6 Şubat 2019 Çarşamba

AYAZMA FISILTILARI XLII

Yusuf Nazım Öykülerinde Fenomenal Olgular:
“Sessiz Çığlık”, Eylem ve Vicdan

Şaban Akbaba (*) | ÇiniKitap | Şubat 2019, Sayı:10


I.
Teşekkürler Kars’ın[1] bereketli, onurlu, gururlu toprağı. Acılar, ağrılar, kuraklıklar, kıtlıklar kadar vicdanlı, adaletli yazın(edebiyat) ve sanat insanları, yazın ve sanat yapıtları; kutsal sözler, rengârenk, zengin mi zengin kültürel değerlerürettiğin; ülkemin bilgisine, estetiğine, kültürüne, demokrasisine, direncine  katkı yaptığın için.
Söze Yusuf Nazım adlı öykücünün Kızak ve Leyla’yı Beklerken[2] adlı öykü kitaplarıyla devam edeceğim ama oraya gelmeden, o öyküleri de doğuran kültürel altyapıya kısa da olsa değinmem gerekiyor.
Yöredebilinen en eski yazın ürünü dokuzuncu yüzyılda yaşamış, dilden dile anlatılarak, bugüne ulaşmış Dede Korkut[3] hikâyeleridir.
Toplumsal anlamda ikinci ve çok daha önemli kültür unsuru âşıklık geleneğidir. Dil, anlatım özellikleri, şiirleri, âşık denen sazlı şairlerin “usta malı” şiirleri ya da kendi şiirlerini besteleyip çeşitli makamlarla saz eşliğinde söylemesi, düğünlerin âşıklarla yapılması; düğün gecelerinde halk hikâyelerinin anlatılması, lebdeğmez, muamma, atışma gibi özgün formlarla halka sunulması oldukça etkileyicidir. Özellikle düğünler, yörede büyüyen çocukların kültür dağarcığına büyüleyici katkılar yapar. Her biri kültür hazinesi olan âşıkları dinleyen çocuklar, gençler o anki bilgilenmelerinden başka ve daha sonra kendi aralarında; dudaklarının arasına toplu iğne koyarak lebdeğmez (dudakdeğmez) tekniğiyle şiirler üretmeye, birinin verdiği ayakla (temel dize) atışma yapmaya, saklanan herhangi bir nesneyi yine şiirle betimlemeyerek bulmaya çalışırlar ya da saz çalmayı, saz eşliğinde şiirler söylemeyi denerler.
Aile ve birey bağlamına gelince… Bebekleranlamlı ninnilerle, tekerlemelerle, çocuklar hem kendi annelerinin hem de “masal anaları”nın anlattığı masallarla büyür, gençliklerini de halk hikâyelerinin büyüleyici aşk, tarih ve toplumsal durum öyküleriyle, acılı ağıtların dramatik büyüsüyle donatırlar. Böylece oldukça özgün bir farkındalık sahibi olurlar.
Zamanla bunların arasından saz şairleri (âşıklar) çıktığı gibi şairler, yazarlar da  çıkabiliyor.
Bu kültür varlıklarının çok daha eskileri “cönk”adı verilen deri kapaklı defterlere kaydedilerek saklanmış ve bugünümüze ulaştırılmıştır. Cönklerde adı geçen ve klasikleşmiş şiirleriyle bilinen onyedinci yüzyıl âşığı Derûni’den, Dede Kasım’dan Âşık Şenlik’e, Kağızmanlı Hıfzı’dan Murat Çobanoğlu’ya, Şeref Taşlıova’ya; Maksut Feryadi’den Günay Yıldız’a birçok bilge aşık, geçmişten günümüze, bu kültüre katkı vermişler, veriyorlar.
Ayrıca yörede Azeri, Kürt, Çerkez, Ermeni, Terekeme, Alevi, Şii, Yerli vb. çok çeşitli kültürlerden insanların yaşaması da kültür dağarcığına zengin bir içerik katmıştır.
Altyapısı, kaynağı bu denli sağlam, dolu, renkli olan ve çeşitlilik gösterenKuzeydoğu Anadolu kültürüdoğal olarak çağdaş yazın alanında da verimli sonuçlar doğuracaktı. Öyle de oldu. Yöreden yetişen Dursun Akçam, Ataol Behramoğlu, Ümit Kaftancıoğlu, Nihat Behram, Alper Akçam, Halide Yıldırım, Tuğrul Keskin, Fatma Aras, Nursel Aras, Hasan Özkılıç, Metin Turan, Yücel Balku, Şaban Akbaba, Murat Tuncel, Hasan Hüseyin Yalvaç, Faruk Duman gibi şair ve yazarlar günümüz yazınına önemli katkılar yaptılar, yapmaya devam ediyorlar.
II.
Bu zincirin günümüzdeki önemli halkalarından biri de ses (çığlık, eylem), vicdan ve samimiyet kavramlarının içeriğiyle karakterize öykülerin yazarı Yusuf Nazım’dır.
