5 Şubat 2015 Perşembe

Seni gördüm!

Yusuf Nazım
T24 /5 Ocak 2015


İşte bir çocuk.
İşte bir ölüm daha!
İşte yine bir çocuk ölümü daha!
Bir çocuk ölümü değil, bir çocuğun bilerek öldürülmesi daha!
Sadece bir çocuk o!
Üstelik henüz 12 yaşında!
Tıpkı sizin gibi; komşunuz, kardeşiniz gibi; belki de çocuğunuz gibi.
Onun da annesi ve babası var; ablası, ağabeyi, dostları; öğretmeni, arkadaşları var.
Belki biraz haylaz, biraz yaramaz; belki taş atıyor, oyun sanıp maske takıyor; belki dili kırık, alnı esmer, belki Kürt, belki değil, belki öz be öz Türk.
Ama çocuk!
Ama henüz küçük!
Ama henüz büyümemiş!

* * *

Nihat Kazanhan.
Öğrenciydi, okuyordu. Karnesini alacaktı, alamadı!
Çocuktu, sokaktaydı. Oyun oynuyordu, oynamaya doyamadı!
Öldürüldü!
Meçhul bir kurşunla öldürüldü!
Cizre'de, sokak ortasında, güpegündüz.
Üzerine gaz sıkıldı; gaz sıkan belli değildi.
Uzun namlulu bir silahla ateş edildi; ne envantere kayıtlıydı, ne de ateş eden belliydi.
Bir kuş gibi vuruldu, çırpındı, yere yığıldı…
Öldürüldü!
Öldüren yine belli değildi.
Tıpkı Cizre'nin diğer çocukları gibi.
Tıpkı ülkenin, başka yerlerinde öldürülen başka çocukları gibi.
Tıpkı Mazlum Akay, Doğan Teyboğa, Umut Furkan Akçil, Ahmet İmre gibi; Enver Turan, Canan Saldık, Birem Basan, Oğuzcan Akyürek gibi…
Tıpkı İzzettin Boz, Mehmet Nuri, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Berkin Elvan gibi…
Adını sayamayacağımız daha nice çocuklar gibi...
Acının dili yoktu, lâkin sızısı çoktu, hepsi de zalimceydi.
Hepsinde kirliydi elleri katillerin, yüzleri gölgedeydi.
Hep muammaydılar, meçhuldü failleri.
Hepsinde saklıydılar.
Hep gizli yürütüldü soruşturmalar...
Ya sürgündü davaları, ya da mahkemelerde devlet sırrı.
Kameralar, ya görmedi yüzünü katillerin, ya da hatırlamadı; hep başka tarafa döndü, bir türlü kaydetmedi eşkâllerini; ya da tümden silindi bellekleri…
Eğriydi terazisi adaletin, hep onlardan yanaydı.
Ya yüce yargının kollarına sığındılar, ya da komisyonlarda, alt komisyonlarda aklandılar.

* * *

Sen kimdin?
Tanımıyordum.
Bazen görür gibi olsam da puslu bir sokakta suretini, çıkaramıyordum.
Ama hep hissediyordum seni, vardın!
Soğuk nefesini duyuyordum.
Derin ve sağlam köklerin vardı senin, biliyordum.
Karanlık, izbe bir sokaktaymış gibi sinsi gözlerle bakıyordun. 
Ülkeme giydirilmiş, kanlı bir giysiydin sen, bir türlü çıkarıp atamadığımız.
Kanunların, mahkemelerin vardı senin; bir de mülkün temeli olan adaletin.
Oysaki hep eğriydi terazisi adaletinin.
Büyüktün, güçlüydün, kudretliydin.
İtaat etmeyenin üzerinde sınırsız bir şiddet, tek tip olmayana karşı nefrettin.
Hep kandın, kanlıydın, donanımlıydın.
Kürdün toprağında ya dağlara yazılmış “vatan”, ya dikenli tel, ya da duvardın; mayındın, karakoldun, kalekoldun.
Tankların ve uçakların vardı senin; ateş ve zehir kusan silahların, insansız havalanan araçların.
Nereye gitsek senin kokun duyuluyordu, korkunç ve iri gözlerin, karanlık bakışların vardı; her şeyi duyan hassas kulakların…

Seni neyle kıyaslasam, nasıl anlatsam ki şimdi?
Öylesine ceberrut, öylesine acımasızdın; darbeler yapar, silah zoruyla kanunlar çıkarırdın.
Güçten ve kudretten öylesine gözü dönmüş, öylesine sarhoş ve şımarıktın.
Kürt’le, “kırt” diye alay eder, ecnebiyi “huzur bozan” diye kovar, beslemek istemediğinde insanları ipe çekerdin; döver, sakat bırakır, işkence ederdin.
Sen nasıl bir şeydin böyle?
Korkunçtun, acımasızdın, kirliydin.
Kimse göremezdi yüzünü, hep karanlık ve gölgedeydin.
Hep yüksek perdeden, öylesine gür çıkardı ki sesin; hep buz gibiydi, ensemizde ölüm gibi soğuktu nefesin.
Her an canını yakmaya hazır gibiydin, sana biat etmeyen herkesin. 

Seni anlamak niye böyle zordu?
Nasıl böyle gözü dönmüş, böyle kalbi kara, nasıl böyle çirkeftin!

