26 Eylül 2015 Cumartesi

Haydi Bismillah!

Yusuf Nazım
T24-26 Eylül 2015


AKP, seçim çalışmalarına “Bismillah” diyerek başlamış.
Bir de seçim şarkısı bestelemişler bunun için.
Adı, “Haydi Bismillah!”

Tuttum bunu.
Büyük bir yaratıcılık.
Başlığını duyar duymaz  gerisi kendiliğinden sökün etti dudaklarımdan.
Sessizce mırıldandım.

* * *

Haydi Bismillah!
Çocuklarımız doğarken bile şanslı doğsun. Onları kolejlerde, paralı, çok özel okullarda okutalım. Mezun olur olmaz devlete sözleşmeli elaman, bürokrat, danışman; yoksulu, garibanı ise şehit yapalım.

Haydi Bismillah!
Turizmi teşvik adıyla kıyak yasalar yapalım, GDO’lu tahıllar limanlarda beklesin, üniversiteden temiz raporları alalım, mecliste el ele verelim; bir gecede şipşak kanunlar çıkaralım, kıyak emeklilik yapalım.

Haydi Bismillah!
Henüz basılmamış kitapların arkasına düşelim, toplatma kararları alalım, gazete ve matbaalara baskınlar yapalım; savcılara talimatlar verelim; yazılmakta olan kitapların dijital kopyasını bilgisayarına indirenin de, paylaşanın da, dağıtanın da başka bir ortama kopyalayanın da suç işleyeceğini söyleyerek topluma korku salalım.

Haydi Bismillah!
Orduya kumpas kuralım, camiye bomba koyalım, generalleri içeri tıkalım; kirli çamaşırlar dökülüp de cerahat ortaya saçılınca adını montaj koyalım.

Haydi Bismillah!
Eyvah, teröristler geçecek! Düzmece raporlar üretip Roboski’de çocukların üzerine bombalar atalım. Yargıyı atlatıp, mahkemeyi geçelim; parça parça cesetleri, lime lime olmuş ölüleri unutup, geceleri yatağımızda dualar eşliğinde bir güzel uyuyalım.

Haydi Bismillah!
Daha çok çalışalım, daha çok kazanalım, fakire fukaraya yardım yapalım; bulgur dağıtalım, pirinç dağıtalım, kömür dağıtalım. Harcayamadığımız paraları sıfırlayalım, sıfırlayamadıklarımıza konaklar köşkler alalım.

Haydi Bismillah!
Vatana, millete hizmet için Kültür ve Turizm Bakanı olalım, Kars’ta İnsanlık Anıtı’nı yıkalım, parasını verip Üniversiteden SİT raporu alalım, Urla’da mozaikleri kaldıralım.

Haydi Bismillah!
Çocuklarımıza çürük raporları alalım, hepsini genç yaşta işadamı yapalım; kimi ihracatçı olsun, kimi kolay ithalatçı, kimilerine gemi filoları düzelim. Parası olan muaf olsun yurttaşlık görevinden, olmayanı yüce vatanımıza bekçi yapalım.

Haydi Bismillah!
Devletin en yüce makamlarına çıkalım, bakan olalım. Memleket hayrına komisyon alıp İsviçre malı, Patek Philippe 5101G marka, 300 bin Franlık saat takalım.

Haydi Bismillah!
Birinci derece SİT alanına mahkeme açalım, oraya villalar, hemen yakınına ise cami yapalım. Öğlen namazını kılıp pazarlık yapalım, kaçak villaları yıkarım diyen valiyi görevden alalım.

Haydi Bismillah!
Boğaziçi’nde birinci derecede SİT alanı Sevda Tepesini Arap Kralına satalım, 200 milyon TL vakıflarımıza bağış alalım; iki yıl sonra bu güzelim tepeyi milletin hayrına imara açıp Kral Abdullah’a saray yapalım.

Haydi Bismillah!
Göz nuru verip, alın teri dökelim, AB limanına demir atmak için bakan olalım. Her güne duayla, nurla başlayalım; Cuma olsun namaz kılalım, internetten tombala çekip üstüne iki ayet sallayalım, Bakara’yı makaraya alalım, çikolata kutularına dolar tıkıştırıp halkımıza hediye dağıtalım.

Haydi Bismillah!
Baraja takılsa keşke partiler, ne süper olur! Haydin, halk geliyor, %10 barajının arkasına sığınalım, vekilleri çaktırmadan çalalım, bir güzel demokrat olalım.

Haydi Bismillah!
Gezi’de ölü çocuklar üzerine destan yazalım; ses çıkaranın gözünü oyup ıssız bir sokakta kıstırarak kafasını kıralım. Çoluğu-çocuğu, yaşlısı-genci, düşüneni-taşınanı, yazanı-çizeni içeri tıkalım; rüşveti vereni-alanı, hırsızı-arsızı, tetikçiyi-katili dışarı salalım.

Haydi Bismillah!
Boğaza boncuk boncuk oteller, rezidanslar yapalım, arkasına gökdelenler dikip Süleymaniye Camii’ne de bir çizik atalım. Parkı, bahçeyi, fidanı, bostanı talan ederek, fırsatını yakalayıp kupon arazileri güzelce kapalım.

