16 Mart 2012 Cuma

Allah’ım, beni daha iyi bir hapishaneye yolla!

Yusuf Nazım
Radikal / 16 Mart 2012


Allah’ım beni daha iyi bir hapishaneye yolla

Ülkenin, 12 Eylül’ün zifiri karanlığına boğulduğu 1980’li yıllar. Yılmaz Güney tarafından çekilen Duvar filmindeki sübyan koğuşunun çocuklarının Tanrı’ya yakarışıdır bu.

Türkiye’nin kocaman ve dikenli bir hapishaneye benzediği 12 Eylül faşizminin karanlık yılları. Yılmaz Güney cezaevindedir. O, ülkesine olan borcunu sanatıyla ve mücadelesiyle ödemek için her iki cezaevinden de kaçar… Hayatının geri kalanını, kansere yenik düşeceği 1984 yılına kadar ülkesinin aydınlık bir geleceğe kavuşması için mücadeleye adar.

Yılmaz Güney, ölmeden önce Fransa’da çektiği son filmi Duvar’da, 4. koğuşun çocuklarını anlatır.

Cezaevinde, Dördüncü Koğuşun çocuklarının bir köle sefaletine benzeyen hayatları vardır filmde; baskıyla, şiddetle, dayakla eşdeğer hayatları. Çocuklar, cezaevinin bütün angarya işlerini yapmakla mükelleftirler; mutfak işleri, tuvalet temizliği, kömür çekme, çöp dökme onların eline bakar. Kısaca, bir çocuk bedeninin görebileceği her türlü kötülük vardır burada. Bir de onları, geceleri yataklarından alıp tenha bir köşeye götürülmeye hazır korkuları vardır çocukların. Karşı duramazlar, ses edemezler… Çünkü orası Dördüncü Koğuştur, camı kırıktır, katili ve hırsızı vardır, ispiyoncusu vardır… Ülkenin, 12 Eylül’ün çürümüş karanlığıyla kirletilmiş kötücül ruhu vardır filmde.

Bir de umutları vardır çocukların, özlemleri, düşleri... İnanırlar ki, yeni ayı ilk gördüklerinde dua eder ve bir dilek tutarlarsa, Tanrı bu dileği yerine getirecektir. Bu yüzden, Dördüncü Koğuşun penceresinin mazgal demirleri arasından ayın yeni suretini her gördüklerinde; Şaban’ın, Şişko’nun ve diğerlerinin elleri açılarak Tanrı’ya doğru uzanır. Hepsi tek bir dilekte bulunurlar:

“Allah’ım, beni daha iyi bir hapishaneye yolla.”

Yılmaz Güney’in daha önce aldığı çok sayıda ödülün ardından, cezaevindeyken çektiği ve kurgusunu yeniden yaparak Altın Palmiye kazandığı Yol filminin ardından çektiği son filmdir Duvar. Güney, Avrupa’nın insanı kolay hazmedebilsin diye filmde, gerçeği olabildiğince yumuşatmıştır…

Avrupalı film eleştirmenleri, filmi abartılı bulur ve “gerçek bu kadar incitici olamaz derler..”

Gerçek, başkalarının hayal edemeyeceği kadar inciticidir bazen

Oysa ki Avrupalı eleştirmenleri yanılmışlardır; gerçek onların tahmin edemeyeceği kadar kurgudan uzak ve onların hayal dünyasını zorlayacak kadar inciticidir.

2012 yılının Şubat ayında, Pozantı’nın taş atan çocuklarının tüyler ürperten sessiz çığlıkları yankılanır dört bir yanda. Gerçek, dört duvar arasında saklandığı, izbe karanlık dehlizlerin vicdanları kanatan bataklığından sıyrılarak çırılçıplak çıkagelir.

Ülkenin, 12 Eylül karanlığı tarafından kirletilen vicdanı, kendine yeni mecralar bularak, çeyrek asırdan daha uzun bir sonra yeni bir düzende, yeni bir sistemde ve yeni iktidar sahiplerinin elleriyle bir kez daha kirletilir. Bir zamanlar, diline ve etnik kimliğine bakmaksızın çocuk bedenlere akan kötülük, bu sefer sadece Kürt olan çocukların sıcak bedenlerine akar.


