T24 | 19 Haziran 2019
Aralarında
üç dilde konuşuyorlardı.
Üç
dilde türküler söylüyor, üç dilde hüzünleniyor, üç dilde selamlar taşıyorlardı.
Hayallerinden
yaralı emanetleri olan dört adamdılar. Kaleye çıkan ve yüzlerce basamaktan
oluşan taş merdivenleri güçlükle tırmanmış, soluk soluğa kalmışlardı.
Dicle
Nehri’nin kıyısında hava sıcaktı.
El Rızk Camii’nin üzerinde kibirle süzülmekte
olan kara kartal bu dört kara noktaya sivri gözlerle baktı.
Birazdan
zirveye ulaşacaklardı.
Nitekim
öyle de oldu. Üstlerinde maviyle boyanmış bir gökyüzü, altlarında Dicle’nin
zümrüt yeşili suları karşıladı onları.
Artık
zirvedeydiler.
Binlerce
yıldır nice uygarlıklara bereket taşımış Dicle Nehri, önlerinde kıvrıla kıvrıla
akıyordu.
Dört adam, elleriyle güneşi kesmiş, sular altında kalacak bir tarihe kederli gözlerle uzun uzun baktılar.
Dört adam, elleriyle güneşi kesmiş, sular altında kalacak bir tarihe kederli gözlerle uzun uzun baktılar.
Göğüslerinde,
üç dilde yazılmış dövizler vardı.
Betonla boğulan tarih |
Hasankeyf’e saygı
Ata
16 yaşındaydı.
Genlerine
musallat olmuş bir hastalık nedeniyle en fazla yirmi yaşına kadar yaşayacağını
biliyordu.
Ona,
çekeceğimiz belgeselde, dünyada ilk kez bir DMD (*) hastası olarak Hasankeyf’e saygı tırmanışı yapmayı
önerdiğimde heyecanlanmıştı.
Nasıl
heyecanlanmasın?
O
güne dek evinden dışarı çıkmamış Ata, Batman'a gidecek, Hasankeyf’in zirvesine bir tırmanış yapacaktı. Bunun için koca bir
ekip seferber olmuştu. Diyarbakır’dan özel yapılmış tekerlekli bir sandalye
bile getirilmişti.
Sadece
o kadar mı?
Değil
tabii! Ata, zirvede uçuracağı uçurtmayla dünya çocuklarına selam gönderecek,
üzerinde taşıyacağı üç dilde yazılmış dövizlerle “Hasankeyf’e saygı” duruşunda bulunacaktı.
Dünyanın
bütün ajansları bu haberi geçecekti:
“Dünyada ilk kez, bir DMD hastası…”
“Hasankeyf’e saygı…”
“12 bin yıllık tarih…”
“Sular altında kalacak Hasankeyf…”
Kim
bilir, dünyada ses getirecek bu eylemle, Hasankeyf
sulara gömülmekten, belki de kurtulacaktı…
Olmadı!
Olmadı!
Hasankeyf'e saygı |
Ata
Hasankeyf’e tırmanamadı!
Film
çekimleri için gittiğimiz Hasankeyf’te;
türbelerde dilek tutup, Dicle Nehri’ne kâğıttan gemicikler bırakırken, kızgın
öğlen sıcağının altında yaptığımız çekimler Ata’yı bitkin düşürdü. Onu, nehrin
kıyısındaki çardaklarda dinlendirmeye karar vererek, bayrağı biz devraldık.
Bir
süre sonra Hasankeyf’in
zirvesindeydik.
Göğsümüzde
Ata’nın zayıflamış kalbi, ruhumuzda onun heyecanı, ellerimizde ise üç dilde hazırlanmış
dövizlerimiz vardı.
“Hasankeyf’e saygı!”
“Ji Heskif’e re rez!”
“Homage to Hasankeyf!”
Türkülerimizi
üç dilde söyledik; üç dilde ağıtlar yaktık, üç dilde sorular sorduk, üç dilde
sustuk o gün...
* * *
Biliyorduk,
üzerinde, hasta çocukların izini sürdüğümüz o topraklar ki yanıktı, yaralıydı.
O
coğrafya ki, bir zamanlar onlarca dilden söylenirken türküleri, kelimeler tek
bir dilde öldürülüyordu artık.
İnsanoğlu
ne kadar da doyumsuzdu.
Daha
çok buhar istiyordu; daha çok makine, demir ve çelik; daha çok giysi, daha çok
telefon, televizyon…
Batman’da,
bir nehrin üstünde bir baraj kuruluyor, çağdan çağa koca bir tarih, insan
eliyle alenen öldürülüyordu.
Daha
çok elektrik istiyordu insan; daha çok enerji, daha çok araba, daha çok uçak,
gemi, denizaltı, reaktör…
Hasankeyf sulara gömülmeden önce |
12
bin yıllık yaşamı, bir anda, gözünü kırpmadan sulara gömüyordu insan.
Derken,
Dicle Nehri’nin kıyısında, Hasankeyf’te
bir ölüm yolculuğuna dönüşüyordu yaşam. Açgözlü, sabırsız, aceleci…
İşte
o andan itibaren ölüm her şeye bulaşıyordu; dağlara, ağaçlara, kuşlara; börtüye
ve böceğe; insanlara…
Tıpkı
Hiroşima ve Nagazaki’deki gibi; tıpkı Çernobil
ve Fukuşima’da olduğu gibi; Vietnam’da,
Afganistan’da, Irak’ta; tıpkı Suriye’de ve dünyanın diğer yerlerinde olduğu
gibi…
Geri
dönüşü olmayan bir ölüm yolculuğuydu bu.
