BUYAZ (Bursa Yazın Sanat Derneği)
Nilüfer Belediyesi
18.02.2019
Nilüfer Belediyesi’nin,Bursa Yazın ve Sanat Derneği iş birliğiyle her yıl düzenlediği Dünya Öykü Günü etkinliği bu yıl da Bursa’da öykü tutkunlarını buluşturdu.Umuda Öyküler sloganıyla düzenlenen etkinlikte 2019 Öykü Onur Ödülü Yusuf Nazım’a verildi.
16 yıldır bütün dünyada kutlanan Dünya Öykü Günü, Bursa’da öykü yazarları ile edebiyat meraklılarını biraraya getirdi. Nilüfer Belediyesi ev sahipliğinde, Bursa Yazın ve Sanat Derneği (BUYAZ) iş birliği ile Nâzım Hikmet Kültürevi'nde düzenlenen etkinlik, çocuklara öykü dinletisi ile başladı. Etkinlikte Güldeniz Akça, Aymen Akça Yazar, Fadime Erezer, İsmail Demir, Çiğdem Metin, Nihal Aksoy, Tuba Deli ve Mesut Akça çocuklar için kısa öyküler okudu.
DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ BİLDİRİSİ OKUNDU
“Umuda Öyküler" sloganıyla düzenlenen buluşmada, Dünya Öykü Günü’nün aynı zamanda fikir babalığını yapan yazar Özcan Karabulut'un kaleme aldığı Dünya Öykü Günü Bildirisi Şair Süreyya Akçay tarafından okundu. “Umudun düşmanlarına inat, bir insanı sevmekle, bir öykü okumakla başlayacak her şey. Evet, her şey ama her şey, bir öykü okumakla başlayacak, sonrası gelecek mutlaka” ifadelerinin yer aldığı bildiri “Bu 14 Şubat’ta; kuşlar, kadınlar, çocuklar ve tüm insanlık olarak artık iyi olmak istiyoruz. Çünkü insan öyküsüyle ve haklarıyla var” sözleriyle bitti.
2019 ÖYKÜ ONUR ÖDÜLÜ YUSUF NAZIM'IN
Cevdet İrketi’nin Yusuf Nazım'a ait bir öyküyü okuduğu öykü dinletisinin ardından Yusuf Nazım’ın katılımı ile söyleşi gerçekleştirildi. Ali İpek ve Şaban Akbaba'nın moderatörlüğünü yaptığı söyleşide Yusuf Nazım, eserleri, yazın hayatı ve yazma süreçleri hakkında merak edilen soruları yanıtladı. Öykülerini gerçeklikten yola çıkarak kaleme aldığını söyleyen Nazım "Dünya ve özellikle bizim yaşadığımız topraklar bu yönü ile çok zengin, öyküsü kaleme alınacak onca yaşanmışlık beni gerçekliğe yöneltti hep. Yan karakterler ve insan-doğa ilişkisi hikaye gücü ve kurmacalarla desteklense de ana karakterler ve olaylar gerçekliğe dayanır benim öykülerimde. Bu durum da gerçekliğin kalıcı olmasını sağlıyor bence" diye konuştu.
Söyleşinin ardından 2019 BUYAZ Öykü Onur Ödülüne değer bulunan Yusuf Nazım'a ödülünü Bursa Yazın ve Sanat Derneği Başkanı aynı zamanda da Nilüfer Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü olan Güney Özkılınç verdi. Törende ayrıca derneğin edebiyat atölyesi katılımcılarına da hediyeler verildi.
http://www.nilufer.bel.tr/haber-6058-cunku_insan_oykusuyle_ve_haklariyla_var#prettyPhoto
25 Şubat 2019 Pazartesi
6 Şubat 2019 Çarşamba
AYAZMA FISILTILARI XLII
Yusuf Nazım Öykülerinde Fenomenal Olgular:
“Sessiz Çığlık”, Eylem ve Vicdan
Şaban Akbaba (*) | ÇiniKitap | Şubat 2019, Sayı:10
“Sessiz Çığlık”, Eylem ve Vicdan
Şaban Akbaba (*) | ÇiniKitap | Şubat 2019, Sayı:10
I.
