Yusuf Nazım
T24 | 1 Temmuz 2024
Genç kız elindeki kimlik kartına dikkatlice baktı.
“Doğum yeri Deşt!”
dedi.
Evet evet, yanılmıyordu. Kenarları eprimiş eski kimlik
kartının doğum yeri hanesinde “Deşt” yazıyordu. Kimlik belgesinin bir o yüzünü,
bir bu yüzünü çevirdi; bir elindeki kimlik kartına, bir de yaşlı kadının
kırışıklarla dolu yüzüne baktı.
“Teyzeciğim, senin
doğum yerin neresi?” diye sordu.
Yaşlı kadın masaya küçük adımlarla biraz daha yaklaştı.
Kaşlarını kaldırdı. Hiç sevmezdi bu soruyu.
Leyla'yı Beklerken adlı öykü kitabımdaki Babamın da Makinası Vardı öyküsünden bir metindi yukarıdaki. Belgeselci ve sözlü tarih araştırmacısı sevgili Nezahat ve Kazım Gündoğan dostlarımdı. Bu ikili, Dersim’in Kayıp Kızları/İki Tutam Saç belgeselinden sonra kayıp kızların izini sürmeye devam ediyorlardı. Kazım, şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşır, anlatılar dinler, tanıklarla konuşur, bunların video kayıtlarını alırdı. Zor işti. Heybesinde, köklerinden kopartılmış çocukların yürek burkan öyküleriyle döner, yüreğinde birikmiş yükü boşaltmak için bana uğrardı.
Bunlardan birinde, 1938 tertelesinde ailesi ve köylüleri
öldürülen küçük bir kız çocuğunun, sisler içinde kalmış bulanık belleğinden
yavaş yavaş sıyrılarak yaşanan katliamı anımsayan Emoş Gülver’in hikâyesi
vardı.
Kendisini evlatlık olarak alan subayı
babası bilen, kimliğinde sadece Deşt yazan Emoş Gülver’in yaşamını, Kazım ve
Nezahat belgesele çekmiş (Hay Way Zaman), ben de hikâyesini yazmıştım.(Leyla’yı
Beklerken)
Pertek Kalesi su içinde kalmış, başı dik
Şimdi ben, aradan on bir yıl geçtikten sonra Deşt’e
gidiyordum. Hakkında nice yazılar, öyküler yazdığım Düzgün Baba diyarına, yitik
bir tarihin topraklarına, kayıp kızlar ülkesine gidiyordum.
Gözlerim, yüksek dağların sarp yamaçlarında dolanıyor.
Kına yeşili vadinin derinlikleri, kümeler halindeki ağaçlıklara konaklık
etmekte. İçimde, sanki başka bir zamandan tanıdıkmış gibi gelen bu coğrafyaya
karşı tuhaf bir yakınlık duyuyorum. Bir bölümü, artık Uzunçayır Baraj Gölü’nün
uzantısı haline gelmiş Munzur ve Pülümür Çayı, eski hırçınlığından çok şey kaybetmiş,
sakince akmaya devam ediyor.
Gola Buyere Buzul Gölü, Pülümür, Dersim |
Yöre halkıyla söyleşiler yapıyoruz. Bir zamanlar, pek de
şefkatli olmayan bir devlet aklının dağına, taşına, diline ve kültürüne yabancı
topraklarda yaptıkları üzerine anlatılanlar. Yüzler ekşi, dudaklar buruk,
gözler hüzün topu. Hikâyeler sert, hikâyeler dram akıyor bu coğrafyada. Daha
önceden bildiğim, öykülerime de bulaşan, zaman zaman yazılarımda da yer alan,
öteki tarihten öğrendiklerim dışında canlı hikâyeler dinliyorum:
Yakılan evler, boşaltılan köyler, yasaklanan yaylalar,
mezralar…
Dersim yolunda yol kesip kitap isteyen eşkıyalar: Mehmet ile Muhammet Ali |
Bir kez daha farklı kelimelerle kılıflanmış derin
anlamlarla yüklü yeni sözler, eski kavramlarla birbirine karışıyor. Şark
Islahat Planı, 1935 Tunceli Kanunu, Haydaran Aşireti, Dersim Harekâtı, Seyit
Rıza, tedip, tenkil…
Zümrüt yeşilini sürmüş gözlerine Pülümür. Dereyi arkama alıp Deşt’e dönüyorum yüzümü. Tülük köyünün eteklerinde geçmiş zamanlardan kalma hikâyeler bana yol gösteriyor.
Deşt’in torunlarına rastlıyorum orada; Hüseyin, Ferhat, Haydar, Sabriye ve Naciye kadın. Zel dağının arkasından öyküler topluyorum. Harçik Çayı, Pax Köprüsü, 38 Kayalığı, Veraniz mezrası. Anlatırken kabuk tutmuş yaralar bir bir açılıyor, Savut köyünün eteklerinde Haydar’ın dudakları kanıyor; Abasan, Yusufan, Demenan, Haydaran ve daha niceleri…
Her birinin eline kendi tarihlerini tutuşturup ayrılıyorum.
Diyarbakır, Tülük Köyü, Veraniz mezrası: Hüseyin, Ferhat, Haydar, Sabriye ve Naciye |
Sen
kaç dağ içindesin, kaç namlunun ucundasın Dersim?