* * *

Ekonomi senin elinden devşirilirdi daima, piyasaları sen yapardın.
Ticarette tefeci, borsada vurguncu, ekmeğimize gizliden gizliye yapılan zamdın.
Ya doğrudan doğruya hırsız, ya dolaylı talancı, ya da hep hırsızdan yanaydın.
Yer altında ölüm, toplu sözleşmelerde taraf, bütün grevlerde yasaktın.
Kentsel yenileşme adı altında, nasıl da inceden inceye bir kurnazlıktın sen; insan sağlığı üzerinden pazarlık, taşeron sisteminde kan emici tuzaktın.
Hep varsılın tarafında, mülk sahibine yakın, kudretli olandan yanaydın.
Oldun olası hep işçiye, emekçiye ve öğrenciye uzaktın.
Bankalarda faizci, komisyonlarda yandaş, ihalede fesattın.
Emeğin üzerinde vergi, tüccarın elinde komisyon, ücretten kesintiydin sen.
Sen her yerdeydin, her şeydeydin, hep üzerimizdeydin.
Dairede yönetici, yönetimde bürokrasi, Mecliste siyasettin.
Görünürde katıksız bir demokrasi  vardı; sözde özgürlüklerden, en çok da insan aklarından yanaydın.

Yurdum insanı için açlık sınırında bir yaşam, vekili için kıyak emeklilik, "milletin bekası" için örtülü ödenektin.
Lakin boyun eğmeyen için sürgün, karakolda işkence, sokakta cinayettin.

Daha ne sayayım senin için, ne söyleyeyim?
Kupon arazilerde rant, çikolata kutularında ticaret, kasa kasa dolar, külçe külçe altındın.
Yalanda, dolanda, talanda üstüne yoktu senin, ustaydın. Her şeye hâkimdin; müfettiştin, avukattın, savcıydın; müsteşardın, bakandın.
Sen ki bankada genel müdür, yüksek makamlarda danışman, yönetim kurullarında idareci, köylüye karşı daima tefeciydin.
HES’lerin, kanalların, köprülerin vardı senin, hep rüşvetle, yolsuzlukla anılırdı adın.
Peki ya vicdanın, insafın? Bilirdik vicdanın yoktu, lakin insafın da kurumuştu.
Köylünün karşısında tam tekmil hazırdın; polisi, jopu, jandarması; ÇED raporu, TOMA’sı, kalkanı ve gaz bombası…
İşte böylesine güçlü, böylesine muktedirdin.
Taşını, toprağını, suyunu savunanları; kadınını, kızını, gelinini; 70’lik ninesini ıssız dağ başında kıstırır, amansız gaza boğar, kılıç kalkan vadinin dibine püskürtürdün.
Çünkü karakolun ve askerin, türlü türlü silahların vardı senin!
Yetmezse eğer avukatların, raporların, komisyonların; mahkemelerin ve kanunların vardı.
Nasıl da kanlı bir tünele benziyordu geçmişin, nasıl da karanlıktı!
Nerden almıştın bu gücü, nasıl böyle cüretkârdın!

Eskileri geçtim, daha 1 Mayıs 77’den hatırlıyorum seni.
Taksim Meydanı’nda ne büyük bir provokasyondun!
Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’da korkunç bir katliamdın!
Yoktun ama korkulurdun; meşhurdun fakat ortalıkta olmazdın; meçhuldün, aslında bilinirdin.
Gencecik delikanlıların boğazında yağlı kalın bir ilmektin; çocuk bedenlerinde mermi, sana karşı koyanın ciğerlerinde zehirdin. 
Senden olmayanı sürgünlere gönderir, zindanlarda çürütürdün; iz sürer, bastırır, dağ başında öldürür, deniz ortasında boğardın.

Seni hak etmiş miydik biz zalim?
Hak etmiş miydi seni ülkem; toprağım, insanım, yurdum?
Sen nasıl bir zulümdün böyle? Söyle, nereden bulaşmıştın? Bunca yıl ne yapmıştın? Geleceğimize nasıl kıymıştın?
Nasıl bir ateştin sen?
Aydınımı, yazarımı, sanatçımı Madımak’ta cayır cayır yakmış, Roboski’de Kürdün üzerine, nasıl böyle bomba olup yağmıştın!

Söyle, şimdi sana nasıl inanayım?
Söyle neyimsin benim? Seni nasıl tarif edeyim?
Hep yalandı söylediklerin; hep hileydi, kurnazlıktı kalbinde beslediklerin, hep düzmeceydi yaptıkların.
Hep karşısında olmuştun ötekinin; yoksulun, yoksunun, yalnızın ve dışlanmışın.
Hep yok saymıştın başkasını; hep küçük görmüş, aşağılamıştın.
Neye benziyordun sen?
Nasıl bir akıldın, ne biçim bir ruhtun, nasıl bir duyguydun?
Kürt’ün dilinde kilit, Rum’un ayağında pranga, Ermeni’nin sırtında kurşundun.

* * *

Seni gördüm!
Sen hep oradaydın!
Fısıldayan sesinden, karanlıktaki suretinden, o kirli ayak izinden teşhis ettim seni!
Çelik bir zırha bürünmüş, demirden bir ata binmiştin.
Üstelik zehir kokuyordu nefesin.
Korkmuş, çürümüş, eskimiştin.
Seni tanıdım!
Sen devlettin!
Sen kaybettin!


http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/seni-gordum,11195

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com