Onlar, bu ülkenin yaralı bir coğrafyasının taş atan çocuklarıdır. Yaralı bir coğrafyanın yürekleri pare pare çocukları… Kimi okulundan kaçmış, kimi tornacı dükkânından… Ellerinde çelik çomak yok, top oynamıyorlar, luna parka da gitmiyorlar. Ne dönme dolap var hayatlarında onların, ne de çarpışan otolar.

Karşılarında kolluk kuvvetleri, zırhlı araçlar, gaz bombaları, sirenler… Onlar mütemadiyen taş atıyorlar. Karşılığında, ya bir mermi girecek bedenlerine, ya da göz yaşartıcı bir bombayla serilecekler yere. Eline düşerseler eğer devletin, hemen oracıkta kolu bükülecek ya da taş atan elleri çatır çutur kırılacak. Böyle gösterecek devlet büyüklüğünü. Yakalandıklarında, ücra bir cezaeviyse eğer, niye taş attıkları belli olsun diye götürüldükleri bu yer, kirli duvarlarından hiç beklenmedik başka bir kötülük daha bulaşacak demektir bedenlerine.

Kanla, zehirle ve nefretle beslenmiş bir sistemin adıdır artık bu geride kalan. Ve içinde tutuldukları hücrelerin, bu ölümden beter kötülük sinmiş duvarlarından, bir başka nefretin daha adı kazınacak demektir kendi masum hücrelerinin belleğine.

Oysa ki biz biliyoruz; onların korkuya bulanmış gözlerindeki acıyı resmedecek makineler henüz üretilmedi. Körpecik bedenleri üzerine akıtılan kötülüğün, küçücük dünyalarında yarattığı depremi ölçmekten daha çok uzakta üniversiteler. Sosyal antropoloji, toplumsal hareketlerde etkili vurma teknikleri öğretiyor kolluk kuvvetlerine. Aksini yapan öğretim üyesi terörist denilerek içeri tıkılıyor. Haberi yapan muhabir ise ülkeyi bölmekten yargılanıyor.

Belli ki, çocukları taş atmaya iten nedenler bir süre daha muamma olarak kalacak. Psikoloji ise, yalnızca, bedenleri arızaya uğratılmış çocukların yaşadığı travmalar için var olacak.

Peki, ekmeği ve dili elinden alınmış çocukların çaresiz gözlerine kim bakacak? Kim, hangi soruları görecek o bakışlarda, kim, hangi yanıtları verecek bu sorulara? Hayatları, kandan ve nefretten ibaret çocukların yüreklerindeki sessiz çığlıkları hangi bilimin ışığı çözecek? Hangi matematik hesaplayacak, onların hayatlarından akan yoksulluğun şiddetini? Hangi marka tablet bilgisayar öğretecek çocuklara, artık unutulmaya yüz tutmuş, kırık dökük, güçlükle konuşabildikleri, medeniyet dışı kalmış dillerini?

Iphonelarla ölçülen gelişmişlik endeksi neye yarar? Kontur sayısıyla hesaplanan özgürlük kimin için? Senozlu köylünün deresi HES’lere kurban ediliyor, toprağın bağrından kopartılan su şimdi borularda hapis, hiç ara vermeden borularla 64 km denize kadar gidiyor! Kimin için üretilmiş bu büyük teknoloji!.. Cam kırıp kışı kodeste geçirmek isteyen çocukların mobesa kameralarından anında merkeze aktarılıyor görüntüsü. Fabrikalarda işe geç gelenlerin kayıp zamanları saniyeler mertebesinde ölçülerek, bordrolarından düşülüyor. Bir uzmanlar ve danışmanlar ordusu çalışıyor harıl harıl; hatalı ilaç reçetelerinden yapılacak kesintileri hesaplıyorlar…

Pozantı’da taş atan çocukların, dört duvar arasına hapsedilmiş eti kanıyor. Köprüler inşa ediliyor, üstelik kıtalararası; tüp geçitler, otoyollar, kuleler… İnsanlara, özel hayat bırakmayan bu hileli karanlık da neyin nesi? İnsanlık vicdanı kirleten bu günah kimin eseri? Oysa ki çocuk bedenlerin ruhuna zerk edilen acıdan hala haber yok!

