25 Mart 2020 Çarşamba

Her hastane bir Çernobil şimdi!

Yusuf Nazım
T24 | 25 Mart 2020


“Hipokrat Yemini ‘ne, tıp etiğine, meslek örgütü ilkelerine bağlı kalarak dünyayı saran yangına kelebekler gibi koşan tüm sağlık emekçilerine derin saygıyla.”

 Telefon çalıyor.

Arayan Acil doktoru. Sesi telaşlı;

“Filmi çok kötü, ateşi yüksek bir hasta daha!” 

Doktor Berrak endişeyle kapatıyor telefonu. Elinin tersiyle düzeltmek istiyor alnındaki saç demetini. Henüz alışamamış olmalı; yüzü maskeli, gözlüklü, boneli. 

Odaya girdiğinde, onunla göz göze geliyor Doktor Nisan. 

“İki hastanın durumu ağır, çayı koy, hemen geliyorum!” diyor Nisan’a. Kapıyı çarptığı gibi çıkıyor.

Koronavirüs nöbetinde ilk gün. Ne tuhaf! Enfeksiyon Hastalıkları Bölümü’nün doktor odasındaki ilk işi, çayı koymak oluyor Nisan’ın. Ne de olsa, gün içinde en çok ihtiyaç duyacakları şey. Oh, yoruldukça mis gibi içecekl çayları var.

Hekim odası, belli ki yeni hazırlanmış. Etrafına bakınıyor. Formasını giyiyor, bir gün önce verilen bonesin takıyor; maskesini, gözlüğün, eldivenlerini… 

Hastanenin bu bölümü covid hastaları için ayrılmış.

Telefon bir kez daha çalıyor!

Bakacak kimse yok. “İşte gün başladı” diyor Nisan, hemen kaldırıyor telefonu.

Covid Polikliniği’nden arıyor biri, sesi heyecanlı;

“Hocam, hastanın oksijen satürasyonu 80, ne yapalım?” 

“Gönderin servise” diyor, stetoskobunu da asıyor boynuna.

Olsun, çayı koydu ya! Hızla fırlıyor dışarı. Koridorda sağlı sollu odalar, ilaç kokuları, tuhaf bir sessizlik. Elinde kâğıtlarla bir hemşire yürüyor. Bir temizlik emekçisi özenle yerleri siliyor.

Bir anda kendini serviste, odadan odaya koşarken buluyor. İlk defa görüyor böylesini; hepsi benzer vakalar, bulgular hep aynı; endişeli yüzler, soluk benizler, kuru öksürükler... Asistanlar sessiz bir telaş içinde koşturuyor, Doktor Nisan iki saate on beş hasta görüyor. 

Yanında Sadık Hoca, “iki hastanın durumu ağır, yoğun bakımlık, anestezi doktoruna haber ver!” diyor.

Başında belli belirsiz bir ağrıyla dönüyor odaya. Asistanların biri girip biri çıkıyor; hemşireler de öyle, makinedeki çay kaynamaya devam ediyor...

Acıyla çalıyor telefon!

Sadık Hoca telefonda, “İki hastayı Taksim’e göndereceğiz, orayı karantina hastanesi yapmışlar” diyor. Doktor Nisan, daha oturamadan, gerisin geri çıkıyor.

Binadaki altı katın tamamı sadece covid hastalarına ayrılmış. Böyle giderse, diğer katlar da servise dönüştürülecek belki.

Asistan doktor onlara doğru koşuyor; 

“Hasta ağırlaştı, solunum 30 un üstünde!” 

Birlikte servise geçiyorlar. Odada bir hasta, göğsünde hırıltılar, hastanın yanında bir hemşire. Özgür Asistan bulguları bir bir sıralıyor; ateşi, nefesi, satürasyonu… Doktor Nisan endişeyle mırıldanıyor; 

“Anesteziye haber vereceğiz, hasta yoğun bakıma çekilecek.”

Yeniden koridordalar. Yanından iki asistan, gülümseyerek selam veriyor, hızla geçiyorlar. Başında, giderek büyüyen bir ağrı, doktor odasına giriyor.

Telefon durmaksızın çalıyor!