Haydi Bismillah!
ÖTV, KDV, SGDP diye köylüyü, çiftçiyi, emekliyi perişan edelim; mücevheri muaf sayıp mazota fahiş vergi koyalım; köyleri yakıp yıkarak boşaltalım; milleti İstanbul’a toplayıp nüfusu patlatalım; ülke kalkınsın diye daha çok kamyon, daha fazla otomobil satalım, Boğaz’a bir delik, iki delik, üç delik daha açalım; Milletin a.ına koyan müteahhite ihale üstüne ihale satalım.

Haydi Bismillah!
Ali Sami Yen Stadı’nı yıkalım, adını bile unutalım; yerine ağaç değil, daha çok beton dikelim; refahımız artsın, daha çok kalkınalım diye İstanbul’a yeni bir şehir daha katalım; Beykoz Kundura’yı satalım; Cibali’ye özel üniversite, ormana yarış pisti, ana yollara AVM yapalım.

Haydi Bismillah!
Kabataş’ta başörtülü geline dayak, çocuğuna işkence! Bebek arabasını yuvarlatıp kadının üzerine işetelim; televizyonlara dehşet, gazetelere sürmanşet başlık atalım; belediye başkanı, bakanı, daha daha büyük bakanı koro halinde en yüksek perdeden yalan atalım.

Haydi Bismillah!
Cami’ye de ayakkabılarıyla girdiler, üstüne bira bile içtiler, öpüştüler, seviştiler! Nasıl da günaha girdiler! TV kanallarından, gazetelerden avazımızın çıktığı kadar bağıralım. Doğruyu söylemekten vaz geçmeyen imamı sürelim, dokuz köyden kovalım.

Haydi Bismillah!
Yolumuz Galatasaray’a düşerse, kulaklarımızı tıkayalım, Cumartesi Annelerinin çığlıklarını duymayalım, ellerinde kayıp resimleri, arkamızı dönüp görmeyelim,
Bilumum faili meçhullerin üstünü kapatalım, tecavüzcüyü hoş görüp, işkenceci polislere terfi yapalım.

Haydi Bismillah!
Daha fazla, daha fazla çalışalım; emniyet amiri, yetmez vali olalım, İstanbul’u bibere, gaza boğalım. Daha çok çalışarak göze girelim, terfi edelim, bakan olalım; hırsızın önüne yatıp, mahkemede takipsizlik kararı, trafikte geçiş üstünlüğü, üstüne ödül verelim; adalete zincir vurup hukuğun mezarını kazalım.

Haydi Bismillah!
Seçim yapıldı, sandıklar açıldı; başkanlık hayal oldu, üstelik iktidar da elden gitti! O halde masa devrildi, masal bitti, barış da gitti. Silahlar çıksın kınından, mermiler sürülsün namlulara; pistler hazırlansın, uçaklar kalksın, başlasın patlamaya artık bombalar; haydin sefere çıkalım, Cizre’ye, Beytüşşebap’a,  Yüksekova’ya savaş açalım.

Haydi Bismillah!
Yarasın, bir gece ansızın bakan olalım; yasayı masayı yok sayalım, arama emrini falan boş verelim, savcının kapısını kıralım, yapa paça ederekten içeri atalım. 

Haydi Bismillah!
Bütün işleri taşerona havale edelim, asgari ücretliyi köle yapalım. Varoştan geldim diye övünürken tuzun kuruyunca üst perdeden nutuk atalım; aç kalıp, bağırıp çağıranı terörist sayalım, ananı da al git diyerekten üstüne bir de caka satalım.

Haydi Bismillah!
İki dudak arasında müsteşar, işletmeye bürokrat, bankaya genel müdür olalım; çok çalışalım, çok kazanalım; ayakkabı kutusuna sığmazsa paralar, olmazsa çikolata kutusuna koyalım, hayır işlemek için imam hatip ya da cami yapalım.

Haydi Bismillah!
Emirle hizaya gelsin yargı, iki dudağın arasında işlesin hukuk; Anayasa Mahkemesi bir canavar olsun, Sayıştay raporları hak getire, Danıştay kararlarını yok sayalım; Ankara Orman Çiftliği'ne haşmetli bir saray yapalım. HSYK’ya bir güzel operasyon çekip kolluk dayanırsa kapıya, başka çare yok, “kaç oğlum kaç” yapalım.

Haydi Bismillah!
Paralelden hesap sormak için yargıyı yamuk yapalım. Yargıtay’a bile meydan okuyalım. Bir gece ansızın torbaya koyarak dershaneleri kapatalım, milli eğitime bağlı tüm yöneticileri görevden alalım, bütün liseleri birden bire imam hatip yapalım.

Haydi Bismillah!
Bütün zeytinleri sökelim, köylünün suyunu keselim, derelere setler çekelim, üstüne HES ler yapalım! Karşı koyan olursa önüne jandarmayı, polisi; arkasına kepçeyi, panzeri dikelim; direniş devam ederse eğer çoluğu-çocuğu, kadını-yaşlıyı bibere, gaza, zehire boğup dereye tepeye püskürtelim.