Sanatın vicdan ve samimiyet  adlı en önemli iki kavramının içeriğini ilke edinen yazar, Leylayı Beklerken ve Kızak adlı kitaplarında topladığı öykülerini, emek sömürüsü ve halkların düşmanlaştırılmaması gibi iki tema üzerine kurgulamış. İlkeler ve kurmaca temaları bunlar olunca, toplumsal bilince yansıyan ayrıntıları da işkenceler, aşağılamalar, sürgünler, köy yakmalar /boşaltmalar, emek/emekçi sorunları gibi  (olağanüstü şaşırtıcı, ve görüngüsel) olaylar ve olgular oluyor. Bir de yoksulluğun, baskının biçimlendirdiği, ağrılı sevda hikâyeleri elbet.
İlk kitabı Kızak’ta kitaba adını veren öykü tam bir kar, kış ve çocuk travması; adının anlamını dört kez yaşamak zorunda (Bir, kar kış (acımasız doğa) ve yoksulluk; iki, diğer çocuklar ve kızakları; üç, pantolonu yırtılınca annesiyle amcası; dört, tercih yapmak zorunda kaldığında pantolonla kızak arasında) kalan Araf’ın öyküsüdür.
İki şeyi beklemiştir yıllarca; bir kızak ve bir pantolon. Sonunda ikisine de kavuşur. İkisinin sevinciyle kızağa biner, rüzgâr olup uçar ama sonunda düşer. Sonuç olarak annesinin diktirdiği pantolonu yırtılınca, amcasının yaptırdığı kızaktan da kızak binmekten sonsuza kadar vazgeçer. “Bütün bir yaşamımız çocukluğumuzdan ibarettir” diyen düşünürün kulakları çınlasın. Bu koşullarda büyüttüğümüz ülke çocuklarından “çocuklarımız geleceğimizdir” diyerek geleceğimiz adına ümitvar olmak gibi trajikomik bir hayal içindeyiz. Ne bunun farkındadır egemenler ve onların hükümetleri, devletleri ne de bu çocukların.
Kızak’ın diğer sekiz öyküsünün teması ortaktır. Hepsi de ülkemizin yaşadığı ağır travmatik sorunları, yaraları, ağrıları, sancıları içeren sosyopolitik ve psikolojik içeriğe sahiptir. Sanatın, özellikle de öykü sanatının etkili teknikleriyle, incelikleriyle sunulan bu öykülerin (Kızak da dahil) okuru umuda, dirence, direnişe gönderen toplumsal iletisi öykülerin dokusundan, doğasından gür, duru bir su gibi fışkırıyor. Beni sevindiren kurmaca gerçeği budur en çok.
Koko’da psikolojik sorunlu Koko, kendiliğinden devrimci gençlik hareketinin içinde bulur kendini; ne yapacağını bilemez; polis tarafından yakalanınca, dövülen, vurulan arkadaşlarını gördüğü; onlara acıdığı, onlar için fazlasıyla üzüldüğü için asla politik içeriği olmayan inatlaşması yüzünden, hak etmediği biçimde polis tarafından vurularak öldürülür. Adaletsiz ve haksız bir muamele karşısında kalarak vicdanının kurbanı olur.Spikerin ağzından alelade bir haberi okur gibi döküldü kelimeler: “…güvenlik güçlerine ateş eden bir terörist, silahıyla birlikte ölü ele geçirildi”… Kötü bir şakaydı sonrası. Gölgeleri sustu birer birer sararmış duvarların, derin iç çekti masalar, kesif bir duman bulutunu soludu sandalyeler. Suskuları bir matem havasını andırıyordu, sessiz bir çığlık gibi koptu derinden. Bir fısıltı gibi büyüdü kentin üstünde; büyüdü, büyüdü, büyüdü…(s.50) Bu ülkede böyle bir garabet var ve en kötüsü de yapanın yanına kalıyor. Son yıların en somut örneği Gezi direnişi süreci! On iki genç keyfi olarak öldürüldü! Onlarca insan sıkılan kör, sakat bırakıldı.
Sevginin, saygının böylesi dedirtecek denli trajik bir öykü Düğme. Sorguya alınan vatandaşın duymadığı küfür, görmediği işkence kalmaz. İşkence sırasında, eşinin evlilik yıldönümünde aldığı gömleğin bir düğmesi kopunca Vatandaş, kaybolmasın diye onu alıp avcunda sıkar. Polisler, elinde gizli bir şey sakladığını düşünerek parmaklarını açmaya çalışırlar; ayaklarıyla çiğneyerek, elini kan revan içinde bırakarak açarlar; bir de ne görsünler, Vatandaş’ın elindeki bir düğme değil miymiş! Hapishanedeki ilk görüşüne eşinin geldiğini duyunca düğmeyi gömlekteki yerine dikmeye çalışır. Gecikince çok kaygılanır eşi:“Korktum!” dedi. “Bir düğme için miydi bu kadar gecikmen?!”(s.60)