Teşekkürler
Kars’ın[1]
bereketli, onurlu, gururlu toprağı. Acılar, ağrılar, kuraklıklar, kıtlıklar
kadar vicdanlı, adaletli yazın(edebiyat) ve sanat insanları, yazın ve sanat
yapıtları; kutsal sözler, rengârenk, zengin mi zengin kültürel
değerlerürettiğin; ülkemin bilgisine, estetiğine, kültürüne, demokrasisine,
direncine katkı yaptığın için.
Söze
Yusuf Nazım adlı öykücünün Kızak ve Leyla’yı Beklerken[2]
adlı öykü kitaplarıyla devam edeceğim ama oraya gelmeden, o öyküleri de doğuran
kültürel altyapıya kısa da olsa değinmem gerekiyor.
Yöredebilinen
en eski yazın ürünü dokuzuncu yüzyılda yaşamış, dilden dile anlatılarak, bugüne
ulaşmış Dede Korkut[3]
hikâyeleridir.
Toplumsal
anlamda ikinci ve çok daha önemli kültür unsuru âşıklık geleneğidir. Dil,
anlatım özellikleri, şiirleri, âşık denen sazlı şairlerin “usta malı” şiirleri
ya da kendi şiirlerini besteleyip çeşitli makamlarla saz eşliğinde söylemesi,
düğünlerin âşıklarla yapılması; düğün gecelerinde halk hikâyelerinin
anlatılması, lebdeğmez, muamma, atışma gibi özgün formlarla halka sunulması
oldukça etkileyicidir. Özellikle düğünler, yörede büyüyen çocukların kültür
dağarcığına büyüleyici katkılar yapar. Her biri kültür hazinesi olan âşıkları
dinleyen çocuklar, gençler o anki bilgilenmelerinden başka ve daha sonra kendi
aralarında; dudaklarının arasına toplu iğne koyarak lebdeğmez (dudakdeğmez)
tekniğiyle şiirler üretmeye, birinin verdiği ayakla (temel dize) atışma
yapmaya, saklanan herhangi bir nesneyi yine şiirle betimlemeyerek bulmaya
çalışırlar ya da saz çalmayı, saz eşliğinde şiirler söylemeyi denerler.
Aile
ve birey bağlamına gelince… Bebekleranlamlı ninnilerle, tekerlemelerle,
çocuklar hem kendi annelerinin hem de “masal
anaları”nın anlattığı masallarla büyür, gençliklerini de halk hikâyelerinin
büyüleyici aşk, tarih ve toplumsal durum öyküleriyle, acılı ağıtların dramatik
büyüsüyle donatırlar. Böylece oldukça özgün bir farkındalık sahibi olurlar.
Zamanla
bunların arasından saz şairleri (âşıklar) çıktığı gibi şairler, yazarlar
da çıkabiliyor.
Bu
kültür varlıklarının çok daha eskileri “cönk”adı
verilen deri kapaklı defterlere kaydedilerek saklanmış ve bugünümüze
ulaştırılmıştır. Cönklerde adı geçen ve klasikleşmiş şiirleriyle bilinen
onyedinci yüzyıl âşığı Derûni’den, Dede Kasım’dan Âşık Şenlik’e, Kağızmanlı
Hıfzı’dan Murat Çobanoğlu’ya, Şeref Taşlıova’ya; Maksut Feryadi’den Günay
Yıldız’a birçok bilge aşık, geçmişten günümüze, bu kültüre katkı vermişler,
veriyorlar.
Ayrıca
yörede Azeri, Kürt, Çerkez, Ermeni, Terekeme, Alevi, Şii, Yerli vb. çok çeşitli
kültürlerden insanların yaşaması da kültür dağarcığına zengin bir içerik
katmıştır.