Bu filmin gerçeğini gördük biz

Duvar filmindeki çocuklar, hayatlarına dört duvar arasında zerk edilmiş kötülüğe daha fazla dayanamayıp, küçücük bedenlerini isyana yatırarak karşılık verirler. Bu, onlar için Dördüncü Koğuşun cehenneminden kurtulmak ve daha iyi bir hapishaneye gitmek için bir umut demektir…

Bu filmi, o yıllarda ve sonrasında bize göstermediler. Sakladılar, yasakladılar. Oysa ki hayat onu bizden saklayamadı. Biz bu filmin gerçeğini şimdi Pozantı’da gördük.

Gördük ki, her devrin Caferleri değişiyordu ama iktidar sahipleri asla değişmiyordu. Onlar hep aynıydı ve işledikleri günahlar fütursuz bir acımasızlıkla kutsanmış, insafsız ve vicdansız bir kudretle hükmetmeye devam ediyorlardı.

Aradan çeyrek asırdan daha fazla bir zaman geçse de, duvarın arkasında değişen bir şey yoktu. Üstelik duvarın önü de, en az arkası kadar karanlıktı. İçerisi, nasıl bir F Tipi cezaevleri gerçeğinin ölümcül yalnızlığına terk edilmişse, dışarısı da devasa bir F tipi zifiri karanlığın pençesindeydi.

Yılmaz Güney’in filminde, incecik bir dilim gibi ayı gördüklerinde “Allah’ım beni daha iyi bir hapishaneye yolla” dileğinde bulunan çocuklar, sonunda adları bir isyana karışmış olarak “daha iyi bir hapishane” ye gönderilmek üzere yola koyulurlar. Onları, hayallerinde büyüttükleri “daha iyi bir hapishane” de, anadan uryan soyunmuş çıplak bedenlerini en mahrem yerlerine varıncaya dek didik edecek, plastik eldivenli elleriyle “daha iyi çocuklar” hazır beklemektedir!

Pozantı’nın taş atan çocukları da, ince bir kavun dilimi gibi gökyüzünde parlayan yeni ayı gördüklerinde “Allah’ım beni daha iyi bir hapishaneye yolla” diye dilekte bulunmuşlar mıdır bilinmez. Bildiğimiz bir şey varsa eğer, her ne kadar 4. Koğuştaki gibi kanlı bir isyana karışmasalar da, gökleri zifiri bir karanlık tarafından kuşatılmış bir ülkenin utanç tarihine çoktan yazıldı bile adları.

Öte yandan, onlara reva görülen bu kötülüğü haber yapan gazeteciler bir çırpıda derdest edilip tutuklandılar. Pozantı Cezaevi’nin çocukları ise, şu satırların karalandığı sıralarda “daha iyi bir hapishane” nin “güvenli" hücrelerine tıkılmak üzere çoktan yola koyuldular bile…

 Yusuf Nazım

2 yorum:

  1. Nasıl bir vahşet bu ....Buna nasıl kayıtsız kalabiliyorlar haberdar olan yetkililer. ...Bu insanlar çocuklarının başını oksamıyor mu hi
    Nasıl rahat uyku uyuyabiliyor....Çok Üzgünüm hepsini okumaktan korktum...Satırları hızlı hızlı geçti gözlerim....Uyuyamam yoksa bir daha, yiyemem,içemem.....Bir şeyler değişmeli artık. ...Yoksa insanlığimdan utanacağım....

    YanıtlaSil
  2. İNANAMIYORUM....BUNA NASIL KAYISIZ KALABİLIYORLAR....İNSAN NASIL BUNLARI BİLEREK YAŞAMAYA DEVAM EDEBİLİR....NASIL SEVER ÇOCUĞUNUN YANAĞINI....NASIL UYUYABİLIR ....ÇOK ÜZGÜNÜM. ..HEPSİNİ OKYAMADIM....KAÇIRDIM GÖZLERİMİ...HIZLI HIZLI GEÇTİM SATIRLARI ....YOKSA BİR DAHA UYUYAMAM....YİYEMEM ...İÇEMEM....ARTIK BİRŞEYLERİN DEĞİŞMESİ GEREK...YOKSA İNSANLIĞIMDAN UTANACAĞIM. ..

    YanıtlaSil

yusuf.nazim1@gmail.com