21 Kasım 2023 Salı

Bizim Çağ Edebiyat : Yusuf Nazım’la Söyleşi

Bizim Çağ Edebiyat
28 Ekim 2023
Aygül Aydoğdu


Aygül Aydoğdu: Yusuf Nazım, küçük yaşlarda şiirle başlıyor yazmaya. Halen birçok gazete ve dergide denemeler, köşe yazıları yazıyor; Kızak ve Leyla’yı Beklerken adlı iki öykü kitabı var.

Yaşamınızdaki yazma çeşitliliğini görünce edebiyatta kendinizi nereye konumlandırdığınızı merak ettim. Hangi türde yazma motivasyonunuz daha güçlü?

Yusuf Nazım: Ben çocukluğunu dört bin yıl önce yaşamış biriyim. Toprağına basıp havasını kokladığım kültür ve üretim ilişkileri dört bin yıl öncesine ait. 1960’lı yıllara kadar da değişmemiş. Bakın bilgisayarların, cep telefonlarının, radyo ve televizyonların, robotların, uyduların, yapay zekânın demiyorum; elektriğin, suyun, akaryakıtın, bakır tellerin, motorlu taşıtların olmadığı bir dünyadan bahsediyorum. Sadece insan ve hayvanlar arasındaki bir dayanışma ile toprağın, buğdayın, ağacın var olduğu bir dünya…

İçinde çocukluğumu büyüttüğüm toplumun gerçeği işte bu. Ama bir şeyler var yine de; sözcükler, ezgiler, deyişler ve yazı… Aslında yazının bile çok geç geldiği bir coğrafya. Düşünüyorum da yaşadığımız köyün yazılı tarihi o kadar sınırlı ki. Binlerce yıl öncesinin insanı taşa, kayaya, papirüse yazarken biz, yaşadığımız kapalı ekonomik alanda yüz yıllık yazılı tarihe bile sahip değiliz. Örneğin benim yüz yıl önceki atalarımın bana bıraktığı yazılı hiçbir miras olmadığını çok sonraları şaşırarak fark ettim.

İşte bu koşullarda kelimelerin büyülü dünyasıyla buluşmam benim kaçınılmaz olarak toplumsal gerçekçi bir alanda düşünmeme, duygulanmama, yazmama sebep oldu denebilir.

Gazete yazarlığına gelince son yıllarda daralttım, sadece T24’te yazıyorum. Bunlar da politik ya da gündemi yorumlayan köşe yazıları değil. Bu tür yazıları sevmiyorum zaten. Benim işim de değil. Benimkiler yine hayatın damarıma basıp da kendimi durduramadan yazdığım yazılar. Çoğu öyküyü andıran, lirik denemeler. Hatta kimilerinde lirizm öyle yoğun oluyor ki kimi okurlarım, bugünkü şiirini okudum, diye yorum yapıyor.

A. Aydoğdu: Sunay Akın, Leyla’yı Beklerken adlı öykü kitabınızın sunuş yazısında “Öykü sanatının güçlü bir yağmuru altına girecek ve sonunda sırılsıklam olacaksınız.” diyor. Gerçekten öykülerinizde fotografik gözlem gücü, kurgunun sağlamlığı, ayrıntıların zenginliği yanında dilin çok renkliliği de göze çarpıyor. Tüm bu bileşenleri besleyen nedir?

Y. Nazım: Sevgili Sunay Akın’a öykü kitabıma bir ön söz yazar mısın, diye sorduğumda benden kitabı istemişti. Yanıt olarak yazılmış bir ön söz geldi. Bir insanın duygu dünyasına bu kadar derinlikli inebilmek, olsa olsa Sunay Akın gibi bir ustaya yakışırdı doğrusu. Beni yazmaya iten o köklü duyguları, geceleri yazarken içine düştüğüm duygu durumunu, coşkuyu, sesli/sessiz attığım çığlıkları bu kadar iyi hissedebilmek herkesin harcı değil. “Bana yağmuru anlatma yağdır!” Tam da yapmak istediğim şeyi, yağmuru yağdırmaya çabalayışımı öyle güzel yakalamış ki… Gördüğüm, tanık olduğum, hissettiğim her şeyin; acının, sevincin, hüznün bendeki kopyasının okura geçmesini ister gibi bir duygu ile yazmak… Dolayısıyla beni besleyen şeyin yaşamın içindeki o derin gerçeklik olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.

A. Aydoğdu: Öykülerinizdeki karakterlerin çoğunda oldukça coşkulu, sıcak, yoğun hatta çocuksu bir insan sevgisi var. Giderek her anlamda kirlenen bir dünyada, birbirine düşmanlaşan insanlar arasında karakterleriniz bu sevgiyi nasıl bu denli diri tutabiliyor?

Y. Nazım: Dünyayı iyi yaşamak, onu güzelleştirebilmek için aşktan ve sevgiden başka neyimiz var ki? Dolayısıyla öykülerimde de, içlerinde bu güzel kavramları diri tutan kahramanların olması çok doğal. Tabi sadece onlar değil. Olumlu kahramanlar kadar bunların karşıtları da mevcut. Hikâyeler onların çevresinde dönüyor. Onlar da yaşamın içinde varlar ve birbirine karşıtlar. Bu karşıtlık ne kadar fazlaysa, çelişkiler o kadar keskin ve hikâyeler de bir o kadar güçlü oluyor.

A. Aydoğdu: Aşk Bir Aldatma, Leylayı Beklerken gibi kadın gözüyle yazılmış başarılı öyküleriniz var. Kadının dünyasına dair yetkinliğinizin kaynağı nedir sizce?

Y. Nazım: Yetkin olmak sözü abartılı olabilir, haddime mi? Oradaki, bilinç akışı yöntemi ile anlatılan bir hikâye. Bir kadının reflekslerini, iç dünyasını, duygularını iyi verebilmişsem ne âlâ. Şöyle diyeyim, kimi zaman karakterle konuşurken onunla aramda duygu alışverişi olur. Başlangıçta tek yönlü gelişen, sonra karşılıklı olan bir etkileşim bu. Eğer bir kurgu karakterle değil de, gerçek kahramanla konuşuyorsam bu duygu geçişi çok daha hızlı olur. Kelimeler adeta kulağından girer bütün hücrelerime, yüreğime bıçak gibi saplanır. Belki de kimi öykülerdeki kadın karakterler gerçektir.

