13 Mart 2012 Salı

Yağmuru Bile : Suyumuzun Son Damlasına Kadar

Yağmuru Bile (Even The Rain, 2010)
Yusuf Nazım
Evrensel Gazetesi / 27 Temmuz 2011

Sonunda gittim!..

Evet evet, sonunda gittim!..

Gazetenin Kültür sayfasında okumuş ve o gün vermiştim kararımı; Bu filme mutlaka gitmeliydim!

Ve nihayet "Yağmuru Bile" isimli filme gittim!..

"Yağmuru Bile", 500 yıl öncesinin, kendine yeni sömürgeler arayan "ortaçağ uygarlarının", Kristof Kolomb'un seferiyle birlikte keşfettikleri Amerika kıtasında, "uygar olmayan yerliler" üzerinden daha çok altına, köleye ve zenginliğe sahip olmalarının hikayesi.. İşte bu hikayeyi anlatan tarihi bir film yapmak üzere Bolivya'ya giden bir İspanyol sinema ekibi.. Bu ekibin çekimler sırasında kendisini, birden bire Bolivya'da yaşanan su problemi ve insanların suya sahip olma kavgasının tam ortasında bulmaları; sıradan bir figüran üzerinden, ülkedeki suyun özelleştirilmesi sürecinde, susuzlukla mücadele eden yoksullara, ödeyemeyecekleri kadar fatura çıkaran yağmacı su şirketinin çıkarları gereği, halkın kuyu açmasını, hatta yağmur suyu biriktirmesini bile yasaklayan egemen güçler ile bu güçlere karşı Bolivya halkının verdiği kıran kırana bir mücadele…

Kocaman sinema salonunun en arka sıralarına oturarak, ara bile verdirmeden izledik filmi.. Kah gerilerek, kah kendimizi filmin içine sokulmuş gibi hissederek, kah da hiç alışık olmadığımız üzere göz yaşlarımızı zoraki zapt ederek... 500 yıl öncesinin, büyük kıtanın keşfiyle başlayan ve daha fazla altın için insana, doğaya, el değmemişliğe ve saflığa karşı yapılan yağma ve kıyımın, yüzlerce yıl sonra aynı vahşilik ve barbarlıkla, suyun özelleştirilmesi ve talanı üzerinden yapılmak istenmesinin yürekleri parça parça eden hikayesi...

Çokça ödül almış bir film; güçlü senaryosu, müthiş kurgusu, olağanüstü sahneleri, etkileyici müziği ve çok iyi seçilmiş karakterleriyle tartışmasız belleklerde iz bırakacak bir film! Karakterlerin filmle olan olağanüstü bütünleşmeleri unutulmayacak türden...

Suyun son damlasına kadar bir savaş!

Yağmuru Bile, film içinde bir film. Adeta iki filmi birden izliyorsunuz; 500 yıl öncesinin Amerika Kıtasının keşfini canlandıran sahnelerin kurgusu mükemmel. Filmi izlerken çok eskilere gidiyor, 500 yıl önceki beyaz insanın Amerika kıtasına götürdüğü "uygarlık virüsüne" tanık oluyorsunuz.. Kölelikten kaçan yerlilerden yaşlı bir kadının takatinin kesilerek yere çökmesi ve kendini bilgece ölüme hazırlamasına tanık oluyorsunuz; sömürgeci askerler ve onların avcı köpeklerinin sessizce ölümü bekleyen kadına değil, adeta sinema perdesini yırtarak üzerinize atlamasına… Senaryoyu elindeki kitaptan okuyan yönetmen asistanının irkilerek kendine gelmesine; kucaklarındaki bebekleri, yırtıcı köpeklerin dişleri arasında  vahşice parçalanması yerine, suya girerek çocuklarını boğmayı öngören sahneyi canlandıracak Bolivyalı figüran kadınların bu sahneyi oynamayı reddetmelerine tanık oluyoruz... Birden beş yüz yıl öncesinden sıyrılıp bugüne, Bolivya sokaklarına dönüyoruz; Beş yüz yıl öncesinin kölelerine önderlik eden ilkel ama başı dik yerliyi oynayan figüranı, bu sefer gerçek hayatında Bolivya sokaklarında yağmacı su şirketi ve onların egemenlerine karşı mücadele veren Daniel olarak görüyoruz. O, Bolivya halkıyla birlikte suyun son damlasına kadar verilen bir kavganın sıradan ama baş aktörlerinden biri...