Tunceli çıkışında, Munzur Çayı ile Pülümür Deresi’nin
birleştiği yerden Erzincan yönüne sapıyoruz. Kısa süre Pülümür Deresi boyunca
ilerleyip sonra çaya dik bir şekilde, dereyi arkamıza alarak tepelere doğru
tırmanıyoruz.
İşte sol tarafta yıkılmış eski bir karakol, işte Deşt’e
giden yol, Tülük Köyü, Veraniz Mezrası. Bir kadının yaralı çocukluğunu
görüyorum orada. Emoş Gülver’in sisler içinde sökün eden bölük pörçük çocuk
anılarına gidiyorum. Sene 38, askeran basmış köyü, erkekler birbirine bağlı,
kadınlar çocukların ellerinden tutuyor, bebeler biteviye ağlaşıyorlar. Kim
bunlar, niye böyle sıralanmışlar, nereye gidiyorlar? Harçik Çayı neden böyle
kan akıyor, mağaraları niçin zehir soluyor?
Kulaklarımda, anlatılan hikâyelerden kalma yaralı sözlerin
izi var. Sorular birbirini yalanlıyor. Söyle bana ey şehir, senin çocuklarına
idam fermanları çıkaranlar kim? Kim senin nehirlerine kelepçeler vuran,
sofrandaki lokmana göz koyan? Hangi kirli asrın yüzü seni suyundan, toprağından
koparan?
Biliyorum bebelerin kayıp, kızların kayıp, tarihin kayıp
senin ey şehir!
Biliyorum sen, bire bir dövüşte yenilmeyenlerdensin.
Söyle bana sen kaç dağ içindesin, kaç namlunun ucundasın Dersim?
İdam sehpalarına başı dik çıkanlar senin evlatların değil
mi? Peki ya, şu dağlarda özgür dolaşan Bezuvarlar, karlarında açan kardelenler...?
Görüyorum, umudun bitmediği yerdesin sen hâlâ, özgürlüğe olan tutkun var,
barışa dair inancın var. Hilesiz, sömürüsüz, haramisiz bir dünyaya olan özlemin
var.
* * *
İşte dönüyorum.
Yabanıl, sert yüzüyle öfkesini bağrına basmış dağlar.
Derin vadilerin kına yeşili eteklerinden geçiyorum. Yola saldırır gibi duran
kızılağaçlar, dişbudaklar, çalılar ve türlü türlü ağaçlar, uzansan dokunacak
kadar yakınlar.
Deşt’ten dönüyorum!
Düzgün Baba diyarından; Ana Fatma’dan, Gola Çetu’dan,
Sultan Baba’dan; kayıp kızlar ülkesinden dönüyorum.
Bir süredir özgür akmıyor dereleri Dersim’in. Her gün
yeni barajlar, yeni setler kuruyorlar. Bu güzelim vadiler; badem ağaçları,
ardıçlar, meşeler, çan çiçekleri; buraları yurt edinmiş tilkiler, ayılar,
vaşaklar ve bezuvarlar, yavaş yavaş sular altında kalıyor, tarih bir kez daha ağır
ağır yaralanıyor.
Tarihin
belleği en karanlık yerinden kanıyor
Doruklarda yalçın kayalıklara bakıyorum. Sarp ve hırçın
dağlara, tepelere…
Araç hızla ilerliyor, anılar birbirini kovalıyor aklımın
dehlizlerinde.
Tarih, tarih olalı bu coğrafyada susmuş, susmuş, hep
susmuş. Ardımda, kendi belleğini kazmaktan yorgun bir şehir. Tarihin kir tutmuş
perdesi yavaş yavaş aralanıyor, kazdıkça tarihin belleği en karanlık yerinden
kanıyor. İsimleri bir bir sıralanıyor; Halvoriye, Zımeq, Kırnige, Serkemer ve
Deşt…
Tunceli tabelası arkamızda kalıyor.
Önümde Pülümür Çayı, bilekleri kelepçeli, yas içinde.
Arkamda Fırat Nehri, şimdilerde kâr akıyor sularında. Derin vadiler, sarp
yamaçlar, bir süredir geçit verir olmuş dağlar…
Vadinin derinliklerinden kıvrıla kıvrıla akan Munzur
Çayı. Yamaçlarında badem ağaçları, fundalıklar, sazlıklar… Her renkten yeşilini
kendi zerreciklerine katarak, yer yer yorulmuş gibi yavaşlayıp bazen de
hızlanarak akıyor.
Yüreğimin duvarlarında, hırçın bir rüzgârın kanatları.
İşte karşıda derin bir vadi daha, işte ortasında döne dolana Munzur Çayı.
Yamaçlarında badem ağaçları, fundalıklar, kızılağaçlardan oluşmuş yeşil bir
perde. İçinde, Dersim’in kayıp çocuklarından Emoş Gülver’in sureti, bana
gülümsüyor. Yüreğim pare pare, gözlerim ıslak, ruhum darmadağın. Dönüp arkama
bakıyorum, Dersim’in bütün kayıp kızları bana el sallıyor.
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/dersim-kac-dag-icinde,45440
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com