A. Aydoğdu: Ezilenin, sömürülenin, ötekinin yanında sınıfsal bir bakış açısıyla yazıyorsunuz. Dolayısıyla öykülerinizin bir derdi var. Okuyucunuza ne anlatmak istiyorsunuz yani yazar olarak sizin derdiniz nedir?

Y. Nazım: Asıl dert hayatın içinde, gerçekte. Ben onu alıp daha görünür hale getiriyorum. Çoğu zaman o dert, toplumun ve bireyin içinde yaşadığı karmaşa ve kaos içinde kaybolup gidiyor. Aynı zamanda birilerinin işine de yarıyor olabilir bu. İşte bu hengâme ve karışıklıkta kaybolup giden o gerçekliği soyup çırılçıplak hale getirerek toplumun önüne koymak… İşte benim derdim de bu! Sonuçta, dedim ya, aşktan ve sevgiden başka neyimiz var ki? Belki bunu hatırlatmak gibi bir misyonum var benim de…

A. Aydoğdu: Öyküleriniz farklı illerden farklı ülkelere geniş bir coğrafyayı içeriyor. Bu çeşitlilik bana öykülerinizin otobiyografik izler taşıyabileceğini düşündürdü. Yanılıyor muyum, ne dersiniz?

Y. Nazım: Otobiyografik denir mi buna emin değilim. Hayatın içinde yolculuklar yapıyoruz hepimiz. Dokunuyoruz, hissediyoruz, duraklıyoruz; gülüyor, ağlıyor, seviniyoruz… Ben kimi dokunuşlarımda duruyor ve tanık oluyorum. Dolayısıyla çoğunlukla başka hayatlara dair oluyor hikâyelerim.

A.  Aydoğdu: Öykülerinizin arka planında değil tam da göbeğinde toplumca yıllardır yüzleşemediğimiz darbeler, köy boşaltmalar, kadının sömürülmesi gibi konuların yarattığı acılar, çığlıklar var. Öyküleriniz toplumun kendisiyle yüzleşmesi konusunda bir misyon taşıyor olabilir mi?

Y. Nazım: Daha önceki başka bir soruda, farklı bir bağlamda yanıtladım bunu. Doğru, öykülerim bireyin ve toplumun kendine bakmasını sağlamak gibi bir misyon taşıyor olabilir.

“Elbette ki beni de değiştiriyor, geliştiriyor, dönüştürüyor yazdıklarım. Düşündükçe ilerliyor, yazdıkça gelişiyor, kazdıkça daha derine iniyorsunuz.”

A. Aydoğdu: Sanatın, edebiyatın, okumanın ve yazmanın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Örneğin yazmak sizi geliştirip dönüştürdü mü?

Y. Nazım: Kuşkusuz ki yazınsal ya da felsefi her edimin toplumu değiştirip dönüştürmek gibi bir gücü vardır. İnsanın duygularına yönelen her etkinlikte bunu görmek olası. Bu anlamda elbette ki beni de değiştiriyor, geliştiriyor, dönüştürüyor yazdıklarım. Düşündükçe ilerliyor, yazdıkça gelişiyor, kazdıkça daha derine iniyorsunuz…

A. Aydoğdu: İlhan Erdost’a ilişkin Sigarası Kol Saati Kalemi Bize Kaldı adlı öykünün ortaya çıkış süreci nasıl oldu, anlatır mısınız?

Y. Nazım: Okurken hissedilmiş ve öyle sorulmuş bir soru gibi geldi bana. Birçoğunda olduğu gibi rastgele ve kendiliğinden bana bulaşan bir hikâye bu. Ankara’da Devrimci 78’liler Federasyonu’ndan arkadaşların her yıl düzenledikleri 12 Eylül Utanç Müzesi sergisi vardı. Ağrılı, karanlık bir geçmişe ilişkin hafızayı canlı tutacak kimi nesnelerin; işkencede öldürülen birinin ceketi, idam edilen bir başkasını ayakkabıları, kimi işkence aletleri, Diyarbakır zindanlarında yaşananları canlı kılacak işkence odalarının… sergilendiği bir müze. Ankara’daki sevgili arkadaşım Yasemin’e de 12 Eylül Askeri Darbesi sırasında işkencede öldürülen yayıncı İlhan Erdost‘un eşyalarını temin etmek görevi düşüyor. Yasemin üstlendiği görev için ağabeyi Muzaffer Erdost‘un kapısını çalıyor. Hüzün dolu bir buluşma. Muzaffer Erdost çıkarıyor kolileri, içindekileri bir bir masaya koymaya başlıyor; ayakkabısı, sigarası, kol saati, kalemi… Yasemin Ankara’da ben İstanbul’dayım, yazışıyoruz… O anlatıyor, ben dinliyorum; o ağlıyor, ben yazıyorum… Sonra ikimiz birden ağlıyoruz… İşte, öykü böyle çıktı.

A. Aydoğdu: Okuruyla buluşmayı bekleyen yeni çalışmalarınız var mı?

Y. Nazım: Bir öykü, bir deneme, iki de şiir dosyam hazır. Ancak bunlardan önce son üç buçuk yıldır üzerinde çalıştığım tamamlanmış üç ciltlik bir roman serisi var.  Bağımsız evrim bilimci Oktay Kaynak’la ortak isimle basılacak. Birinci cilt yeni yıldan önce okurla buluşacak. Adı “aklın ayak izleri-eşik” Zekânın hikâyesi de diyebiliriz buna. İnsan aklının hikâyesini yazarken kazmayı derine, daha derine vurmamız gerekti. Roman, 18 milyon yıl öncesinden başlıyor, yaşadığımız çağın içinden geçip geleceğe doğru ilerliyor… Daha fazlasını söylemeyeyim.