Covid Polikliniği’nden bir doktor;

“Hocam burası kaynıyor, iki hasta daha gönderiyoruz. Birinin filminden emin olamadık…”

Oturmaya vakit yok, gerisin geri çıkıyor dışarı. Uzun koridorda acele adımlarla ilerliyor. 

Aklında türlü türlü düşünceler. İstanbul’da erguvanlar baharı müjdeliyordu. Oysa şimdi… Son birkaç günde, nasıl da değişmişti her şey! Hastanede acil durum ilan edilmiş geçen hafta, kimi poliklinikler ise kapatılmış, ayrı bir Covid Polikliniği kurulmuştu. Binadaki katlar ise covid servisine dönüştürülmüş durumda. 

Koridorda Berrak’la karşılaşıyor, “çayı koymuştum, hala bizi bekliyor.” Gülümsüyorlar.

Ayakları kattan kata, odadan odaya sürüklüyor onu. Bir süredir arkasında genç bir delikanlı, gölge gibi peşinde. Ancak fark ediyor onu. Göz göze geliyorlar. Çekingen bir ses;

“Abla ben KBB asistanıyım, yapacak bir şey var mı?” diye soruyor.

Başını sallıyor Nisan, gülümsüyor, nemli gözlerini kaçırıyor ondan...

Mekâna hapsolmuş, zamandan kopmuş gibi adeta. Geçen saatleri sayamıyor, telefona bakamıyor. Ayakları zonkladığını hissediyor, kapıyı paldır küldür açıyor, kendini hekim odasına zor atıyor, makinedeki çay kaynamaya devam ediyor.

Telefon bir kez daha acıyla çalıyor!

Her telefon bir hasta, her telefon yeni bir vaka! Vakalar acil, vakalar vahametli, vakalar telefondan telefona daha da vahimleşiyor. Hekimler vardiyalı, uzmanlar 24 saat nöbette, evde çocuklar bekleşiyor; babalı, babasız; anneli, annesiz; kimi ağlıyor, kimi rahatsız! Vakit yok dinlenmeye, mütemadiyen artıyor hasta sayısı.

Asansörler harıl harıl çalışıyor. Yardımcı sağlık görevlilerinin biri iniyor, biri çıkıyor. Üstleri formalı, başları kasklı, yüzleri maskeli; yanlarında hastalar; kiminin koluna girmiş, kimi tek başına, kimi sedyede... 

Ayaklarına sular inmiş Rüstem Efendi’nin. Boş sedyeyi asansöre itiyor. Acil Bölümü’nde sıra sıra insanlar bekleşiyor.

Hastalar… Hastalar… Her tarafta hastalar!

Çoğu soluk benizli, sarı yüzlü, öksürüklü; kimi yutkunmada güçlük çekiyor, kimi nefes darlığı; kimi korku içinde, kimi sabırsız, hemen hepsi ateşli. Bir hastayı daha hemşireye teslim ediyor Rüstem Efendi.

Covid Servisi henüz yeni, hasta kaynıyor. İlk günden 70 ‘i buldu yatan hasta sayısı! 

Enfeksiyon odasında, Asistan Samet bilgisayarın başında, pürdikkat bir şeylere bakıyor. Kaşları çatık, yüzü gergin, alnından derin izler.

Öteden hoca sesleniyor, kapı açılıp kapanıyor, Samet endişeli, “Hocam literatürde yok!” diye yanıt veriyor! “Git”, diyor Sadık Hoca, “Doktor Nisan’a söyle, bir de o baksın tomografiye.”

Samet Asansörü beklemiyor, merdivene koşuyor, sessiz bir gölge gibi kapıdan içeri süzülüyor.

Odadaki telefon acilen bir kez daha çalıyor!

Yoğun Bakım’dan bir anestezi doktoru:

“Bir hasta ex oldu, bir diğeri için ilaç durumunu soracaktım.”

Arkadan, “Bu gidişle yoğun bakımda yer kalmayacak” diye bağırıyor bir ses! 

Hemşireler, sessiz bir telaş içindeler; bir odadan başka bir odaya yumuşak adımlarla koşuyorlar. Bir başkası, hastayı yatışa hazırlıyor.