Haydi Bismillah!
Rütbeli, rütbesiz, çok bilir danışmanlar olarak milletin ve devletin bekası için toplanalım; İki adım ötede Halep’e varmak için 4 adam gönderip, iki füze sallatarak bahaneler yaratalım.

Haydi Bismillah!
Emevi Camii’nde namaz, Süleyman Şah Türbesi’nde niyaz edelim; telefonla cihatçılara koordinat, Suriyeli Müslümanlara akıl verelim, Keseb’i Hristiyanlardan kurtaralım; gizli ödenekten harcama üstüne harcama yapalım; bisküvi kutularında mühimmat, Suriye’ye TIR’lar dolusu demokrasi taşıyalım.

Haydi Bismillah!
Kömüre, madene redevans yapalım.
Çiftçiyi yerinden, yurdundan edelim, onları işsiz, güçsüz, üstelik çaresiz bırakalım; yeraltına sokup Soma’da cinayete kurban verelim, adına fıtrat diyerek, ölmeyip geride kalanın kıçına tekme vuralım.

Haydi Bismillah!
Darbe yasalarıyla yola devam edelim; okullarda zorunlu din dersi kalsın, Alevi’yi zorla Sünni yapalım. Daha fazla çalışmaya devam edelim, Diyanete başkan olalım; Mersedes’e binelim, olmazsa Mercedes’ten inip zırhlıya binelim.

* * *

Şarkı güzel.
Tam AKP’yi anlatıyor.
Ancak öğrendik ki, Yüksek Seçim Kurulu tarafından yasaklanmış.
CHP’li bir vekilin, din istismarcılığı olacağı gerekçesiyle olan başvurusu yol açmış buna.
Kötü olmuş!
İyi bir seçim şarkısı olurdu doğrusu.
Çok da iyi nakarat tutardı.
On üç yıllık AKP iktidarını anlatmanın bir özeti olurdu.
Fazla söze gerek kalmaz, sadece bu şarkının sözlerini mırıldanmak yeterdi.

Şimdi önümüz seçim.
AKP on üç yılda yaptıklarını unutturmamak, kazandıklarını kaybetmemek için elinden ne gelirse yapacağa benziyor.
Vekil adayları şimdiden düşmüş bile yola.
Kimilerinin bir elinde Kuran, diğerinde akıllı cep telefonları.
Belli ki, internetten arayıp tombaladan çeker gibi sallayacaklar ayetlerini.
O cami senin, bu cami benim şuhu içinde pozlar vererek dolaşacaklar kameralara.
Altlarında son model, lüks araçları.
Hediye olarak sunulmak üzere VIP yurttaşlara, hep bir şeyler bulunacak yanlarında.
Ya bir ayakkabı kutusu olacak bu, belki de bir çikolata paketi.
Dilleri, o malum şarkıyı mırıldanacak usuldan:
Haydi Bismillah!
Haydi Bismillah!


19 Eylül 2015 Cumartesi

Ellerinden öperim kadın

Yusuf Nazım
T24
19 Ağustos 2015

Paul Eluard 21. Yüzyılın en büyük Fransız edebiyatçılarından sayılır. Güzel aşk şiirleri yazar. O aynı zamanda devrim ve direniş şiirleriyle ünlüdür. Bu yüzden, aşkın ve devrimin şairi olarak da bilinir. 2. Dünya Savaşı’nda, Fransa’daki Nazi işgali sırasında eserleri yasaklanır. Faşizme karşı savaşta Fransa’daki yeraltı direniş hareketine katılır. İçinde, ünlü “Eyy Özgürlük” şirinin de yer aldığı derlemeyi işte bu direniş yıllarında gizlice yayınlar.

Zülfi Livaneli’nin de seslendirdiği bir şiirinde şöyle der:

Kapılar tutulmuş neylersin
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık bastırmış
Sevişmezsin de neylersin.

* * *

Aradan yetmiş yıl geçmiştir. Ne yeni bir dünya savaşı vardır, ne de bir iç savaş yaşanmaktadır. Fransa’nın çok uzaklarında, Anadolu’nun bir kasabası kuşatma altındadır. Şehre giren bütün yollar tutulmuştur. Sokağa çıkmak yasaklanmış, elektrikler, sular kesilmiş, sokaklarda çöpler birikmiştir. Korku ve ölüm döşenmiştir şehrin yollarına…

Abluka günlerce sürer. Halk mahallerde mahsur kalır. Şehrin bütün çıkış yolları kesilmiş, açlık ve susuzluk baş göstermiştir. Halk kimi mahallerde sokağa çıkma yasağını dinlemez. Alkışlar, zılgıtlar eşliğinde, tencere-tava çalarak durumu protesto eder. Cizre’nin hafızası güçlüdür: 1992 Newroz’unda kasaba taranmış onlara kişi yaşamını yitirmiştir. 2015 başlarında dört çocuk  polis kurşunuyla hayatını kaybetmiş, kolluk kuvvetleri 12 yaşındaki Nihat Kazanhan’ı vurarak öldürmüştür. Bu hafıza mahalle gençlerini sokaklara barikat kurmaya, hendek açmaya iter.