A. Aydoğdu: Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.

https://bizimcagedebiyat.com/yusuf-nazimla-soylesi/


Turan Horzum - Yusuf Nazım
15 Temmuz 2023


1992 yılından itibaren gazete ve dergilerde öyküler denemeler makaleler yazıyorsunuz. İlk öykü kitabınız ‘KIZAK’ 2012 yılında okuyucusuyla buluştu. İçeriğinden bolca söz edeceğimiz ‘LEYLA’YI BEKLERKEN öykü kitabınız ise 2017 yılında İnkılap yayınevinden çıktı. Arada kurmaca metin konusunda uzun aralıklar olduğunu görüyorum. Yazma serüveninizden biraz söz eder misiniz?

Önce şairler girdi kanıma. Çocuktum. On üç yaşındaydım, şiirle başladı yolculuğum. Ancak bunu mutlaka öncesi olmalıydı. Düşündükçe henüz okusun zamanlarıma kadar gidiyorum.

Benim babam terziydi. Çukurova’nın topraklarında ışık olmuş Düziçi Köy Enstitüsü’nden dönüşme Öğretmen okulunun terzisi. İlkokul mezunu olan babamın her akşam eve, koltuğun altında bir Cumhuriyet ya da Vatan gazetesi ile geldiğini görmek unutamadığım bir şeydi. Yıllar sonra babamın dönemin ilk ve büyük sendikası olan Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) üyesi olduğunu ve onun küçük not defterinde şaşmaz bir şekilde sendika aidatlarını ödediğini keşfetmek benim için şaşırtıcı olmuştu. Çocuktum. İlkokula dahi gitmiyordum. Belki de ilkokulun ilk yıllarındaydım. Ailecek misafirliğe gittiğimiz evlerin sehpalarında eksik olmayan dergiler, masal kitapları; dolu dolu raflardan odaya yayılan mürekkep ve kitap kokuları, çay ve kahve sohbetlerinde geçen sözcükler, kulaklarımı okşayan yorga giden atlar gibi uyaklı dizeler… Bütün bunların babamın da terzisi olduğu Düziçi Öğretmen Okulu’nun edebiyat, tarih, kültür ve sanat öğretmenleri olduğunu çok sonraları öğrenecektim. Ne ilginçtir ki ilkokul mezunu babam, kimi şair, kimi öykü yazarı, kimi tiyatro aşığı olan bu seçkin aydın topluluğunun değişmez bir üyesiymiş. Hep beraber katıldığımız bu aile toplantılarında babam, kitap ve mürekkep kokuları arasında sözlerin, anlamların ve kelimelerin sihirli dünyasıyla bizleri buluşturduğunun muhtemelen farkında bile değildi. Kim bilir, edebiyata olan yatkınlığımın kökleri o yıllara gidiyordur. Ona, Çukurova’nın bereketli topraklarından ayrılarak döndüğümüz memleketim Ardahan’da; karın, ayazın ve zemherinin keskin soğuğunda bilinen düşlerimin de etkisi olsa gerek. Bir de bunu, Amerikan ve Rus edebiyatı klasikleri ile olan erken tanışmam; çocukluğunu erken büyütmüş birisi olarak kendim içinde bulunduğum sosyal ve siyasal çalkantılar arasında sosyal ve Siyasal birimleri olan ilgim; iktisat araştırmaları, evrim okumaları…

Şu olayı hiç unutmuyorum: yazın babaannemin odasındaki masada oturmuşum. Kapı açılıyor mahalle arkadaşım içeri giriyor, derin bir of çekiyor; canının çok sıkıldığını söyleyerek bana, senin niye canın sıkılmıyor diye soruyor. Şaşkın gözlerle arkadaşıma bakıyorum. Önümde, üst üste dizilmiş, birçoğu Nazım Hikmet’e ait ondan fazla şiir kitabı. 15 yaşında bir bacaksız olarak büyük şairin şiirini araştırmaya koyulmuşum…

Her yazar kendisine uygun bir anlatı dünyası seçer. Belki mizacına, belki yaptığı okumalara, yetişme biçimine göre… Siz kendi anlatı dünyanızı nasıl açıklarsınız?

Benim anlatı dünyamın temel motivasyonu duygulardan oluşuyor. İçinde duygu olmayan hikâye benim için hikâye olmaktan çıkıyor. Keza şiirler, gazete yazıları, denemeler de öyle. İllaki bana bir duygu geçişinin olması gerekiyor. O duygu geçişi olmuşsa eğer, yazmadan edemiyorum. Bu benim yazma serüvenimin olmazsa olmazı. Ben asla ve asla hadi bugün oturup da şunu yazayım; ya da bugün bir hikâye kurgulayayım veyahut iki şiir yazayım demiyorum, diyemiyorum. Duygu bir yerden bulaşıyor bana; bir çiçeğin açışından, bir yağmur damlasını düşüşünden, sahilde tek başına oturan bir kadının gözlerindeki hüzünden, tanık olduğum ve etlerimi lime lime eden herhangi bir ötekileştirmemin yüzünden.

Diyebiliriz ki, insan ilişkileri hikâyelerinizin ana omurgasını oluşturuyor. Bu ilişkiler üzerinden günümüz toplumunun geldiği noktayı eleştiren bir bakışınız var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Hani önceki soruda duygular dedim ya; duygular olmadan benim için yazın faaliyeti de olmuyor. Bu duygular en çok, insandan başka nereden geçebilir ki? Yaşadığımız gezegenin en çok etkileyen; değiştiren, iyileştiren, harap eden ve aciz erk eden yegâne canlı insan. Dolayısıyla duygularımıza sirayet eden de kaçınılmaz olarak insan ilişkilerinde yatan hikâyeler oluyor. Bu hikâyelerin yatağı ise içinde büyüyüp geliştiği toplumdan başkası değil kuşkusuz. Toplumun tamamına hâkim olan sistematik ilişkiler ve kurumsallaşma bu hikâyelere yol açıyor, kışkırtıyor ya da seyrini belirliyor. Yani insan olan çoğu hikâyenin eninde sonunda gelip toslayacağı yer genellikle toplumsal örgütlenmenin kendisi oluyor. Tabii, benim de son yıllarda üzerine iyice düşündüğüm gibi bu örgütlenmelerin mucidi de yine insanın kendisi. Bu konunun ucunu burada açık bırakarak bitireyim…

Tam burada Leyla’yı Beklerken öykü kitabınıza girmek istiyorum. Bu kitabı iki kez okudum. Her ikisinde de ağladım, üzüldüm, içimi yedim, sesimi çıkarmadan bağırdım tüm insanlık duysun diye. Hikâyelerde gerçek ve kurgu öyle harmanlanmış ki samimiyet hiç elden bırakılmıyor.