Torba; karakolların  formaliteler ve olanaksızlıklar içinde bocalamasına karşın yine de işkence yapmaktan geri kalmadığının trajikomik öyküsü.
 Bu İşyerinde Grev Var;işçi emeklisinin; işyeri önünden geçerken üstüne bu sözün yazıldığı pankartı görünce nasıl heyecanlandığını, grevli günlerin nedenli onurlu, gurur verici olduğunun duygularını işleyen bir öykü.
Sessiz çığlık, bazı koşullarda derin anlam yüküyle özgün bir eylemlilik hali olarak yer alıyor öykülerde. Sessizdi Oranın Çığlıkları adlı öykü ise tepeden tırnağa bir sessiz çığlık haykırışı. Acının göklere yükseldiği, evrenleri yaktığı anlarda çaresizliğin yakan, kavuran, çıldırtan, uyaran sesi. Ülkemizde yaşanan vahşet günlerinde köyler boşaltılıyor ya da yakılıyor; insanlar böcek bile sayılmıyor. O kadar ki boşaltılan/yakılan köyde kalan tek yaşlı kadın bile bu vahşetten nasibini alıyor; mezradan uzaktaki çeşmeden su almaya gittiği bir an evi askerler tarafından yakılıyor. Döndüğünde evini o halde görüyor, gidip yangından kurtarmak istiyor ama askerler izin vermiyor. Yakalamak için üzerine gelen askerleri yerden aldığı bir taşla durduruyor. Ne var ki askerler kararlıdır, ille de kadını eve sokmayacak, ateşten uzak tutacaklar. Dünyada yaşanabilecek en büyük çaresizliğine çare üreten yaşlı kadın, onlarca namlu karşısında gerçekleştirebileceği en büyük kınama eylemini yapıyor ve  taşı kendi kafasına indiriyor. “Gerilmiş gövdesi yavaşça gevşedi, bembeyaz saçlarının arasından sızan kan, boynunun iki yanından dolaşarak, yumuşacık göğsüne akıverdi. Gözlerine büyük ve olanaksız bir zafer kazanmış birinin mağrur ve dik bakışları gelip yerleşti. Sendeleyerek birkaç adım attı, askerlerin faltaşı gibi açılan gözlerinin önünde, öylece yığıldı kaldı…”(s.99)
Sessizdi Oranın Çığlıkları ile Pirinç, Kürt vatandaşlarımızla ilgili öykülerdir; birincisi direniş, ikincisi ihanet izlekleriyle toplumsal gerçeklikleri ele almış.
Kitabın son öyküsü Çıplak; tümüyle psikolojik çözümleme tekniğiyle kotarılmış, köy yakma/boşaltama süreçlerinin tanığı/mağduru, delirircesine korkan/korkutulmuş çocukların ve girdiği her evde bu çocuklarla karşılaşarak deliren askerin, tüyler ürperten  öyküsüdür. Çocuklar o kadar çok işkence, ölme, öldürülme biçimlerine, öylesine acımasızca, vahşice yapılan  yangın, yıkım, kan, kıyım sahnelerine tanık olmuşlar ki artık üniformalı birini görünce dayanamaz hale gelerek, dünyayı sarsan çığlıklarla kendilerini savunmaya çalışıyorlar. Bir, üç, beş derken sonunda asker de çıldırıyor ve “Korkuyorlar! Soyunun! Soyunun! diye arkadaşlarını, üniformalarını çıkarmaları için uyarıyor, bağırarak kaçmaya başlıyor. Vardığı yer akıl hastanesi ve deli doktorudur.
Bu ülke insanının yaşadığı vehametleri bütün çıplaklığıyla algılayabilmek için, bütün çıplaklığıyla anlatan tek bu öyküyü okumak bile yeterli olur, diye düşünüyorum.
III.
Leyla’yı Beklerken adlı kitabına gelince… Her biri nesnel karşılığı olan, toplumsal varoluşun sorunlu yanlarına parmak basan tematik öykülerden oluşan bir kitap.
Toplumumuzun ve kültürümüzün temel taşı unsurlarından “Kürt” ve “Alevi” kültürüne dair toplumsal önyargılar ve bu kültürlerden insanlarımızın  karşı karşıya kaldığı sorunlar estetiğin süzgecinden geçirilerek öyküleştirilmiş.