Altyapısı,
kaynağı bu denli sağlam, dolu, renkli olan ve çeşitlilik gösterenKuzeydoğu
Anadolu kültürüdoğal olarak çağdaş yazın alanında da verimli sonuçlar
doğuracaktı. Öyle de oldu. Yöreden yetişen Dursun Akçam, Ataol Behramoğlu, Ümit
Kaftancıoğlu, Nihat Behram, Alper Akçam, Halide Yıldırım, Tuğrul Keskin, Fatma
Aras, Nursel Aras, Hasan Özkılıç, Metin Turan, Yücel Balku, Şaban Akbaba, Murat
Tuncel, Hasan Hüseyin Yalvaç, Faruk Duman gibi şair ve yazarlar günümüz
yazınına önemli katkılar yaptılar, yapmaya devam ediyorlar.
II.
Bu
zincirin günümüzdeki önemli halkalarından biri de ses (çığlık, eylem), vicdan
ve samimiyet kavramlarının içeriğiyle
karakterize öykülerin yazarı Yusuf Nazım’dır.
Sanatın
vicdan ve samimiyet adlı en önemli iki
kavramının içeriğini ilke edinen yazar, Leylayı
Beklerken ve Kızak adlı
kitaplarında topladığı öykülerini, emek
sömürüsü ve halkların
düşmanlaştırılmaması gibi iki tema üzerine kurgulamış. İlkeler ve kurmaca
temaları bunlar olunca, toplumsal bilince yansıyan ayrıntıları da işkenceler,
aşağılamalar, sürgünler, köy yakmalar /boşaltmalar, emek/emekçi sorunları
gibi (olağanüstü şaşırtıcı, ve
görüngüsel) olaylar ve olgular oluyor. Bir de yoksulluğun, baskının
biçimlendirdiği, ağrılı sevda hikâyeleri elbet.
İlk
kitabı Kızak’ta kitaba adını veren
öykü tam bir kar, kış ve çocuk travması; adının
anlamını dört kez yaşamak zorunda (Bir, kar kış (acımasız doğa) ve
yoksulluk; iki, diğer çocuklar ve kızakları; üç, pantolonu yırtılınca annesiyle
amcası; dört, tercih yapmak zorunda kaldığında pantolonla kızak arasında) kalan Araf’ın öyküsüdür.
İki
şeyi beklemiştir yıllarca; bir kızak ve bir pantolon. Sonunda ikisine de
kavuşur. İkisinin sevinciyle kızağa biner, rüzgâr olup uçar ama sonunda düşer.
Sonuç olarak annesinin diktirdiği pantolonu yırtılınca, amcasının yaptırdığı
kızaktan da kızak binmekten sonsuza kadar vazgeçer. “Bütün bir yaşamımız
çocukluğumuzdan ibarettir” diyen düşünürün kulakları çınlasın. Bu koşullarda
büyüttüğümüz ülke çocuklarından “çocuklarımız geleceğimizdir” diyerek
geleceğimiz adına ümitvar olmak gibi trajikomik bir hayal içindeyiz. Ne bunun
farkındadır egemenler ve onların hükümetleri, devletleri ne de bu çocukların.
Kızak’ın diğer sekiz
öyküsünün teması ortaktır. Hepsi de ülkemizin yaşadığı ağır travmatik
sorunları, yaraları, ağrıları, sancıları içeren sosyopolitik ve psikolojik
içeriğe sahiptir. Sanatın, özellikle de öykü sanatının etkili teknikleriyle,
incelikleriyle sunulan bu öykülerin (Kızak
da dahil) okuru umuda, dirence, direnişe gönderen toplumsal iletisi öykülerin
dokusundan, doğasından gür, duru bir su gibi fışkırıyor. Beni sevindiren
kurmaca gerçeği budur en çok.