Karanlık bastığında ateş altında kalır kasaba. İnsanlar kim vurduya gider. Çocuklar, sokaklarda keskin nişancılar tarafından kuşlar gibi avlanırlar. Bazen silah sesleri yavaşladığında ya bir alkış tufanı kopar, ya da tencere, tava sesleri yükselir kasabadan. Bir savaşı andırırcasına binlerce kurşunun sesi karışır karanlığa… Buna, daha büyük bir tencere-tava tufanıyla karşılık verir kent halkı. Arada, bir mahallerde silahlar, bombalar patlar. Ve böyle devam eder gece…  Sonra gün ağarır. Gece yavaşça aralar perdesini, derken sabah olur…

* * *

Nazım Hikmet bir dünya şairidir. Emperyalizme, sömürüye, savaşlara karşıdır. Halkların kardeşliğini, dünya barışını savunur. Anadolu halklarının sömürgecilere karşı direnişini şiirleriyle destanlaştırmıştır. Özellikle bu direnişteki kadınların rolü onun şiirinde ayrı bir değerdedir. Kurtuluş Savaşı Destanı’nda Anadolu kadınını şöyle anlatır:

Ve kadınlar
bizim kadınlarımız;
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz…

* * *

Sabah olmuştur. Bazı mahallelerde günlerdir kaldırılamayan ölüler vardır. Bunlar, elektrik olduğunca derin dondurucularda, buz kalıplarında saklanır, korunmaya çalışılır. Birçok mahallede yaralılar bulunmakta, silah ve patlama sesleri arasında hastaneye kaldırılamamaktadır. Kent halkı kendi olanaklarınca yaralılara müdahale etmeye çabasındadır. 

Duvarları delik deşik bir evde bir çocuk yaralıdır. Durmaksızın kan kaybetmekte, acilen hastaneye yetişmesi gerekmektedir. Oysaki sokağa çıkmanın bedeli muhtemel bir ölümdür. Ambulanslar kente girememekte, insanlar çaresizce çırpınmaktadır.  

Evin içinde bir kadın beyaz bir bez parçasını yırtar. Onu kalın bir sopaya geçirir. Çevresindekiler onun ne yapmak istediğini anlamıştır. Engel olmaya çalışırlar.  Oysa o, hırsla dışarı fırlar. Başı dik, göğsü gerilmiştir. İnce küçük çenesini ileriye doğru uzatmış, kocaman gözlerinden ateş bulutları püskürmektedir. Elinde taşıdığı beyaz bayrakla sokağın ortasından caddeye doğru ilerler… Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan ya da Çanakkale de bir siperden fırlamış gibidir kadın. Arkasından yürüyen küçük kalabalık, omuzlarda taşınan yaralı bir çocuk… 

Belki bir silah patlayacak birazdan. Ardından bir cayırtı kopacak. Bir ateş topu yırtacak boşluğu, birkaç mermi saplanacak ciğerlerine… Ama hiç aldırmaz kadın. Sağına soluna bakmaz bile. Korkunun duvarları yıkılmış, yola çıkılmıştır bir kez… 

* * *

Aradan günler geçmiştir. Tam dokuz gün, dokuz gece. Ölüleri her gün daha da çoğalmıştır mahallelerin. Geride hayalleri çökmüş, yıkılmış bir kentin sureti. 
Şimdi, ölülerine ağlıyordu bu kent. Nasıl da sessizdi çığlıkları. Oysaki tek sivil ölmedi diye buyuruyordu muktedir. Koroyla onaylıyordu tebaası. Halkı rehin aldılar diye ünlüyordu manşetler. Bir insan seli akıyordu Cizre'nin sokaklarından, sanırsın mahşer. Ölülerini, tarihin belleğine uğurluyordu Cizre. En önde, altına dört kişi sığmayan bir tabut, içinde otuz beş günlük bir bebek. Ardında on beş tabut daha…

* * *

Anlıyordum. Dün yine öldürülüyordun sen. Yalnızca Türkçe ağıtlar yakabiliyordun ölülerinin ardından. Bugün yine öldürülüyorsun. Lakin Kürtçe ağıtlar yakma özgürlüğün vardı artık. Buna şükretmeni istiyordu zalim.
Hâlbuki tarlalarda, inşaatlarda linç için peşine düşerken kalabalıklar, ağzından kardeşlik lafını eksik etmeyen sendin. 
Dağların yamaçlarında öldürülmüş asker ve polis bedenlerini sırtında taşıyan da sen.
En önde sen koşuyordun canlı kalkan olup girmek için kardeş kavgasının arasına.
Kurşunlara siper ettiğin bedenler senin bedenindi.
İnadına, senin barış feryatların yükseliyordu her ölümün ardından.
Sen ki Anadolu kadını gibi başı dik, sen ki Kürt anası gibi cesaretli, sen ki Türk kadını gibi çilekeş ve emekçiydin.
İşte sokağın ortasında, elinde o beyaz bayrakla ilerlerken görüce seni Anadolu gibi sevdim kadın!
Gördüm ki hep senin çocuklarındı onlar.
Kimi askerdi, vatani görevinde; kiminin derdi vardı, dağda gerillaydı.
Hepsi oğullarındı ama senin, kızlarındı. Dilin nasıl varırdı birine leş, diğerine şehit demeye.
Bu yüzden hep barış istedin ömrünce. 
Hep karşı çıktın ölümlere.
Hep ateşe ve kurşuna kalkan oldun, hep dur dedin zulme ve zalimliğe.
Hiç korkmadın.
Yılmadın.
Bu yüzden seni sevdim kadın!
Seni Mezopotamya gibi sevdim!
Sana inandım.
Çünkü haramiler dadandığında toprağına,  karşısına en önce sen çıktın.
Samistal Yaylası’nda sen yattın dozerlerin ve kepçelerin önüne. 
Trabzon’da HES’e karşı direnen Karaçamlı Fatma’ydın sen.
Aydın’da, incecik bileklerinden kelepçeye vurulan Çineli Gülşen. 
Haksızlığın olduğu her yerdeydin sen; Kobani’de, Suruç’ta, Gezi’deydin. Ateş ve barut kokuları arasında, dilinde barış ve kardeşlik sözcükleri, şimdi Cizre’deydin.
Seni gördüm!
İnce küçük çenenden, kocaman gözlerinden ve mübarek ellerinden tanıdım seni kadın!