Hikâye temalarının yaşanmışlıklar olması mı bu samimiyeti ortaya çıkarıyor?

Dediğiniz gibi öyküleri okuduğunuzda bu duygulara kapılıyorsanız bir parça başarılı olmuşum demektir. Yoksa okur kitabı bitirdikten sonra kaldırıp sıradan hareketlerle rafa koyuyorsa öyküler olmamış demektir. Ve ben başaramamışımdır. Ben, bana geçen duyguyu olabildiğince öyküye aktarmaya çalışıyorum. Bir olaya tanık olduğumda ya da yazamaya koyulduğumda, ne yaşıyorsam, ne hissediyorsam, nasıl duygulanıyorsam okuru da buna ortak ettiğim ölçüde başarıya ulaştığımı düşünüyorum. Benim ağladığım kadar okur ağlamalı, acı çektiğim kadar o acıyı hissetmeli, haykırabildiğim ölçüde oda haykırmalı diye düşünüyorum. Sunay Akın’ın Leyla’yı Beklerken öykü kitabımın önsözünde aktardığı Victor Hugo’nun sözündeki gibi “ey şair bana yağmurdan söz etme, yağdır!” İşte tam da bu! Yağmuru öyle anlatmalıyım ki okur sırılsıklam olmalı; onu öyle bir ayazla baş başa bırakmalıyım ki iliklerine kadar üşümeli; ona bir ananın sokakta yalnız yatan ölü bedenini öyle bir anlatmalıyım ki okur, kendi annesinin öldüğüne inanmalı… Böyle olunca, öykülerimin bir ucunun gerçeğin ta kendisine dokunması doğal oluyor. Bu benim için böyle tabii. Bir başkası çıkar, pekâlâ aynı olayı bir kurgu olarak da tasarlayabilir. Başarılı da olur. Ancak benim için hayat, içinden sayısız hikâyeler çıkarmaya yetecek kadar zengin. Burada asıl olan hikâyenin özü. Bu öz bazen duyduğum bir sesten, otobüste işittiğim bir cümleden, ormanda dinlediğim bir ezgiden ya da tanık olduğum kısacık bir an’dan ibaret. İşte o kısacık an, duyduğum o ses, kulağıma çalınan ezgi ya da otobüsteki cümle öykünün kendisidir. O anda öz ortaya çıkıyor. Sonrasında bana, onu kelimelerle sarıp sarmalamak, imgelerle beslemek ve hayal dünyamda zenginleştirerek hayata sunmak düşüyor.

İkinci öykünüz için Bir Dersim hikâyesi diyebilir miyiz?

Kesinlikle öyle. Yine, hayatın apansız karşıma çıkardığı gerçek bir hikâye bu. Belgeselci dostlarım Nezahat ve Kazım Gündoğan çifti yıllardır Dersim'in kayıp kızlarının izlerini sürüyorlar. Elinde kamera ve ses kaydıyla şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşan sevgili kazım yaptığı sözlü tarih araştırmasının hikâyelerini eve döndüğünde bana anlatırdı. Tabi her seferinde duygu yüklü, dolmuş taşmış olarak gelirdi kazım. Anlatarak, paylaşarak sanırım bir parça rahatlardı muhtar boşalırdı. Ben de bu hüzünlü hikâyeleri büyük bir dikkatle dinlerdim. Geçmişini hatırlamakta güçlük çeken Dersimli bir kadının izlerini süren Kazım, bir gün onun sisler içinde kalmış çocukluğunu anımsayıp; saklandığı çalılıklar arasında, elinde silahıyla askeri görüşünü “babamın da makinası vardı” diye anlatması, benim için hikâyenin başladığı ve bittiği andı. O anda bütün hikâye zihin dünyamda sökün etmişti. İşte o an, tüylerim diken diken olmuş olarak Kazım’a bunu yazmalıyım, demiştim. O da yaz diye desteklemişti beni. Sonradan Kazım ve Nezahat bu olayın Dersim’in Kayıp Kızları isimli belgeselini çektiler, ben de Babamın da makinesi vardı adlı hikâyesini yazdım.

Kitaptaki ‘Aşk Bir Aldatma’ hikâyesi diğer hikâyelerden tema olarak çok farklı. Diğer öykülerde; sürgün, köy boşaltmaları, darbe günleri, ucuz işgücü, gurbet, paylaşma gibi konular işlenirken bu öykü de ince bir ironi ve mizah harmanlamasıyla yine toplumsal bir konudan söz ediyorsunuz. Yazma biçiminizle ilgili bu öyküden yola çıkarak neler söyleyebilirsiniz?