Koko’da psikolojik
sorunlu Koko, kendiliğinden devrimci gençlik hareketinin içinde bulur kendini;
ne yapacağını bilemez; polis tarafından yakalanınca, dövülen, vurulan
arkadaşlarını gördüğü; onlara acıdığı, onlar için fazlasıyla üzüldüğü için asla
politik içeriği olmayan inatlaşması yüzünden, hak etmediği biçimde polis
tarafından vurularak öldürülür. Adaletsiz ve haksız bir muamele karşısında
kalarak vicdanının kurbanı olur.“Spikerin ağzından alelade bir haberi okur
gibi döküldü kelimeler: “…güvenlik güçlerine ateş eden bir terörist, silahıyla
birlikte ölü ele geçirildi”… Kötü bir şakaydı sonrası. Gölgeleri sustu birer
birer sararmış duvarların, derin iç çekti masalar, kesif bir duman bulutunu
soludu sandalyeler. Suskuları bir matem havasını andırıyordu, sessiz bir çığlık
gibi koptu derinden. Bir fısıltı gibi büyüdü kentin üstünde; büyüdü, büyüdü,
büyüdü…(s.50) Bu ülkede böyle bir garabet var ve en kötüsü de yapanın
yanına kalıyor. Son yıların en somut örneği Gezi direnişi süreci! On iki genç
keyfi olarak öldürüldü! Onlarca insan sıkılan kör, sakat bırakıldı.
Sevginin,
saygının böylesi dedirtecek denli trajik bir öykü Düğme. Sorguya alınan vatandaşın duymadığı küfür, görmediği işkence
kalmaz. İşkence sırasında, eşinin evlilik yıldönümünde aldığı gömleğin bir
düğmesi kopunca Vatandaş, kaybolmasın diye onu alıp avcunda sıkar. Polisler,
elinde gizli bir şey sakladığını düşünerek parmaklarını açmaya çalışırlar;
ayaklarıyla çiğneyerek, elini kan revan içinde bırakarak açarlar; bir de ne
görsünler, Vatandaş’ın elindeki bir düğme değil miymiş! Hapishanedeki ilk
görüşüne eşinin geldiğini duyunca düğmeyi gömlekteki yerine dikmeye çalışır.
Gecikince çok kaygılanır eşi:“Korktum!”
dedi. “Bir düğme için miydi bu kadar gecikmen?!”(s.60)
Torba; karakolların formaliteler ve olanaksızlıklar içinde
bocalamasına karşın yine de işkence yapmaktan geri kalmadığının trajikomik
öyküsü.
Bu İşyerinde Grev Var;işçi
emeklisinin; işyeri önünden geçerken üstüne bu sözün yazıldığı pankartı görünce
nasıl heyecanlandığını, grevli günlerin nedenli onurlu, gurur verici olduğunun
duygularını işleyen bir öykü.
Sessiz çığlık, bazı koşullarda
derin anlam yüküyle özgün bir eylemlilik hali olarak yer alıyor öykülerde. Sessizdi Oranın Çığlıkları adlı öykü ise
tepeden tırnağa bir sessiz çığlık haykırışı. Acının göklere yükseldiği,
evrenleri yaktığı anlarda çaresizliğin yakan, kavuran, çıldırtan, uyaran sesi.
Ülkemizde yaşanan vahşet günlerinde köyler boşaltılıyor ya da yakılıyor;
insanlar böcek bile sayılmıyor. O kadar ki boşaltılan/yakılan köyde kalan tek
yaşlı kadın bile bu vahşetten nasibini alıyor; mezradan uzaktaki çeşmeden su
almaya gittiği bir an evi askerler tarafından yakılıyor. Döndüğünde evini o
halde görüyor, gidip yangından kurtarmak istiyor ama askerler izin vermiyor.