Sen oradaydın.
Bakışlarında yılgınlığın, ürkekliğin esamesi yoktu.
Her zamanki gibi korkusuz ve en öndeydin.
Kim bilir kaç evlat vermiştin bu davaya, kaç ömür eskitmiştin.
Bir kentin korku ve ölüm döşenmiş yollarından cesaretle yürüdün.
Bir kez daha barış, senin ellerinde umuda dönüştü.
Cizre’nin sokaklarında biraz daha büyüdü, biraz daha çoğaldı.
Zalimlik kaybetti, sen kazandın!
Ellerinden öperim kadın.
O mübarek ellerinden.

@yusufnazim

11 Eylül 2015 Cuma

Kürt'ün yüreğine zerk edilen acı

Yusuf Nazım
T24/11 Eylül 2015


Şimdi mutlu musun?
Dersini verdin, boyun eğdirdin mi Kürt’e?
Teni esmer, dili kırık diye bir köşede kıstırdın mı?
Türk’ün gücünü göstermiş olmaktan memnun musun?
Çırılçıplak soyup, tekmelerle, sopalarla linç ederek yüzüne tükürdün mü?
Diz çöktürüp yola getirerek kutsalını öptürdün mü?
/*
Öfkeni dindirmiş, rahatlamış olmalısın şimdi.
Milli duygularının eşliğinde bir güzel okşanmış olmalı gururun.
Ülkeyi bölünmekten kıl payı kurtarmış olmalısın.
Ataların gibi güçlü, büyük, haşmetli hissediyor musun kendini?
Belki, damarlarında akan kanın bile, kudretinin şimdi daha da farkındasın.

Hâlbuki daha önce defalarca haddini bildirmiştin ona sen.
1915’lerde başlamıştın işe. Eşit olmamayı makul, çokluğu değersiz, tek olmayı büyüklük olarak görmüştün.  
Ya ölüm düşmüştü Ermeni’nin payına, ya göçertme, ya sürgün.  Tarihin utanç dolu belleğinden izlerini bile özenle silmeye çalışmıştın.
Adlarıysa hep küfürle eşdeğerdi artık senin için.

Ya ecnebiydi adı, ya da karaborsacı Yahudi

1925’de ilkel bir vahşiydi o. Medenileştirip ıslah etmeye kalkışmıştın.
1938’lerdeyse dağlıya, çapulcuya, eşkıyaya çıkartmıştın adını. Köylerini basıp dağlara, ormanlara, derin vadilere püskürtmüştün onu.
Eline geçtiğinde ya kurşuna dizmiş, ya da masraf olmasın diye odunlarla, dipçiklerle kafasını ezerek öldürmüştün.
Kaya kovuklarında kıstırmak, mağaralarda fareler gibi zehirlemek yine senin eserindi.
Kaçtığında belki kurtulmuştu, yakaladığında zincire, prangaya vurmuştun onu.

1956, 6/7 Eylül’ünde nüfus kütüğünde gayrimüslim ya da dönme diye geçiyordu. Gazetelerde ya ecnebiydi adı, ya da karaborsacı Yahudi. Ya toplama kamplarına mahkûm ettin onu, ya da kendi yurdundan sürgün.

1990’larda kendi ülkesinde, hala bir yabancıydı o. Binlerce köyünü yakmış, ocağını, yurdunu söndürmüştün.

2007 Ocak’ında hala fazlalıktı. Bir güvercin ürkekliğindeydi tıpkı. Sokak ortasında ensesinden vurmuş, biraz daha azaltmıştın sayısını.

