamakları üzerinde, yüzeyi karanlık mavisi seramikle işlenmiş çıplak ayaklı iki insan durmaktadır. Bunlar, sıkılmış yumruklarında birer siyah eldiven taşıyan Tommie ve Smith'ten başkası değildir. Yaptıkları ırkçılık karşıtı eylemden dolayı, 1968 yılında olimpiyat komitesi tarafından linç edilen bu insanların madalya töreni sırasındaki onurlu ve cesur davranışları, bu anıtla birlikte bir kez daha ölümsüzleşmiştir.

Geç ve ayakta dur!
2 numaradaki Peter Norman’ın yeri ise boştur. Ziyaretçiler ilk bakışta bu eksikliğe bir anlam veremezler. Halbuki boş olan kürsüde anıtı gezenlerin okuması için bir plaket yer almaktadır. Üzerinde, “Geç ve ayakta dur!” yazar. Sessiz, derinden, anlamlı bir çağrıdır bu. İzleyenleri, Peter’in yaklaşık yarım asır önce yapığı gibi kürsüye çıkmaya, onun hislerine ortak olmaya çağırmaktadır.