Mizah, öykülerimde pek az yer verdiğim bir olgudur. Bu bir eksiklik olarak görülebilir. Katılıyorum da. Zira en dramatik bir olayın içinde bile ince bir mizah olabilir. Bu da hayatın bir gerçeği. İşkenceye giderken ya da çıktıktan sonra espri yapan insanlar bilirim. Ya da işkence sırasında… Hayatın içinde var olan bu naif yönleri öykülerden esirgemek doğru olmaz. Bunları da öykünün bir unsuru olarak kullanmak, okuru hayatın kendisine biraz daha yaklaştırmak, güldürmek, sevindirmek ve rahatlatmak önemli. Kaldı ki bunu yapmakla öykünün eksenini kaydırmış olmuyorsunuz. Sadece beslemiş, zenginleştirmiş oluyorsunuz. Bu öyküde de kurgunun yanı sıra olayın diğer ucunda yaşanan çıplak bir gerçeklik var. Yine yaşayan bir karakter geziniyor öyküde. Mektuplar yazılıyor karşılıklı, hediyeler gönderiliyor; naif, mütevazı, incelikli. Bu arada söylemeliyim ki, bir ucu gerçeklikle başlayan öykülerin, kitapta yayınlandıktan sonra da hikâyesi sürebiliyor. Çünkü karakterler canlı, onlar yaşıyorlar, bazen okurla, bazen yazarla karşılaştıkları oluyor. Üstelik yeni öyküler yaratarak. Hatta yaşayan bir karakterin, hiç beklenmedik bir anda, bir kitabı okurken, o kitabın içinde kendi kendisi ile karşılaştığı bile oluyor.

Anlatıda en belirgin yanlardan biri, ayrıntılara verdiğiniz önem. Adeta dantel işler gibi ince ince örüyor yaşanan bir çevreyi odak alırken, o eksendeki insan ilişkilerine yöneltiyorsunuz bakışınızı. Gözlemci bir bakışınız var. Bireyin ve toplumun iç dünyasına, ruhsal yapısına yoğunlaşmanıza nasıl yöneldiniz?

On yıl yaşadığım Karadeniz Ereğlisi’nde çalışma odamdaki masamın üzerinden eksilmeyen çerçeveli, siyah beyaz bir fotoğraf vardı. Yüzündeki sayısız kırışıklıklarda derin hikâyelerin izlerini sakladığı belli olan yaşlı kadın, sırtında yüzü gözü kir içinde sevimli bir çocukla objektife bakmış gülümsüyordu. Fotoğrafı gören hep sorardı; kim bu diye… Annem derdim. Şaşarlardı. Çünkü annem olmadığını bilirlerdi. Evet, sırtında taşıdığı o küçük çocukla gözlerindeki parıltısı yüreğime işleyen o kadın annem değildi. Ama gerçekte annemdi o; hepimizin annesiydi! Yüzündeki çizgilerin sakladığı acılara, gözlerindeki ışıltıya baktığımda annemi görüyordum onda; herhangi bir anneyi, hepimizin annesini görüyordum. O kadına baktığımda onun iç dünyasına giriyor; kaçınılmaz olarak derin bir empati yapıyor, ruhu ruhuma işliyor, onunla bir aidiyet kuruyordum. Dolayısıyla, öyküleri kaleme alırken beni, bireyin ve içinde yaşadığı toplumun ruh ve anlam dünyasına yönlendiren en çok da bu derin empati duygusu oluyordu.

Hikâyelerinizi okuyup bitirdikten sonra, Yusuf NAZIM bir hikâye anlatıcısı diye düşündüm. Katılıyor musun? Ayrıca hikâyelerini yazmadan önce kafanda kurgulayıp birilerine anlattığın olur mu?

Her yazanın bir anlatı tarzı vardır. Belki de benimkisi sözcükleri fırça gibi kullanarak duyguları bir tuvale işlemekten ibaret. Hiçbir zaman bir öyküyü baştan kurguladığım olmuyor. Hayat inanılmaz öykülerle dolu ve onlar bana geliyorlar, ben sadece onları ayıklıyorum. Bazen bir ses, bir cümle; bazen bir ezgi, bir resim olarak geliyorlar. Öykünün hedefi, nereye varacağı baştan belli oluyor. Ben hızla o hedefe doğru yol alıyorum. İlk anda kafamda öykü oluştuğunda paylaştığım insanlar elbette ki oluyor. Anlatıyor ve al sana bir öykü diyorum. Hatta buradan bir roman, bir film çıkar diyorum. Hemen notlarımı alıyor, sıraya koyuyorum. Genellikle yazmaya sıra gelmiyor. Beş öykü taslak olarak not almışsam, belki birini yazıyorum. Ancak bu arada yeni beş taslak öykü daha not alınmış oluyor. Dolayısı ile yazılmayı bekleyen öykülerin sayısı çoğaldıkça çoğalıyor. Ve onlar bekliyorlar; sabırsızca yazılmayı bekliyorlar; beni bekliyorlar…

https://www.izgazete.net/hayat-inanilmaz-oykulerle-dolu-onlar-bana-geliyorlar


Vietnam Tet Taarruzu’ndan Aksa Tufanı’na-2

Yusuf Nazım
T24 | 24 Ekim 2023

10 Ekim 1990, ABD Kongresi.

Kürsüdeki 15 yaşındaki kız, elindeki kâğıda bakarak salondaki İnsan Hakları Komisyonu üyelerine konuşma yapmaktadır. Duygu yüklü konuşması gözyaşları içinde devam ederken ağzından şu sözler dökülür:

“Ben, Iraklı askerlerin silahlı olarak hastaneye geldiklerini gördüm..., kuvözden bebekleri çıkardıklarını, bebekleri, daha sonra ölecekleri soğuk betona bıraktıklarını ve kuvözleri alıp gittiklerini gördüm.” 

Kongrenin koca koca beyaz adamları ve kadınları onun duygularına derin bir içtenlikle ortak olurlar.

Sonraki birkaç gün içinde Batının bütün büyük ajansları bu dramatik görüntüyü geçer. ABD Başkanı George W.Bush defalarca kez dünyaya bu olayı anlatır. Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarına girer. İnfial dünyaya hızla yayılır. Irak güçlerinin Kuveyt hastanelerini ve buralardaki kuvözleri yağmaladığı haberi tüm dünyaya yayılır tepkiler büyür ve Irak’a düzenlenecek ‘haçlı seferi” için kamuoyu ikna edilmiş olur.

Sonuç olarak ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi’nden Irak’a karşı savaşa onay veren karar çıkacaktır.