Odanın kapısı hızla açılıyor. Genç bir kadın doktor giriyor içeriye;

“Covid-19 çıktı, üstelik beyin kanamalı, ne yapacağım bilmiyorum” 

Sesi ağlamaklı, Enfeksiyon Bölümü’nden, 35 yaşlarında ya var, ya yok; yüzünde ilk günden tükenmişlik sendromu, ağlama krizleri geçiriyor. 

İçerde durmaksızın çalıyor telefon!

Kâğıtlar gönderilmiş başhekimlikten. “İhtiyaç halinde psikiyatrik destek için…” diye başlayan… Soluk almaya zamanları yok, aşk olsun gitmeyene!

Hemşireler, Covid Polikliniği’nin açıldığı ilk günden beri, canlarını dişlerine takmış, çalışıyorlar. Ön cephenin kahraman kadınları, kliniğin fedakâr emekçileri onlar, nasıl ödenir emekleri? Elleri kutsal, bakışları muhlis, dokunuşları sevecen. İyilik dolu elleriyle gösteriyorlar hünerlerini. 

İş çok, hastalar kuyruklarda, poliklinik sekreteri gergin. Mütevazı evleri, şehrin uzak semtlerindeler. Sabahları, erkenden yollara düşüyorlar; metroyla, otobüslerle, metrobüslerle geliyorlar hastaneye; hepsi de düşük maaşlı, kimi yeni evli, kimi bekâr gencecik insanlar… 

Mütemadiyen barkotlar basılıyor, hastalar birbiri peşi sıra içeri alınıyor; temizlik emekçileri kan ter içinde, yerleri paspas yapıyor; iki uzman, üç asistan nöbette; serviste 35 hastaya bir hemşire bakıyor!

Hastaların çoğu, sırat köprüsünde gibiler. Her an durumları değişmede! Bir an iyi, bir an kötü; bir an normal görünüyor, bir an soluk alamıyor, birden kötüleşiyor; anestezi çağrılıyor, alelacele yoğun bakıma alınıyor…

Enfeksiyon Hastalıkları Hekim Odası’nda, makinede çay kaynamaya devam ediyor.

Telefon bir kez daha acı acı çalıyor!

Fırlıyor odadan Doktor Sumru.

Göğüs polikliniğinin uzman hekimi o. İlk günden nöbete yazmışlar bile! Canını dişine takmış, çelimsiz bedeniyle koridordan koridora koşturuyor. Gören, kafayı yemiş sanır, kendi kendiyle konuşuyor. 

Teşhisi yeni konuldu, annesi kanser Sumru’nun. Beş gün sonra ameliyat olacak, annesini çoktan unutmuş gözüküyor. 

Asistana tane tane anlatıyor;

“Ateşi yüksek, nefes darlığı da var, tomografi çekilecek” diyor.

Yan odadan başka bir asistan, “Oksijen saturasyonu seksene düştü hocam” diye telaşla bağırıyor. 

Sumru oradan yetişiyor;

“Ventilasyon gerekebilir, anestezi doktorunu arayacağım, Sadık Hoca nerede?” diye soruyor.

Doktor odasına bir haber düşüyor;

“Göğüs cerrahisinden Sertaç Hoca yoğun bakıma alınmış!”

Yüzler düşüyor, bakışlar endişeli, makinede çay kaynıyor; kimsenin eli varmıyor çayı içmeye, varamıyor… 

Telefon çalmaya devam ediyor!

Kapı açılıyor, bir asistan telaşla giriyor içeriye. Yüzü solgun, gözleri kan çanağı. Sahanın erleri onlar. Hep en ön saflardalar. Hastayı hazırlamak, hikâyesini almak, bulgulara bakmak; her şey onların eliyle başlıyor.

Dün sabahtan beri ayaktalar! Çorbalarını, kaşık sallayarak değil, ancak kafaya dikerek içecek zamanları var. 

Bir haber yayılıyor internetteki hekim ağlarından; Süreyya Paşa’da, karantinadaki hastasını ziyaretine izin vermeyen doktoru bıçaklamış bir yakını! “Korona değil, cehalet öldürecek bizi” diyor asistan! Birlikte koşarak çıkıyorlar odadan.