Film ileri ve geri sarışlarla devam ediyor; iki filmin yüreğimi yakıp tutuşturan burgacı arasında oturduğum yerde kıvranıyor, bir o yana, bir bu yana dönüyorum.. Aklıma Madran Dağı'ndaki meralarını RES santralinin yıkıcı etkisinden korumak ve doğal sularına sahip çıkmak için sekiz aydır mücadele veren Aydın'ın Çine ilçesinin İbrahim Kavağı köylüleri geliyor; Köydeki şalvarlı kadınların aylar süren direnişi ve sonunda kelepçeye vurularak götürülmeleri... Daniel'in kızını görüyorum ekranda, "yağmuru bile alıyorlar elimizden" diye haykırıyor!.. Artvin'in Arhavi ilçesinden Kapisre, Sevail ve Üç Irmak Dereleri geliyor gözlerimin önüne; derelerinin suyuna sahip çıkmak için direnen Ulukent ve Balıklı köylüleri.. 500 yıl öncesinin sömürgecilerinin, altın getirmekle mükellef 14 yaşından büyük yerlilere ibret olsun diye diri diri yaktıkları direnişçi yerlileri görüyorum sinema perdesinde.. İşletme halindeki 187 ve inşa halindeki 145 HES geliyor aklıma, proje aşamasındaki 1576 civarındaki HES; Fırtına Deresi, Munzur ve Salarha Vadisi, İspir Yaylaları, Tortum Şelaleleri, Loç Vadisi ve buraları korumak için omuz omuza veren kadınlı erkekli köylüler geliyor gözlerimin önüne...

Yoksa ıskaladınız mı siz de hayatı tam orta yerinde istanbul'un..

Su hayattır mücadelesini bu kadar çarpıcı ve dramatik olarak verebilecek hiç bir eğitim ve ajitasyon aracı aklıma gelmiyor! Ne eğitim çalışmaları, ne bilgilendirme konferansları, ne de gazete ve televizyon haberleri... Suyun özelleştirilmesine karşı verilecek mücadelede, bütün araçları, yol ve yöntemleri bir yana bırakalım; "Yağmuru Bile" filmini insanlara izletelim; şehir şehir, belde belde, köy köy dolaşıp bu filmi seyretmelerini sağlayalım! En etkili iletişim aracından bile çok daha etkili olacaktır sanıyorum.. Su mücadelesinin öncü güçleri; suyun özelleştirilmesine karşı mücadele bayrağını taşıyan sivil toplum örgütleri, organizasyonlar, platformlar, birlikler; çevre dernekleri, doğa koruma birlikleri; Derelerin  Kardeşliği Platformu, Alternatif Su Formu Üyeleri, Dereleri Koruma Platformu, Suyun özelleştirilmesine karşı bütün diğer kurumlar; Su Politik bileşenleri, Egeçep'ler ve başka diğerleri! Haydi el ele verin ve "su hayattır" mücadelesinde, sonunda "Yağmuru Bile" insanlığa çok görecek kapitalizmin talancı güçlerine karşı bu sinema filmini izleyelim, izletelim!...

Sinema, sanat, kitap, kültür ve edebiyat hakkında ne zaman Evrensel Gazetesi'nin Kültür-Sanat sayfasını okusam mutlaka kayda değer ve iz bırakan bir haberle ayrılırım. Geçtiğimiz hafta da öyle oldu; gazetenin Kültür sayfasında sevgili Çağdaş Günerbüyük'ün sinema yorumlarında, "yine izleyici kitlesiyle buluşamayacak bir film" dediğini okuduğumda, "işte yine bana göre bir film diye" ilk önyargımı koydum.

Filme gittim. Sonraki yorumlarıyla "mutlaka gitmeliyim" diye not aldığım film 15 milyonluk İstanbul şehrinde sadece iki sinema salonunda vizyona girmişti.

Biz 90 kişilik sinema salonunda, yanımda sevgili dostum Şenol'la birlikte sadece iki kişi olarak izledik filmi... Aynı saatlerde Beyoğlu'ndaki salon biraz daha umut vericiydi; burada 6 kişi izlemişti filmi..

Ya siz? Bu satırların değerli okuru, acaba izlediniz mi bu değerli filmi? Yoksa ıskaladınız mı hayatı tam orta yerinde İstanbul'un…
Yusuf Nazım

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com