2 Eylül 2012 Pazar

Arsız bir ölümün kare kare anatomisi


Yusuf Nazım
Evrensel/ 2 Eylül 2012
 
12 ağustos 2012. Günlerden Pazartesi, saat 15.00 suları. İzmir’in Karabağlar semti, Limontepe Mahallesi’nde sivil bir araçla bir polis otosunun karıştığı basit bir trafik kazası yaşanır. Polisin, kazaya karışan sivilleri, elindeki telsizle darp etmesi üzerine tartışma başlar ve olay küçük bir kağıt parçası üzerine düşülecek basit bir ceza olmaktan çıkar. Polislerden biri, Erhan Barlak ve Faruk Karhan’ı güpegündüz silahla yaralar. Giderek büyüyen arbedede aynı polis, bu sefer Emrah Barlak’ı göğsünden ve bacağından vurarak öldürür. O sırada yoldan geçmekte olan başka bir kişi ise yaralanır. Olay sonrasında, polislerin ekip arkadaşları tarafından mermi çekirdekleri kaybedilmeye çalışılır. Yaşanan olay, tesadüfen orada bulunan bir kişinin cep telefonu ile baştan sona kaydedilmiştir. Bu yazı, cep telefonuyla kaydedilmiş bir ölümün kare kare incelenmesinden ibarettir.


Tahammül sınırlarını zorlayan bir sıcak, İzmir’in sokaklarını kavurmaktadır. Ege’nin meltemi, şehrin üzerine cehennemi bir şemsiye gibi çöken güneşin yakıcı ışıkları karşısında çaresizdir. Karabağlar semti, her zamanki öğleden sonrası mahmurluğuyla için için kıpırdamakta. Limontepe sakinleri, sıradan ve basit bir trafik kazasının olağan sonuçlarını izlemek üzere toplanmışlar. Ekrana gelmeyen görüntülerde, hararetle başlayan bir tartışma, hızla çoğalan, mavisi bol, laciverdi bir kalabalık, ardından geliyorum diyen belanın habercisi bir kıvılcım; başları telsizle darp edilmiş insanlar, 3-4 el silah sesi, iki yaralı genç, büyüyen bir arbede…

Birinci karede masmavi bir gök, sıcak asfalt, yerde bir sandalye... Havada, soğukkanlı bir ölüm asılı; kimse farkında değil, hiç kimse bilmiyor, kimse görmüyor. Eski İzmir semtinin sükûn içinde dükkânlarından eser yok; önlerinde kaygılı bakışlarıyla bekleyen bir kalabalık…

Yavaştan bir kıraathane giriyor ikinci kareye, yarım gözüküyor tabelası… Cadde ortasında, şaşkın bir kalabalık dalgalanıyor; insanlar öfkeli, sağa sola koşturmada; bir hengame, bağrışma ve çağrışma sesleri duyuluyor.

Üçüncü karede, minik objektifiyle bir kamera kayıtta, birazdan olacaklara tanıklık ediyor. Yolun karşısında, tedirgin balkonuyla üç katlı bina ürkek ürkek bakıyor. İki endişeli yüz, endişeli siluet; bakışlarında merak, yüzlerinde korku, izliyorlar.

Dördüncü kare, sanki polis ablukasında; ortada kırmızı şortlu genç bir delikanlı, ayağından yaralı; belki yeni terlemiş bıyıkları, belki biraz daha genç, biraz da heyecanlı. Havada barut kokusu, kan kokusu…

Beşinci kareye üç polis ve üç genç delikanlı birden seğirtiyor. Üç öfkeli adam, ikisi biraz önce yaralanmış; üçüncüsü süratle eğiliyor, yüzünde hiddetli bir çaresizlik, yan yatmış, sıcak asfalta sandalyeye doğru hamlesini yapıyor. Diğerleri, telaşla ona doğru koşmakta; sanki engel olmaya çalışıyor gibi vaziyetleri. Polislerden biri arkasını dönerek, oracıkta mevzisini alıyor. Bir diğeri, hasmıyla arasına emniyetli bir mesafe bırakma telaşında, pür dikkat izlemede; belli ki, biraz daha orantılı güç kullanmak heveslisi. Biber gazının mandalına basmak için hazır, nasıl da tetikte bekliyor parmakları. Gücü, üniformasında saklı; süratli bir hareket, önemli bir cesaret gösterisi, beylik tabancasına doğru devleti temsilen büyük bir cüretle gidiyor eli.

Altıncı karede bir adam; yirmili yaşlarında, yağız mı yağız delikanlı; adı Emrah, şivesi doğulu, kimliği Kürt olmalı. İki arkadaşı birden koşuyor, sabırsız bir cellat gibi geçiyor zaman, “dur” deyip sanki o anı durdurmak, öfkeyle kalkan sandalyeyi, çekip elinden indirmek istiyor. Emrah’ın avucunda sandalye, polisin elinde silah ve ölçülü bir orantıyla göğsüne doğru nişan!..

Arsız bir ölümün ıslak yapışkanlığıdır sonraki kareyi önemli kılan. Gömleği gök mavisi, pantolonu lacivert; sokak ortasında pusmuş en çirkin suretiyle bir ölüm…

Sanki bir sokak tiyatrosu, bir sinema perdesi; sıra sıra izleyenler, başları arkadan görünüyor, enseleri siyah. Beride yedi izleyici, kaldırımda üç, ötede iki daha, fazlası da var..