Yakalamak için üzerine gelen askerleri yerden aldığı bir taşla durduruyor. Ne
var ki askerler kararlıdır, ille de kadını eve sokmayacak, ateşten uzak
tutacaklar. Dünyada yaşanabilecek en büyük çaresizliğine çare üreten yaşlı
kadın, onlarca namlu karşısında gerçekleştirebileceği en büyük kınama eylemini
yapıyor ve taşı kendi kafasına
indiriyor. “Gerilmiş gövdesi yavaşça
gevşedi, bembeyaz saçlarının arasından sızan kan, boynunun iki yanından
dolaşarak, yumuşacık göğsüne akıverdi. Gözlerine büyük ve olanaksız bir zafer
kazanmış birinin mağrur ve dik bakışları gelip yerleşti. Sendeleyerek birkaç
adım attı, askerlerin faltaşı gibi açılan gözlerinin önünde, öylece yığıldı
kaldı…”(s.99)
Sessizdi Oranın
Çığlıkları ile Pirinç, Kürt vatandaşlarımızla ilgili
öykülerdir; birincisi direniş, ikincisi ihanet izlekleriyle toplumsal
gerçeklikleri ele almış.
Kitabın
son öyküsü Çıplak; tümüyle psikolojik
çözümleme tekniğiyle kotarılmış, köy yakma/boşaltama süreçlerinin
tanığı/mağduru, delirircesine korkan/korkutulmuş çocukların ve girdiği her evde
bu çocuklarla karşılaşarak deliren askerin, tüyler ürperten öyküsüdür. Çocuklar o kadar çok işkence,
ölme, öldürülme biçimlerine, öylesine acımasızca, vahşice yapılan yangın, yıkım, kan, kıyım sahnelerine tanık
olmuşlar ki artık üniformalı birini görünce dayanamaz hale gelerek, dünyayı
sarsan çığlıklarla kendilerini savunmaya çalışıyorlar. Bir, üç, beş derken
sonunda asker de çıldırıyor ve “Korkuyorlar! Soyunun! Soyunun! diye
arkadaşlarını, üniformalarını çıkarmaları için uyarıyor, bağırarak kaçmaya
başlıyor. Vardığı yer akıl hastanesi ve deli doktorudur.
Bu
ülke insanının yaşadığı vehametleri bütün çıplaklığıyla algılayabilmek için,
bütün çıplaklığıyla anlatan tek bu öyküyü okumak bile yeterli olur, diye
düşünüyorum.
III.
Leyla’yı
Beklerken
adlı kitabına gelince… Her biri nesnel karşılığı olan, toplumsal varoluşun
sorunlu yanlarına parmak basan tematik öykülerden oluşan bir kitap.
Toplumumuzun
ve kültürümüzün temel taşı unsurlarından “Kürt” ve “Alevi” kültürüne dair
toplumsal önyargılar ve bu kültürlerden insanlarımızın karşı karşıya kaldığı sorunlar estetiğin
süzgecinden geçirilerek öyküleştirilmiş.
Beklemek Ritüeli
olarak
tanımlamıştım Hasan Özkılıç öykülerindeki en önemli izleklerden birini. Leyla’yı Beklerken’de de önüme çıktı. Gerçekleşmesi en kolay olanın
bile halkımız söz konusu olduğunda bir türlü gerçekleşememesi, beklenilenin bir
türlü çıkıp gelmemesi, gönderilmemesi, geri/verilmemesi kitaba ad olan bu öyküde cisimleşiyor.
Hastanelerin, polisin, jandarmanın, mahkemelerin, iş verenlerin,
üniversitelerin ama en çok da gözaltıların, cezaevlerinin ve demokrasinin
önünde beklemek yok mu; bir türlü sonu gelmez zamanın.
Kitabın
novella tarzındaki en uzun öyküsü Nein, emperyalist sömürü olgusunun ülkemize
nasıl yerleştiğine, “dağdan gelip bağdakini kovan” kurnazlığın nasıl işlediğine
dair simgesel bir öykü.
12
Eylül’ün zindanlarında işkencede öldürülen devrimci yazar İlhan Erdost’un
kardeşi İlhan Erdost’u anlatan Sigarası,
Kol Saati, Kalemi Bizde Kaldı başlıklı öykü de başka bir yakıcı gerçekliğin
dili olmuş. “Gözlerimin önünde yüreğimi aldılar” diyor İlhan’ın yazar, yayıncı ağabeyi Muzaffer
Erdost. Ne hazin!