* * *
Şimdi ben.
Sade bir yurttaşken...
Bütün bunları düşünüyorken;

Peki ya sen!
Evet, ya sen!
Eğer devletsen...
Bu topraklardaki bütün insanların devletiysen...
Gerçekten samimiysen…
Tenine, rengine, diline, kimliğine bakmadan insanlara eşit uzaklıkta olduğunu iddia ediyorsan…

32 Kürt yurttaşı, 1943 Temmuz’unda bir general komutasında kurşuna diziyor, katilin adını hanlara, kışlalara verip ödüllendiriyorsan...
Sivas’ta 33 aydın güpegündüz yakılıyor, faillerini saklıyorsan…
34 Kürt çocuğunu Roboski’de bombalarla parçalara ayırıyor, tek bir sorumluyu dahi yargıya teslim etmiyorsan...
Suruç’ta 34 gencin,  Kobanili çocuklara öyuncak götürürken katledilmesine göz yumuyorsan…
Ve hala yazmıyorsa tarih kitapları bunca suçun adı…

Aydını, yazarı, gazetecisi, bilim insanı; yüzlerce faili meçhul cinayeti on yıllardır aydınlatmıyorsan…
Ortaya çıkarmıyorsan Madımak’ın faillerini...
Amiri, memuru, suç ortağı, yardakçısı belliyken; ihbarcısı, muhbiri, emir vereni, alanı ortadayken Hrant’ın katillerini yakalamıyorsan...
Gezi’de insanların gözlerini oyup, canlarını alan katillerin peşine düşmüyorsan…
Ali İsmail Korkmaz’ı, Ethem Sarısülük’ü pervasızca öldürtüyor, katilini serbest bırakıyorsan…

1 Mayıs 77’nin, Çorum’un, Sivas’ın, Maraş’ın faillerini bulmuyorsan; 1991’de Diyarbakır’ın, 1992 Cizre’nin, 1993’de Digor’un, Lice’nin katliamlarını aydınlatmıyorsan…
2015’in Eylül’ünde Cizre’yi ağır silahlarla kuşatıyor, günlerce ateşe, baruta boğuyor, bir türlü kana doymuyorsan…

Senin hilelerinle çoğalıyor bu karanlık

Her gün dağlarda veya şehirlerde onlarca yurttaşın ölmesine aldırmıyorsan…
Eli palalı, ağzı salyalı güruhlar sokaklarda Kürt avına çıkıyor, evleri yakıyor, binaları yağmalıyor ve sen suçüstü yapmıyorsan…
Yıllardır beslenerek büyütülmüş nefret ölüme ve yıkıma neden oluyor, faillere en ağır cezayı vermiyorsan…
Senin zulmünle, şiddetinle sokaklarda her yaştan çocuklar ölüyor, hiç birinin failini bulmuyorsan…
Ve hala bir türlü vicdana gelip geçmişinle yüzleşmiyor, yanlışlarından dersler çıkarmıyorsan…

En muktedir olanınız “affedersiniz” diye ötekine hakaretler ediyorsa...
Anayasa profesörünüz, “öldüklerinde açıp bakın, hepsi Ermeni’dir” diye kendi gibi olmayanı hor görüyorsa...
Cizre’deki kolluk kuvvetleriniz “Ermeni piçleri” diye anonslar yapıyorsa…
Türk’ün dilinde büyüyen nefret, zehir olup Kürt’ün yüreğini yakıyorsa...

İşte o zaman durup düşünmek gerekir.
Üstelik bir değil, bin defa düşünmek gerekir:

Gücün, iktidarın, yasaların mutlak hâkimi devlet!
O zaman, kusura bakma, suçlu sensin demektir!
Senin hilelerinle çoğalıyor bu karanlık, senin elinle büyüyor demektir bu bozuk düzen.
Başka bir şey anlamam.
Katilleri koruyan, kollayan, aklayan sensin!
Senden olmayana, ötekine beslenen bu linç kültürü senin eserin demektir.
Bu yüzden ne kadar cebberrutsan, o kadar suçlusun!

İşte bu yüzden, Muğla’nın Seydikimer beldesindeki o resimden, Kürt’ün yüreğine zerk edilen acı, benim de yüreğime zerk edilmiş demektir.
Yalnızca benim değil, o resme bakan her insanın vicdanına zerk edilmiş demektir.

Bir Barış Annesi diyor ki:

“bıktım artık barış demekten, ya bu ülkeye barış gelsin, ya da sonuna kadar savaşalım!”

İşte, yazık ki gelinen nokta bu!

* * *

Barış!
Halkın sahip olduğu o büyük silah.
O bile insanların ellerinden, böylece koparılıp alınıyorsa…
Dillerde en çok tekrarlanan bu ince, bu naif, bu kutsal sözcüğün karşılığı, sokaklarda hala aşağılanmaya, küfüre, linçe dönüşüyorsa, belki de, iş işten geçmiş demektir.
O halde yok yere kendimizi kandırmayalım.

Bırakalım barışı, kardeşliği bir yana.
Bu ülke çoktan bölünmüş demektir!

@yusufnazim



5 Eylül 2015 Cumartesi

O çocuğu ben öldürdüm!


Yusuf Nazım
T24 /5 Ağustos 2015

Ey çocuk!
Seni sıcak ocağından, evinden, yurdundan koparan kim?
Kim sürdü seni ıssız çöllerin tozlu tepelerine, şehirleri ayıran dikenli tellerin üzerine?
Kim bıraktı seni uçsuz bucaksız denizlerin kirli koynuna?
Söyle, annen, baban, kardeşlerin nerede, sen nasıl bir yerdesin?