Kolonyal süper bir gücün süper yalanları

Ateş altındaki Gazze, Ekim 2023

Neyire’nin gerçek adı Nayirah al-Ṣabaḥ’tı.  O, Kuveyt hanedanına mensuptu ve Kuveyt'in ABD Büyükelçisi Suud Âl Sabah'ın kızıydı. İfadesi tümüyle yalandı ve ABD büyük aklı tarafından, Irak’a açılacak savaş için kurgulanmıştı. Citizens for a Free Kuwait adlı örgüt tarafından Neyire’nin kongredeki ifadesinin yaygınlaştırılması için Hill & Knowlton ajansın on milyon dolar ödeme yapılmıştır. Çok sonraları, küvoz iddiasına konu olan Al Adan Hastanesi’nden iki hemşire, Nayırah’ın hastanede hiçbir zaman çalışmadığını ve anlattığı olayların kesinlikle yaşanmadığını söyleyecektir. Uluslararası Af Örgütü ise doğrudan ABD hükümeti tarafından aldatıldıklarını itiraf ederek özür dileyecektir.

Ne var ki olan olmuş, Amerikan savaş makinesini besleyen silah şirketlerinin para kasaları çoktan dolmuştu bile…

Aksa Tufanı: Yeni bir Tet Taarruzu mu?

Tet Taarruzu, dünyanın en güçlü ordusunun Vietnam’daki yenilgisinin başlangıcı olmuştu.

ABD Ordusu, muharebeyi kazanmış ama psikolojik, politik ve medya alanında aldığı yaralarla 58.000 ölü, 153.000 yaralı, 10.000 uçak ve 1 trilyon dolar kayıp vererek Vietnam savaşını kaybetmişti.

Bu taarruzun bir benzeri geçenlerde Orta Doğu’da, işgal altındaki Filistin topraklarında meydana geldi. Bu sefer, kendini dünyada yenilmez gören İsrail’in devletinin kubbesinde patlayan Aksa Tufanı Operasyonuydu.

Bütün BM kararlarına meydan okuyarak, ABD/AB ülkelerinin de rızasıyla 1967’de işgal ettiği toprakları terk etmeyen İsrail’e karşı gerçekleşen bu eşi görülmemiş operasyon, kapsamlılık, sürpriz saldırı, istihbarat duvarlarını aşma, zamanlama ve çok yönlülük gibi açılardan Tet Taarruzu’nu akla getirdi.

ABD gibi bir süper devleti, AB ülkelerinin ekonomik ve siyasi gücünü arkasına almış Arap coğrafyasının en güçlüsü İsrail’e karşı yapılan böylesine kapsamlı ve sürpriz saldırı bütün dünyada şok etkisi yarattı.

7 Ekim günü Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin El Kassam Tugayları, abluka altındaki Gazze'den kapsamlı bir saldırı başlattıklarını duyurdu.

Bir anda ateşlenen 5 bin roket İsrail semalarına yağmaya başladı. Roketlerin bir kısmı, böylesi yoğun bir hava akınına hazır olmayan Demir Kubbe’yi delerek İsrail kentlerine düşmeye başladı.

Aynı anda yıllardır kapana kıstırıldıkları topraklarda fareler gibi yaşadıkları Gazze’nin deliklerinden çıkan şehrin çaresizleri, eşine az rastlanır, gözü dönmüş bir çılgınlıkla sürüler halinde duvarların dışına akmaya başladılar.

Gazze Şeridi'nden çıkan Filistinli silahlı gruplar, sınır çevresindeki çok sayıda İsrail yerleşim yerlerine girmeleri zor olmadı. El Kassam savaşçıları Sderot kentinde bir polis merkezini, doğu sınırındaki İsrail’e ait Kerem Ebu Salim Sınır Kapısını ve çevresindeki askeri noktayı ele geçirdi.

Gazze Şeridi yakınlarındaki yerleşim yerlerinin yanı sıra Usdud (Aşdod), Askalan (Aşkelon), Birüssebi'de (Berşeva), Tel Aviv ve Kudüs'te de saldırı sirenleri çalıyordu. Çatışmalar Kfar Aza, Sderot, Sufa, Nahal Oz, Magen, Be'eri yerleşim yerleri ile Re'im askeri üssü civarına yayıldı. El Kassan silahlı grupları, savaştıkları 14 kasabanın bazılarını ele geçirdi. Görülmemiş şekilde Filistin tarihinde bir ilk oluyor, çok sayıda savaşçıyı taşıyan motorlu planörler İsrail içindeki yerleşim yerlerine doğru süzülüyor, çok sayıda askeri tesis dronlardan bırakılan bombaların hedefi oluyordu. Bazı İsrail kentlerinin sokakları silahlı gruplar tarafından zapt edilmişti.

Yanan İsrail tankları, esir alınan askerler, el konularak Gazze şeridine götürülen askeri araçlar... Tutsak edilenler arasında İsrail'in Gazze Bölge komutanı Nimrod Aloni bile vardı.

Festival için toplanan müzik grupları, sivil İsraillilerin evleri de zaman zaman saldırıların hedefi olduğu görülmekteydi.

Tüm bu ilk baskınlar sırasında İsrail Ordusu hiçbir etkinlik gösteremedi. Ordunun hazırlıksız yakalandığı her halinden anlaşılıyor, panik halindeki İsrailli yöneticiler ABD’yi yardıma çağırıyorlardı. Böyle kapsamlı ve sürpriz saldırıyı asla beklemiyorlardı.

Beyaz Saray’ın yeni bir Hayırah Yalanı denemesi

Filistin'le dayanışma gösterileri, Ekim 2023
10 Ekim 2023, Beyaz Saray.

ABD Başkanı Biden Yahudi cemaati liderlerine konuşma yapmaktadır. ABD'de yaşayan Yahudi cemaati liderleriyle düzenlenen toplantıda Biden'ın katılımcılara Hamas tarafından gerçekleştirilen terör saldırılarının ardından İsrail’e olan kararlı desteğini vurguladıktan sonra şöyle der:

“Bu işi uzun zamandır yapıyorum. Teröristlerin çocukların kafalarını kestiği fotoğrafları göreceğimi ve teyit edeceğimi hiç düşünmezdim.”