Öyküleri
birbirinden ayıran ara sayfalara koyduğu metinlerle, yer yer gereğinden fazla söz
yazdığı bölümler (50.son paragraf,77.son p.,110.3.p.), bazı yakın tekrarlar ve
bazı öykülerin baş kısmında önsöze benzeyen betim öbekleri (Kızak, s.15.,16.,17.,37.; Leyla’yı Beklerken; s. 14., 15.,16.,
125. kadı kızının kusurları cinsinden. Bu anlamda ikinci kitabı Leylay’yı Beklerken’in öykü dokusu,
doğal olarak daha usta işi ve daha
sıkı.
Yusuf
Nazım öykülerinin karakterleri/tipleri egemen ideolojinin, yerel/feodal
erklerin ezerek sömürdüğü, bin bir türden haksızlığa uğrattığı, toplumsal
tarihinin karanlık yanına itmeye çalıştığı sıradan insanlar, varoş
yoksulları, atölye, fabrika, tarla
emekçileri, çocukları, gençleridir. Onların yaşantılarına, çalışma, eğitim
koşullarına tutuyor ışıklı vicdan fenerini; görünür kılmaya çalışıyor.
Yaşantıları, olayları, verisel/çevresel koşulları derinliğine inceliyor;
sanatın/öykünün tekniklerini ustalıkla kullanarak toplumsal/bireysel bilince
çıkarıyor; hakkınızı hukukunuzu arayın diyor ezilenlere, sömürülenlere.
Öykülerde,
sürekli olarak insanla kesişen geniş ve ayrıntılı atmosfer, doğa, mekân ve
olaylar okuyanın yaşayabileceği kadar başarılı görsel/görünür örgütlemeyle
sunulmuş, somutlaştırılmış. Sinematografik diyebileceğimiz özellik, öykülerin
filmleştirilmesi için iyi bir olanak
sunuyor diye düşünüyorum.
Doğa-insan
diyalektiğinin, psikolojik çözümlemelerin, felsefi sorgulamaların bilgisinden
geçirerek ürettiği; tematik, toplumcu, ayrıntıcı, duyarlı ve özellikle
farkındalık yaratan öyküleriyle Yusuf Nazım okunması gereken bir yazar.
[1]Darılmaca
olmasın; benim Kars kavramım hâlâ Iğdır ve Ardahan’ı da barındırıyor içinde. Bu
çalışmamda ayrım yapamayacağım, böyle davranmaya izinli, sayacağım kendimi
Ardahan ve Iğdır halkının, toprağının yüce gönüllülüğünden yüz bularak.
[1] Kızak: Evrensel
Yayınları,2013,128 sayfa.
Leyla’yı
Beklerken:İnkilâp Yayınları,2017, 200
sayfa.
[1]Dede Korkut Hikâyeleri’nin iki orijinal
kopyasındanbiri Vatikan’da, diğeri Dresden Kütüphanesi’ndedir.
(*) Şaban Akbaba (1954 - Kars, Arpaçay):
Çinikitap Dergisi Yayın Kurulu Üyesi, Pen Türkiye Merkezi Üyesi, Türkiye Yazarlar Sendikası Üyesi, Edebiyatçılar Derneği Üyesi, Bursa Yazın ve Sanat Derneği (BUYAZ) Kurucu Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak görevine devam etmektedir.
Yazarın, çocuklar ve gençler için yayımlanmış 34 kitabı bulunmaktadır.
4 Şubat 2019 Pazartesi
Aşk olsun!
Yusuf Nazım
T24 | 4 Şubat 2019
T24 | 4 Şubat 2019
Aşk!
İnsanın başına gelebilecek o en güzel, en baştan çıkarıcı, aynı
zamanda en tehlikeli şey.
Okurlarımın bir kısmı soruyorlar;
"Öykülerinde
ve yazılarında neden aşka yer vermiyorsun?"
Haklılar!