Dünyanın
efendilerinin, bizzat kendi elleriyle başlattıkları.
İnsanlığın
bilerek sürüklendiği bir ölüm yolculuğu…
Paranın ve gücün efendileri
Medeniyetin gömdüğü bir tarih |
İnsanoğlu,
her geçen gün daha fazla elektrik istiyor. Bunun için daha çok barajlar
kuruyor, daha fazla rüzgâr ve hidroelektrik santralleri üretiyor; yetmiyor atom
santralleri inşa ediyor. Bilim dünyası ve çevre örgütleri ise tüm bunların faydaları
ve zararları üzerine hummalı tartışmalar yürütüyorlar...
Geçtiğimiz haftalarda, ünlü Amerikan dizi kanalı HBO/Sky'da,
Ukrayna'daki Çernobil nükleer
reaktör kazasını konu edinen bir dizi yayınlandı.
Üzerine çokça tartışmalar yapıldı filmin, yazılar kaleme
alındı. Kimileri, sosyalist sistemi kötülemenin bir aracı olarak gördü filmi;
gerçeklikten kopuşa, tarihsel hatalara, bilinçli çarpıtmalara vurgu yaptı. Kimileri
ise nükleer enerjinin tehlikelerine dikkat çektiğini söyleyerek kutsadı filmi.
Gerçekten teknik ve oyunculuk olarak güzel kotarılmış bir
filmdi.
Ancak, yönetmenin vermek istediği mesaj neydi? Film, nükleer
tehlikeye dikkat mi çekmek istemişti? Yoksa tarihin ilk işçi devriminin
ülkesine sinsi bir saldırıya mı niyetlenmişti?
Gerçeği filmin yönetmeni Craig Mazin’in ağzından duymak, belki
de en kolayıydı.
Ona göre, “modern
nükleer güç tehlikeli değildi. Halkına yalan söyleyen, kibirli ve her türlü
eleştirinin bastırıldığı toplumlarda bu gücün kullanılması tehlikeliydi.”
Elbette ki doğruydu söylediği. Ancak, nedense Craig Mazin
bunu, ABD ve müttefiklerinin büyük yalanlarıyla Irak’ta öldürülen 1 milyon
insan üzerinden anlatmayı denememişti…
Ya da 2.Dünya Savaşı’nda, Hiroşima ve Nagazaki
şehirlerine yaşatılan tarihsel dram üzerinden. Malum, ABD, bir kazayla değil;
bilerek, ama isteyerek, özel olarak planlayarak yüzbinlerce insanı katletmişti!
Crag Mazin, ABD’nin bu iki şehre attığı, insanlık tarihinin ilk atom bombaları üzerinden
senaryo kurgulamayı tercih etmemişti.
Ya da bir buçuk milyon insanın öldüğü Vietnam Savaşı ve ABD
kamuoyuna söylenen diğer yalanlar üzerinden…
Biliyoruz ki her şey, ama her şey onların marifetiydi.
Paranın
ve gücün efendileri, doymak bilmez bir iştahla saldırıyorlardı yeryüzüne. Kemiriyorlar, kemiriyorlar,
kemiriyorlardı…
Sulara gömülmek istenen Hasankeyf |
İnsanlığın bilerek sürüklendiği bu ölüm yolculuğunda hep
onların rolü vardı.
İster Hasankeyf’te,
Allianoi’de, Zeugma’da yok edilen bir tarihte; ister köklerinden koparılan insanlar,
susuz bırakılan vadiler, havasız kalan şehirlerde; isterse kullanılan atom
silahları, nükleer reaktörler, bunlardan üretilmiş türev silahlarının topluca
ya da yavaş öldürdüğü hayatta; doğada, tüm canlılarda olsun… Hepsinde onların
rolü vardı.
Hasankeyf’in son nefesi
Ata’ya gelince.
Hep umut ederek yaşamış, hayatın ona sunduğu talihsiz oyuna aldırmamıştı.
Tırmanmaya niyetlendiği zirveden dünyaya karşı, Hasankeyf için bir saygı gösterisinde
bulunmak istemişti.
Ata ve Hamza kardeşler |
En büyük isteği, Hasankeyf’in
kurtarılmasındaki derya deniz çabalara küçük bir damla olabilmekti.
Ama olamadı! Buna ne gücü, ne zamanı elverdi.
Aradan 5 yıl geçtikten sonra ölüm, önce, aynı hastalık
tarafından bedeni tutsak edilmiş kardeşi Hamza’yı aldı aramızdan.
Sonra Ata’ya döndü yüzünü. 22 yaşındaydı. Daha çok elektrik
peşinde koşan bu dünya ona, gençliğini yaşatacak nefesi çok gördü.
Geçen hafta ise bir haber düştü ajanslara. Hasankeyf’i sular altında bırakacak
Ilısu Barajı’nda su tutulmaya başlanacaktı. Bütün hazırlıklar tamamdı. Ata’dan
sonra Hasankeyf’te son nefesini verecekti.
Son anda alınan bir kararla şimdilik ertelendi.
Ne demeli; umut ve umutsuzluk…
Tıpkı bir yarışa benziyordu bu ikisi. Umutsuzluğu yenmedikçe,
umudu yakalamak zor oluyordu.
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/hasankeyf-ten-cernobil-e-olum-yolculugu,22860
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com