Konuşma Amerika’nın en büyük haber ajanslarından dünyaya hızla yayılır. Haber sosyal medyada da yankı bulmakta gecikmez.

Ancak olayı teyit edecek resimler bir türlü ortaya çıkmamaktadır. Haberin kaynağının bir İsrail televizyonu olduğu anlaşılır. Haberde, "Yaklaşık 40 ölü bebek sedyelerle dışarı çıkarıldı. Beşikleri devrilmişi, bebek arabaları geride bırakılmış, kapılar ardına kadar açıktı" ifadelerini yer almaktadır. Ancak olayı kanıtlayacak hiçbir malzeme bulunamaz. Beyaz Saray’dan yapılan açıklama ile Biden’in iddiaları nazik bir şekilde reddedilir. Böylece yeni bir Nayırah Yalanı, İsrail ve Batı medyasının beceriksizliğinin kurbanı olur.

Şin-Bet ve CIA efsanelerini yıkan operasyon

Kuşkusuz, Vietnam gibi büyük bir coğrafyaya yayılmış bir savaş, dört tarafı ablukada, 40 km uzunluk ve 8-10 km genişliğindeki küçük bir toprak parçasında yürütülen savaşla nicelik ve nitelik açısından karşılaştırılamaz. Ancak yine de önemli benzerliklerin olduğunu görmek de olası.

Vietnam’ın Yeni Ay Yılına denk getirilen Tet Taarruzu’na karşılık, Aksa Tufanı Operasyonu için 1967’deki Yom Kippur Arap-İsrail savaşı ve aynı zamanda Musevilerin kutsal bayramının seçilmiştir.

Saldırı, tek kutuplu kalmış dünyada, ABD ve AB ülkelerini arkasına almış İsrail devletinin en güçlü olduğu döneme denk gelmiştir.

Aynı şekilde, daha önceleri tek tük roketler atabilen, sınırlarda küçük vur kaç eylemleriyle yetinen, dört tarafı kuşatılmış, duvarlarla, çevrili Gazze’nin ve Filistin direnişinin en zayıf olarak bilindiği bir anda gerçekleşmiştir.

Hazırlıkları iki yıl sürdüğü tahmin edilen operasyon, işgalcileri, dünyanın en güçlü istihbarat örgütlerinden olan Şin-Bet’i ve CIA efsanesini yıkacak şekilde gafil avlamıştır.

Operasyonun, gerek İsrail’in, gerekse de ABD’nin asla beklemediği kapsam ve güçte yapılması ayrı bir gerçektir.

Vietkong gerillalarının Tet Taarruzu sonrasında savaşı kazanmalarının önemli araçlarından olan Kuzey Vietnam ormanlarında kazılmış 200 km uzunluğundaki yer altı tünellerine benzer tünellerin Gazze’nin altında olduğu kabul edilmektedir. Şimdi tarafları, uzunluğu ortalama 350-400 km arasında olduğu tahmin edilen bu tünellerde, savaşın başka bir evresi beklemekte.

Modern bir çağın bataklıklarında çırpınan ötekiler

Şiddetin her biçiminin, kolonyalist bir devlet aygıtı tarafından vahşi ve acımasız yöntemlerle, orantısızca kullanılmasının doğurduğu sonuçlar

Amerika’nın Vietnam Savaşı’nda ölen askerlerin dört katı kadarını da, yani 175.000 ila 200.000 arası ölüyü, savaştan dönen gazilerin intiharlarıyla kaydetmişti. Ne var ki bu gerçek, silah endüstrisi, şirketlerin bilançoları ve siyasetin kirli çarkları arasında öğütüldü. Modern çağın medya ve iletişim gücü, bu olayı Amerikan halkının puslu belleğine gömmekte zorlanmadı ve olay unutuldu gitti.

Bugünlerde, daha önce Vietnam halkının karşısına çıkmış savaş aygıtı, Irak ve Afganistan topraklarında tükettiği ateşten geri kalanını İsrail eliyle Filistin toprakları üzerine boşaltmaya devam etmekte.

Geçen yüzyılda, kolonyalist Batı için bir denge unsuru olan SSCB’nin ideolojik olarak havlu atmasının ardından dünya, yeryüzünün diğer egemenleri için güçlerini dizginsizse sınadığı vahşi bir arenaya dönüştü.

Soğuk savaş bitti ama yerini sonu gelmeyen sıcak savaşlar aldı. Dünyanın efendilerinin, yeryüzünün geri kalanı üzerindeki acımasız güç ve hegemonya yarışı sürmekte. Ortaya çıkan aşırı orantısız durumunun yol açtığı bataklıkta her türlü radikal akımın çoğalmasından doğal ne olabilir ki?

Batının ‘uygar” güçleri, zorbalıkla girdikleri hemen her toprak parçasını arkalarında derin bataklıklar bırakarak terk ediyorlar. İşte bu bataklıklarda üreyen her türlü radikal, fundamentalist akımın dünyanın bu acımasız eşitsizliğine olan isyanları ise yeni istikrarsızlıkların da nedeni olmakta.   

Son 40 yılda yeryüzü, ekonomik, sosyal ve ekolojik açıdan daha az güvenli hale geldi.

2.Dünya Savaşı boyunca tüm Alman şehirlerine attığı bombaların 5,7 katını Vietnam üzerine boşaltan Amerikan savaş makinesi, doymak bilmez bir iştahla kendine yeni kurbanlar aramakta. Üstelik Irak ve Afganistan’dan sonra halâ ders almamışa benziyor. Hoş, onun doğası, böyle bir ders almaya da pek uygun olmasa gerek.

Muharebe alanındaki aşırı güç dengesizliği, zaten avuç içi kadar kalmış Gazze’nin dümdüz olmasıyla sonuçlanabilir. Daha ötesi, geri kalan topraklarının da işgal edilerek HAMAS’ın yenilgisiyle sonuçlanması da pek olası.