Nicedir üzerimize yığılan kara bir gökyüzünün altında ışığı
arıyoruz. Ne yana dönsek acı, ne yana baksak bir savrulma hali, ne yana
seyirsek ağır bir çürüme…
Çokça nasipleniyorum ben de. Gördüğüm her resim yeni bir kederi
tetikliyor, izlediğim her video bir girdap gibi beni kendine çekiyor, okuduğum
her haber acı olup ruhuma saplanıyor. Bunca çöküntünün altından yine de umut
çiçekleri toplamaktan vazgeçmiyorum. Meramımı biraz da edebiyatın diliyle
anlatmaya çalışıyor; seslerin, sözlerin, imgelerin coğrafyasına sığınıyorum.
Bu arada, belki hiç farkında bile olmuyorum; aşka, sevdaya, tutkuya
dair ne varsa, kelebek kanadına konup uzaklaşıyorlar sanki.
Sözcüklere
zerk olmuş bir hüzün
Turgut Köyü'nde alternatif yerel yönetimler toplantısı |
Son öykü kitabımın arka kapağına editörün düştüğü bir not vardı;
"Uzaktan
bakıyor olsak da, bizzat yaşıyor olsak da bu ülkede kişi başına düşen acı
oranı, muhakkak ki boyumuzu aşıyor. Her bölgenin ayrı bir hikâyesi, derdi,
kederi var."
Düşünüyorum da acaba, bu ülkedeki
kişi başına düşen acı oranı mıdır, yazdıklarımızı bu kadar acıya, kedere, hüzne
boğan?
Kişi başına düşen acıdan daha fazlası
mıdır yoksa sözcüklerime zerk olmuş bu hüznün sebebi?
Hâlbuki aynı öykü kitabıma "Aşk, bir aldatma" adlı bir öyküyü
de koymuştum. Gelin görün ki bu öykü bile okurlarım arasında tartışma yarattı.
Kimisi, "bu bir aşk öyküsü değil" dedi,
kimisi "işte asıl aşk bu!"
dedi; kimisi de aşkın bir tuhaf hali olarak gördü anlatılanı...
* * *
Aşk!
Gazete yazılarımda ilk defa, üç yıl önceki bir Kanada
ziyaretimde yazmıştım aşka dair. "Bu sefer aşktan bahsedeceğim size"
diye başlayan yazım, "Toronto'da Dört Ayaklı Minare"
ile bitmişti.
Hiç farkında bile olmamıştım; ülkemden çok uzaklarda, başka bir
kıtada, uluslararası kongrenin akşamında, aşkla başladığım bir yazıyı, yıkılmış
bir kente dair ağıtla sonlandırmıştım.
İçine doğduğumuz coğrafyanın kaderiydi belki bu; aşk, yine yarım
kalmıştı…
Aşklaİzmir
Seferihisar'da yeniden üretilen karakılçık buğday ekmeği |
Geçenlerde gördüm. Bir politikacıdan beklenmeyecek incelikte,
duygu yüklü, naif, benzersiz bir slogandı;
"Aşklaİzmir"
Bir fotoğrafın altında yer almıştı slogan. Fotoğrafta ise
Türkiye'deki "Yavaş Kentler" (Cittlaslow)
akımını başlatarak kendi ilçesini Yavaş Kentler Başkenti yapan Seferihisar Belediye
Başkanı Tunç Soyer vardı. İki dönem ilçeyi başarıyla yönetmiş, politikanın hırsla,
riyakârlıkla, ihtirasla, tuzaklarla dolu yollarını aşarak CHP'nin İzmir Büyükşehir
Belediyesi başkan adaylığı için kendini kabul ettirmişti.
Ve çiçeği burnunda başkan adayının sarıldığı ilk sözcük
"aşk" olmuştu.