Şimdi sen, sana bayramlarda şekerler yerine bombalar, silahlar gönderen komşu bir ülkenin sahilindesin.
Sana kamyonlar dolusu ölümler bağışlayan bir devletin, turist olmadığın halde, turistik bir beldesindesin.
Yüzmeyi bilmediğin halde çocuk, sanki yüzerek gelmiş gibi, yorulmuş, yüzüstü uzanmış, sanki uyuyor gibi bir haldesin.
Bakma döktükleri gözyaşlarına! Onların gözünde, sahile vurmuş balıklar kadar değerin yok senin!

* * *

Bir Ölü Deniz vardı kıyılarımızda, Bodrum’un biraz ötesimde, Fethiye’de. Boy boy posterleri süslerdi seyahat acentelerinizde. Reklamı olsun, bol bol turist çeksin diye. Şimdi bütün koylar ölü deniz! Şimdi, ölüler denizi bütün Akdeniz, Ege! Öyle bir deniz ki, martılar balıkları, jandarmalar ölü çocukları topluyor koylarında.

Haberin var mı Asya, Avrupa! Suriye’ye götürmek için çırpındığınız özgürlük çoktan ölmüş! Çocuk bedenleriyle vuruyor Bodrum kıyılarına ey Amerika!
Henüz çatlamadıysa eğer ar damarınız, bakın da görün denizin en dibine vuran demokrasinize! Belki bakıp de utanırsınız, kıyılarınıza sürüklenen ölülerin şişmiş cesetlerine. Belki utanırsınız, görüp de beş para etmez demokrasinizin nimetlerine.

Sormayı unuttum; sahi, sizin demokrasinizde bir adı var mıydı, balıklar gibi sahile vurmuş çocuk ölülerinin?
Bakın, özgürlük götürmek istediğiniz insanlar şimdilerde size koşuyorlar akın akın. İçine düştüğünüz şaşkınlık niye? Niye toplantı üstüne toplantı düzenliyor Avrupa Birliğiniz? Nedendir, dikenli tellere, beton duvarlara havale ettiğiniz bu telaş? Her gün, can havliyle demokrasinize koşan insanları, şimdi sürüler halinde gettolara tıkmakla meşgul hükümetleriniz. Niye öyle birden bire panikledi yere göre sığmayan uygarlığınız? Nerede kaldı Birleşmiş Milletler, Helsinki Sözleşmesi, UNICEF’le bezenmiş çağdaşlığınız?

Görüyorum ki, mütemadiyen dolar cinsinden devam ediyor silah pazarlıkları.
Halâ fazla mesaiyle çalışıyor ölüm üreten fabrikalarınız.
Silah satışlarınız, rekor üstüne rekorlar kırmakta, daha çok katlanarak büyüyor ihracatınız.
Bakın, nasıl da ellerini ovuşturarak izliyorlar uzaktan savaş haberlerini silah tüccarları.
Kasaları hala dolmadı mı petrol şirketlerinizin?
Kaç Kürt’ün daha kellesi kesilmeli sizce? Kaç Arap parçalara ayrılmalı bombalarınızla? Kaç Kıpti daha kafesler içinde diri diri yakılmalı? Kaç Êzidi kadının daha eti köle pazarlarında haraç mezat satılmalı?

Bir petrol kuyusu kaç ölüm eder sizce Fransa?

Sonradan öğrendik; meğer bir diyeti varmış Libya’ya götürdüğünüz özgürlüğünüzün sizin.
Kaddafi’nin kellesi için, Libya petrolünün %35 ine anlaşmış bile demokratik ve özgür Fransa!
Şimdi, bir süredir kabile savaşları sürüyor Libya’nın çöllerinde. Çok şükür, Ortaçağdan da geriye, taş devrine doğru süratle yol almakta insanlık.
Bir petrol kuyusu kaç ölüm eder sizce Fransa?
Ölü bir çocuğun bakışları, ne kadar prim kazandırır çalışanlarınıza?
Dolarlarınızın ateşini düşürebilir mi, ıssız bir denizde toplu ölümlere sürüklediğiniz insanlar?
Demokrasiniz, ne kadar da cömertmiş ölülere, ey özgür Amerika!
Umurunda mısınız, derme çatma teknelerle istif istif ölüme giden insanların siz?
Bırakın, hiç değil rahat uyusun ölüler. Demeçlerinizi süslemek için, yok yere harcamayın gözyaşlarınızı basın toplantılarınızda.

Gördüm ki, boy boy sıraya dizilmişti suretleriniz haber ajanslarında. Sitemler yağdırıyordunuz durmadan, bir zamanlar Suriye’yi birlikte fethe çıkmak için kol kola girdiğiniz Avrupalı ortaklarınıza.
Bilmem ki, bildirileriniz nasıl kurtaracak şimdi sizi?
Hangi tanrı bağışlayacak günahlarınızı?
Kimi kandıracak kınama demeçleriniz?
Daha dündü, bir anda nasıl da şaha kalkmıştı, Emevi Camii’nde namaz kılma iştahınız!
Ki o zamanlar, ayakkabı kutularına tomar tomar dolar tıkıştırmayı keşfetmekti en büyük icadınız!
Anlıyorum, öylesine cömert ki sizin tanrınız, elleriniz muktedir değildi saymaya banknotlarınızı. Bir türlü sıfırlayamıyordu kasalarınızı para sayma makineleriniz.
Her ne kadar, henüz icat edilmediyse de günahlarınızı sayacak makineler, çoktan kurulmuştur bile insanlığın vicdanında sırat köprüsü. Her ölen çocuk kadar müebbete mahkumdunuz!