Peki ya sonra?

İsrail’in, ABD’nin, Avrupa’nın ‘beyaz adamı’ dünyanın bütün bombalarını, avuç içi kadar kalmış Gazze’de kullanarak kazanacağı savaşı, insanlığın vicdanında da kazanabilecek mi?

Geride kalan bataklıktan kaç yeni HAMAS, kaç yeni El Kaide daha türeyecektir?

Öldürülecek binlerce HAMAS üyesinden, on binlerce Filistinliden geri kalan 2 milyon Gazzelinin her birinden yeni bir düşman, kendine yönelmiş yeni bir silah, patlamaya hazır başka bir bomba yaratmayacak mıdır? Bunun bir garantisi var mıdır?

Aksa Tufanı’nın olası sonuçları

El Kassam Tugaylarınca ele geçirilen İsrail tankı
İsrail, 1967’deki Arap-İsrail Savaşı’nda 7 Arap ülkesine karşı verdiği ölü sayısının dörtte birini, devlet olmayan, silahlı bir grubun karşısında vermesi kayda değer.

İsrail son 15 yılda kaybettiği asker sayısına (308) eşit ölüyü tek bir operasyonda vermiş olması ise böyle bir devlet için unutulmaz bir travma olacaktır. Sivillerle birlikte bin 400’ü bu sayı İsrail’in son elli yıllık tarihinde görülmemiş bir kayıp.

İsrail’in tarihinde benzersiz bir yara açan Aksa Tufanı Savaşı’nın şimdiden görünen sonuçlarını sıralarsak şunlar olabilir:

1-İsrail’in en güçlü olduğu zamanda bile çok büyük taarruzlara maruz kalabileceği,

2-Kendi ajan ağları ve ünlü gizli servisleri ile ABD/AB ülkelerinin sınırsız istihbarat desteğine rağmen bunun %100 işe yaramayabileceği,

3-Düşmanı zalimlikle küçülttükçe, öfkenin daha çok büyüyeceği; yarattıkları bataklıkta her türlü radikalizmin gelişeceği,

4-Uyguladığı kural, hukuk ve sınır tanımayan vahşetin doğal sonucu olarak Yahudi düşmanlığının artacağı; sadece İsrail ve Filistin’de değil, dünyanın her yerinde Yahudileri, korkuyla yaşayacağı bir iklimin bekleyeceği,

5-Aynı öfke ve nefretin, İsrail’in akıl almaz vahşetinin doğrudan/dolaylı destekçisi olan Avrupa ve Amerika’nın ‘beyaz insanı’ na da yöneleceği, dünyanın giderek daha az huzurlu hale geleceği,

6-Bir süredir etkisini yitirmiş olan Batı Şeria’daki El Fetih yönetiminin iyice gözden düşeceği, buranın da giderek radikalleşeceği…

Modern-vahşi çağın tanrıları

İşgalci İsrail devleti yarattığı bataklıkta çırpınmakta. Her saldırısının o bataklığı daha büyüttüğünün ne kendisi, ne de onu destekleyen ABD/AB ülkeleri farkında.

Öyle görünüyor ki İsrail ordusu, son 15 yılda işgal ettiği topraklarda aldığı canın (6 bin 407) çok daha fazlasını Aksa Savaşı’nda alacak. Şimdiden bin 873’ü çocuk olmak üzere 5 bin 87 Filistinli hayatını kaybetti bile.

Vahşi çağın tanrıları el birliği etmişçesine, haritalarda artık küçük bir nokta gibi kalmış Filistin’i ateş içinde boğmaya kararlı gözüküyor. Bunun için tarihte eşine az rastlanır bir gaddarlıkla, bir avuç toprak parçasına sığınmış, dört tarafı ablukada 2 milyondan fazla insanın üzerine ölüm kusan her türlü silahı yağdırmakta tereddüt etmiyor. Bunun için hiçbir yasa, uluslararası sözleşme, savaş hukuku dinlemiyor; her türlü savaş ve insanlık suçunu işlemeyi göze alıyorlar.

Bu yazının yazıldığı saatlerde 3 kilise, 31 cami, 1 hastane, onlarca okul, mülteci kampları, çarşı ve apartman, tahrip gücü yüksek füzelerle vurulmuştu bile. Sadece tek bir hastanenin bombalanmasıyla 500'e yakın insanın ölmesi bile bir şeyi değiştirmedi.

Şimdi herkes şu soruyu sormakta; dünyanın içine sürüklendiği bu modern-vahşi çağın tanrılarını durduracak olan ne?

Yaşadığımız iletişim çağında, Kuveyt’teki bir doğum hastanesinin kuvözlerinden çıkarılarak yerlere savrulmuş hayali bebek hikâyeleri anlatmakta mahir Batı medyası, her gün İsrail bombalarınca yerle yeksan edilen apartmanlar, hastaneler, sağlık ocakları; okul, cami ve kiliseleri kendi yurttaşlarından ilelebet saklayabilir mi?

20. yüzyılda, insanın insana ve doğaya hükmetme çağının kötücül sonuçlarına bir umut olarak doğmuş olan sosyalizmin başarısızlığı yeni ve vahşi bir çağın başlangıcı olabilir mi?

Gemi iyice azıya alan dünyanın bu yeni tanrıları, yarattıkları cehennemle yeryüzünü akıl almaz bir hızla tüketmeye devam etmekteler.

Tet Taarruzu nasıl ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü savaş için bir dönüm noktası olduysa, Aksa Tufanı Operasyonu da Filistin Savaşı için bir kırılma noktası yaratabilir mi?

Gazze’de paramparça olmuş çocuk cesetlerinden dünyaya yayılan kokuya, batıda rahat koltuklarında oturmuş, oyun izler gibi Filistinlilerin üzerine yağan İsrail ve ABD bombalarını izleyen beyaz adamın taşlaşmış yüreği sınır tanımayan bu vahşete daha ne kadar tahammül edebilir, göreceğiz...

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/vietnam-tet-taarruzu-ndan-aksa-tufani-na-2,41962