Sekizinci karede bir patlama, bir duman! Havada bir vızıltı, kurşun sesi; saniyelere sığmıyor, mili saniyelerle geçiyor, bir ateş kütlesine dönüyor zaman. Burgu burgu ilerliyor; çoğalıyor, ilerliyor, deliyor. Bir polis, omuz hizasından tutmuş silahını; “gezden, gözden, arpacıktan” diyor, elinde silahıyla poz veriyor, duruyor.

Dokuzuncu karede, saniyeler apansız çözülüyor. Havada bir alev topu, islim islim barut, kurşun kuşun mermi; birden bire Emrah’ın sımsıcak etiyle buluşuyor. Havada taze kan kokusu, barut, duman birbirine karışıyor. Kalbinde külçe gibi bir ağırlık; ateş, demir, kurşun; göğsünde bir yara, kanıyor…

Onuncu karede bir panik, korkuyla sallanıyor kamera. Yağız delikanlı derinden sarsılıyor. Kolları bir yana, başı bir yana savruluyor. Karşıda, üç katlı binanın önünde, kalabalık bir seyirci topluluğu daha. Emrah, şöyle bir sendeliyor; içi pare pare, yüzünde bir bilmece… Sağ tarafta bir polis, biber gazının mandalına asılmış, yaralı gencin gözlerine gözlerine sıkıyor. Arkada üç polisin sureti, başka bir izleyici grup daha görünüyor.

On birinci karede zaman bir kez daha insafsızca çözülüyor; bir patlama, bir patlama, bir patlama sesi daha duyuluyor. Sokak ortasında genç bir adam, yüzünde bir şaşkınlık, çözülmesi güç bilmece; şöyle bir sarsılıyor kolları, önce kalkıyor havaya, bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha sarsılıyor, sendeliyor, düşüyor.

On ikinci kareye, başka bir güvenlik görevlisi daha koşuyor; şaşkınlıkla sendeleyen Emrah’ın ensesinden kapıyor; çeviriyor, örseliyor, sarsıyor.

On üçüncü karede, devletin silah tutan eli bir kez daha görünüyor. Görev tamamlanmış gibi kalçasının hizasına iniyor, lacivert pantolonun üzerinden silahının duman tüten namlusuna eğilerek bakıyor, umursamaz bir aymazlık içinde dönüp arkasını gidiyor.

On dördüncü karede İzmir’in konakları şaşkın! Eskipazar semti suskun. Cadde ortasında genç bir adam; ömrünün baharında, henüz yaşanmamış kim bilir ne hayaller besteliyor. Sol eliyle göğsündeki yangını bastırmaya çalışıyor, bir kaç adım daha geri geri sendeliyor, gidiyor…

On beşinci karedeki genç, elleri başında koşuyor. Polis önlemini almış, güvenlik tam tekmil, dört yan kuşatmada. Orta yerde bir arbede, koşup ağlayanlar, havada insan, havada çocuk, havada ölüm çığlıkları…

On altıncı kareye diğer bir kolluk görevlisi aceleyle giriyor. Belli ki, o da meslek aşkıyla dolu, durumdan vazife çıkarmaya niyetli; sırtını duvara yaslamış, sanki bir silahşor ya da sahte bir kovboy edasında. Bakışları, “sırada kim var” dercesine küstahça. Birini daha yere indirmeye hazır, silahının soğuk kabzasıyla çoktan buluşmuş da teni, tereddütsüz sıkmak için tetikte bekliyor eli.

On yedinci karede ellerinde telsizleri polislerin car car bağırıyor; ekipler beklemede, sesler boğum boğum, sirenler kulakları tırmalıyor. Henüz hayallere doyamamış Emrah’ın ateşler içinde yanan bedeni, kirli asfalta düşmüş, sereserpe yatıyor. Baş ucundan üç genç, üç divane çocuk, üç yağız delikanlı; feryat figan elleriyle başlarını dövüyor; iki polis aracının arasında sinsi bir ölümün sureti parça parça bölünüyor, akıyor. 

Kirli bir karanlık basmış on sekizinci kareyi, yavaş yavaş Emrah’ı can çekişen bedenini kuşatıyor, sarıyor. Oluk oluk boşalıyor kan, gözleri kararıyor, benzi sararıyor, teni soluyor. Arsız bir ölümün soğuktan buza kesmiş nefesi, genç adamın damarlarına ağır ağır doluyor. 

On dokuzuncu karede, Kahveler Durağı, 3820 Sokağın sakinleri, soğuk yüzlü bu ölümün zifirden sureti karşısında, taşlaşmış anıtlaşmış gibi duruyor.

Yirminci karede, ekran yavaş yavaş kararıyor, zaman dona kesiyor, gölgeler siliniyor, sesler yitiyor.
Sonraki karede, ölüme batmış ağılı bir sessizliğin küf kokulu sesi duyuluyor.

Yirmibirinci kare; buzlaşmış cümle görüntüler, matlaşmış, flûlaşmış gibi; Merkez Kıraathanesi şaşkın; kaldırımda çatık kaşlı kalabalık, ürkek balkonuyla üç katlı bina, telaş içinde sağa sola koşturan bir çocuk; havada kurşun sesleri, siren sesleri, kanlı üniformaları içinde kaybolmuş polisler; Eskipazar Semtinde damarları kir tutmuş bir devletin sureti çürüyor.

Yirmi ikinci karede Emrah, yirmi üçüncü karede devlet, yirmi dördüncü karede ben, ölüyorum… 

Yusuf Nazım
yusuf.nazim1@gmail.com
Twitter : @yusufnazim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com