Suçlusun okuryazar insan!
Yılda 25 kitap okuyan Asyalı, 10 kitap okuyan Avrupalı. Okuduğun kitaplarda yazmıyor mu, bir ülkeyi toplu bir kıyıma sürükleyen siyasetin adı?

Kuzey Kutbu’nda üşüyen foklar için ayağa kalkanlar, neredesiniz?
Yolunu kaybetmiş balinalar için projeler üreten büyük insanlık, sen de suçlusun!

Görüyorum ki, sokağa terk edilmiş hayvanlar için pek duyarlısın. Gece yarıları peş peşe tivitler atıyorsun bıkmadan, yorulmadan. Çok görmem! Kuşkusuz, en azından bir insan kadar değeri var sokağa terk edilmiş her köpeğin. İsterim ki, hiç değilse, bir köpek kadar değeri olsun nezdinizde, ölüme terk edilmiş bir çocuğun.

Bu yazıyı okuyan okur, sen de suçlusun!

Bu yazıyı okuyan okur, sen de suçlusun!
Biliyorum, soğumuş her bedeni gördüğünde tüylerin ürperiyor, senin de üşüyor kalbin.
Biliyorum, sorulan her yanıtsız soru karşısında gözlerin önüne düşüyor,  yaşadığın her an’a duyarlısın.
Lakin yetmiyor! Yetmiyor bütün bunlar. Duyarlı olduğun kadar, daha çok ses çıkarmadığın için suçlusun!

Bu yazının sahibi, şu satırları yazan ben!
En çok da ben suçluyum! Yazar olduğum halde, daha çok yazmadığım; daha çok yazsam bile, yazmaktan başka bir çare bulamadığım için suçluyum!
Yazmanın, her derde deva olmadığını bildiğim halde, yine de hala oturup yazdığım için suçluyum!

Suçluyum çocuk!
Senin için taa Amerikalardan, Almanyalardan, Fransalardan getirilen bu zehre karşı duramadığım için.

Suçluyum!
Ülkemin topraklarında boy veren bu zifiri karanlıkta benim çaresizliğim de var.
TIR’lar dolusu ölüm gönderilirken komşumun üzerine, zalimin boğazına sarılmadığım için suçluyum!
Yıllarca, benim tanıklığımda sürdü bu kıyım!
Benim fabrikalarımdan çıktı insanları soluksuz bırakan bu zehir.
Ayetler ve dualar eşliğinde, kara cüppesini giyinerek yağarken insanların üzerine ölüm, elimden bir şey gelmediği için suçluyum!
Onları, kendi yurtlarından sürgün eden o yangında benim de sorumluluğum var.
Benim yollarımdan geçti, çocukları lime lime eden silahlar.
Benim ülkemin işbirliği ile kuruldu, adına demokrasi denilen bu tuzak.

Ölüm karşısında çaresiz kalıp öfkemi, yalnızca sesime ve sözüme verdiğim için suçluyum!
Çünkü yaşlıları, kadınları, çocukları, ıssız bir çölde ölümle baş başa bırakan zulüm, benim muktedirimin eseri.
Benim vergilerimle üretildi çocukları parça parça eden bombalar.
Benim ülkemin marifeti, hemen yanı başımdaki bu cehennem, bu ateş, bu barut ve kan.

Benim sessizliğimde büyüdü bu hileli karanlık

İşte bu gözlerim var ya, bu benim gözlerim şahit oldu, koltuğumda rahat otururken, ölü balıklar misali kumsalda çocukları toplayışlarına insanların.
İşte bu yüzden yaralarını, yaralarıma gömerek çocukların, onlara soluk olamadığım için suçluyum!

Şimdi soruyorum, niye bir çocuğun körpecik bedenine zerk edilen bu acıya, göğsümü siper edemedim?
Kim soktu yüreğime, zalime karşı bu tepkisizliği!
Nasıl oldu da, böylesine acımasızca yağmalandı kentler?
Nereden aldı cesaretini yedi yaşında çocukları öldüren katiller?
Ben varken; insanken, üstelik soluk alıyorken, düşünüyorken, nasıl da kaybetti şirazesini böyle dünya? 
Niye daha çok sesimi çıkarmadım bunca zalimliğe!
Niye sokaklara düşüp avazım çıktığım kadar bağırmadım!
Niye önüme çıkan ilk canlı mahlûkatın yakasına yapışmadım!

Şimdi, fazla lafa hacet yok!
Suçluyum!
Seni, o kan denizinde yalnız bırakan benim, çocuk!
Ben durdum, bu zalimliğin kıyısında, elimden hiç bir şey gelmeksizin bunca zaman.
Suçluyum!
Çünkü benim sessizliğimde büyüdü bu hileli karanlık.
En çok da, belki benim çaresizliğim öldürdü çocukları. 
İşte bu yüzden suçluyum!
Üstelik hafifletici hiçbir sebep yok!
O çocuğu ben öldürdüm!

@yusufnazim