Saat 18.00 suları.

Odaya giriyor Nisan. “Ayaklarım” diyor, “su topladı galiba.” Kendini koltuğa bırakıyor. Ardından Berrak giriyor içeriye. O da aynı şekilde, bitkin; öylece çöküyor koltuğa. 

Makinedeki çay, hala kaynamada. Karşılıklı bakışıyorlar. Ah, şu çayı bardağa bir koyan olsa… Ne mecalleri kalmış içmeye, ne de moralleri…

Doktor Berrak, iki çocuk annesi, 17.00’de çoktan bitti onun mesaisi.

“Çocuklarımı özledim” diyor, “gün içinde arayıp durdular, sadece bir kez konuşabildim. Tek isteğim var; gidip onları kucaklamak!”

Eşyalarını topluyor, Doktor Nisan’a dönüyor “iyi nöbetler, işin zor, kolay gelsin” diyor, çıkıyor.

Saat 20.00 suları.

Doktor Nisan yorgun, Nisan’ın ayakları şişmiş, artık oturmak istiyor Nisan.

Telefon bir kez daha acilen çalıyor!

Telefonu açıyor, bir kadın sesi; 

“Kötü şeyler görüyorum, bir de sen bakar mısın filme lütfen?”

Tanıdık geliyor bu ses, ama nasıl olur?

“Berrak, sen misin yoksa?”

Karşıdaki ses, derinden derine, içli; 

“Evet, gidemedim” diyor; “bazı hastalar ağırlaştı, bırakamadım…”

Eve gitmemiş, gidememiş, çocuklarını kucaklayamamış Berrak!

Odadaki telefon çalıyor!

Nöbeti gündüze devrediyor gece. Güneş, İstanbul’un koynuna endişeyle sızıyor.

Bitkin yüzler, tükenmiş nefesler, yorgun bedenler… Yürekler hafif oysa; yüreklerde hayatta tutmanın, yaşatmanın o dingin ferahlığı var… 

Şimdi nöbeti devretme zamanı. Rutin işler, eldivenler, maskeler, gözlükler; dezenfekte işlemleri, eşyaların toparlanması, vedalaşmalar…

Otopark’ta, başka bir telaşın hareketli görüntüleri. 

Binadan çıkan sağlık emekçileri; hekimler, uzmanlar, asistanlar, hocalar; hemşireler, yardımcı sağlık personeli, güvenlik görevlileri… Hepsi, ama hepsi büyük bir savaştan çıkmış gibiler; hepsi yorgun ve bitkin; ama bakışları mağrur, yürekleri aydınlık; muzaffer bir ordunun kahramanı gibi onlar. 

Şimdi, kimi arabasına, kimi otobüsüne, metrobüsüne; evlerine, eşlerine, çocuklarına gidiyorlar…

Bir de, telaş içinde gelenleri var hastanenin. Sırtlarında ağır bir dünya yükü, yüzleri aydınlık. Bir an önce nöbeti devralma telaşındalar! Bahçe kapısından, otoparklardan, ara sokaklardan geliyorlar. Elleri çantalı çantasız, yüzleri maskeli maskesiz, bakışları tasalı tasasız…

Gözleri ışıl ışıl hepsinin. Gidenlerle gelenler, yolda karşılaşıyor, selamlaşıyorlar; günaydınlar, geçmiş olsunlar, iyi nöbetler, kolay gelsinler…

Hekim odasının kapısı açılıyor, hekimler, asistanlar, bölüm hocaları bir bir giriyorlar içeriye.

Rutin işler; formalar, eldivenler, maskeler, gözlükler…

Serviste hasta sayısı 81’e ulaşmış, 74 yaşında 1 Ex var! Sinirler gergin, bakışlar kaçamak, yüzlerde hayata nefes verecek olmanın heyecanı. 

Her hasta bir yangın misali, her hastane bir Çernobil şimdi.

Serviste bir hasta ağırlaşıyor, makinede çay kaynıyor, telefon acı acı çalıyor…

Not: Salgının ilk günlerinde, İstanbul’daki bir hastanede yaşananların anlatısıdır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com