Beklemek Ritüeli olarak tanımlamıştım Hasan Özkılıç öykülerindeki en önemli izleklerden birini. Leyla’yı Beklerken’de  de önüme çıktı. Gerçekleşmesi en kolay olanın bile halkımız söz konusu olduğunda bir türlü gerçekleşememesi, beklenilenin bir türlü çıkıp gelmemesi, gönderilmemesi, geri/verilmemesi  kitaba ad olan bu öyküde cisimleşiyor. Hastanelerin, polisin, jandarmanın, mahkemelerin, iş verenlerin, üniversitelerin ama en çok da gözaltıların, cezaevlerinin ve demokrasinin önünde beklemek yok mu; bir türlü sonu gelmez zamanın.
Kitabın novella tarzındaki en uzun öyküsü Nein, emperyalist sömürü olgusunun ülkemize nasıl yerleştiğine, “dağdan gelip bağdakini kovan” kurnazlığın nasıl işlediğine dair simgesel bir öykü. 
12 Eylül’ün zindanlarında işkencede öldürülen devrimci yazar İlhan Erdost’un kardeşi İlhan Erdost’u anlatan Sigarası, Kol Saati, Kalemi Bizde Kaldı başlıklı öykü de başka bir yakıcı gerçekliğin dili olmuş. “Gözlerimin önünde yüreğimi aldılar” diyor  İlhan’ın yazar, yayıncı ağabeyi Muzaffer Erdost. Ne hazin! 
Öyküleri birbirinden ayıran ara sayfalara koyduğu metinlerle, yer yer gereğinden fazla söz yazdığı bölümler (50.son paragraf,77.son p.,110.3.p.), bazı yakın tekrarlar ve bazı öykülerin baş kısmında önsöze benzeyen betim öbekleri (Kızak, s.15.,16.,17.,37.; Leyla’yı Beklerken; s. 14., 15.,16., 125. kadı kızının kusurları cinsinden. Bu anlamda ikinci kitabı Leylay’yı Beklerken’in öykü dokusu, doğal olarak daha usta işi ve  daha sıkı. 
Yusuf Nazım öykülerinin karakterleri/tipleri egemen ideolojinin, yerel/feodal erklerin ezerek sömürdüğü, bin bir türden haksızlığa uğrattığı, toplumsal tarihinin karanlık yanına itmeye çalıştığı sıradan insanlar, varoş yoksulları,  atölye, fabrika, tarla emekçileri, çocukları, gençleridir. Onların yaşantılarına, çalışma, eğitim koşullarına tutuyor ışıklı vicdan fenerini; görünür kılmaya çalışıyor. Yaşantıları, olayları, verisel/çevresel koşulları derinliğine inceliyor; sanatın/öykünün tekniklerini ustalıkla kullanarak toplumsal/bireysel bilince çıkarıyor; hakkınızı hukukunuzu arayın diyor ezilenlere, sömürülenlere.
Öykülerde, sürekli olarak insanla kesişen geniş ve ayrıntılı atmosfer, doğa, mekân ve olaylar okuyanın yaşayabileceği kadar başarılı görsel/görünür örgütlemeyle sunulmuş, somutlaştırılmış. Sinematografik diyebileceğimiz özellik, öykülerin filmleştirilmesi için iyi bir  olanak sunuyor diye düşünüyorum.
Doğa-insan diyalektiğinin, psikolojik çözümlemelerin, felsefi sorgulamaların bilgisinden geçirerek ürettiği; tematik, toplumcu, ayrıntıcı, duyarlı ve özellikle farkındalık yaratan öyküleriyle Yusuf Nazım okunması gereken bir yazar.


[1]Darılmaca olmasın; benim Kars kavramım hâlâ Iğdır ve Ardahan’ı da barındırıyor içinde. Bu çalışmamda ayrım yapamayacağım, böyle davranmaya izinli, sayacağım kendimi Ardahan ve Iğdır halkının, toprağının yüce gönüllülüğünden yüz bularak.
[1] Kızak: Evrensel Yayınları,2013,128 sayfa.
Leyla’yı Beklerken:İnkilâp Yayınları,2017, 200  sayfa.
 [1]Dede Korkut Hikâyeleri’nin iki orijinal kopyasındanbiri Vatikan’da, diğeri Dresden Kütüphanesi’ndedir.

(*) Şaban Akbaba (1954 - Kars, Arpaçay):
Çinikitap Dergisi Yayın Kurulu Üyesi, Pen Türkiye Merkezi Üyesi, Türkiye Yazarlar Sendikası Üyesi, Edebiyatçılar Derneği Üyesi, Bursa Yazın ve Sanat Derneği (BUYAZ) Kurucu Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak görevine devam etmektedir.

Yazarın, çocuklar ve gençler için yayımlanmış 34 kitabı bulunmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com