İki güzel sözcük; “aşk”
ve “İzmir”
"Aşklaİzmir"
Yukarıda bahsettiğim Kanada ziyaretimde, Toronto'daki otel
odasından Türkiye'ye yolladığım elektronik postada şunu yazmıştım;
"Sevgili
başkan, süregiden yumuşama ortamında Doğu ile Batı arasındaki kardeşliği
güçlendirmeye vesile olmak üzere Seferihisar ile Sur ilçelerini kardeş belediye ilan etmek nasıl olur
sizce?"
Yanıt, henüz Toronto'dan dönmeden ulaşmıştı bile bana;
"Sevgili
hocam, kalp kalbe karşıymış. Daha geçen hafta Sur Belediyesi ile bu konuda bir kardeş belediye olmak için ilke
kararı aldık. Önümüzdeki hafta Diyarbakır'dan bir heyet Seferihisar'a gelecek. Kardeşliğimiz
şimdiden hayırlı olsun. Selam ve sevgilerimle. Tunç Soyer."
İki ilçenin kardeşliği böylece sağlanmıştı.
Yıkılmış
bir kent, yavaş bir şehre ne söyler?
Tunç Soyer'in Diyarbakır Sur Belediyesi ziyareti |
Ne var ki bir editörün, bir kitabın arka kapağına dizdiği
kelimeler boşuna sayılmazdı. Bu ülkede kişi başına düşen acı bazen öylesine
fazla olurdu ki, ülkenin bir yanında, iki kardeş şehirden biri görülmemiş bir
yıkıma uğrarken, öbür yanındaki kardeş şehirde yaşayan bu satırların yazarına,
yıkılmış bir kentin kalbine sürüklenmek düşerdi.
Yaşadığımız zamanda coğrafya keder miydi yoksa?
Haber
Nöbeti isimli, doğudaki gazetecilerle dayanışma amaçlı düzenlenen programa
dâhil olarak gittiğim Diyarbakır 'da Hançepek'in,
Melik Ahmet’in, Lalebey’in, Hevsel Bahçeleri’nin
acı kaderini görüp; Dört Ayaklı Minare'nin,
Surp Giragos'un, Meryem Ana’nın; kısaca kardeş şehir Sur'un acısını yüreğime gömerek
dönmüştüm şehrime...
Yıkılmış bir kent, yavaş bir şehre ne söyleyebilir ki? O yavaş
şehir ki, yıkılmış bir kardeş şehrin yükünü nasıl taşıyabilir sinesinde?
Döndüğümde, sevgili Tunç Soyer'in T24'ün sayfalarına sızmış
üzüntüsüne tanık olacaktım;
"İçimiz
acıyor" diyordu başkan, “utanç
içindeyiz, içimiz kanıyor, kahroluyoruz…”
Bahar
olsun, aşk olsun
Seferihisar lavanta festivalinden |
Aşk!
İnsanın başına gelebilecek en naif, en güzel, en belalı, en
kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı şey.
Sevgili Tunç Soyer.
Politikanın rantla, çıkarla, çürüme ve ikiyüzlülükle bozulmuş çamurlu
yollarında bakalım nasıl yürüyecek?
Seferihisar'daki başarısını, İzmir’i tamamında gösterebilecek
mi?
Bir zamanlar belediyedeki odasında, başını iki yana sallayarak derin
bir üzüntüyle karşıladığı Körfez’i gökdelenlere boğan bataklıkla nasıl baş edecek?
“Barış
yerelden gelecek” diyordu o. Gelsin de, nereden gelirse gelsin!
Ulamış’ın
karakılçık buğdayını, yavaş kentin huzurunu, Turgut Köyü’nün lavantasını, yerli tohumlarının tadını; Türk’ün
Kürt’e kardeşliğini, Roman’ın Laz’a komşuluğunu, Alevi’nin Sünni’ye eşitliğini;
çalgısını, çengisini, ağıtını, stranını, kılamını ve türkülerini…
Seferihisar’da yarattığı tüm güzellikleri İzmir şehrine taşıyabilecek mi? Anadolu’dan Ege’ye doğru yayılan karanlığa İzmir’den parlayan bir ışık olabilecek mi?
Seferihisar’da yarattığı tüm güzellikleri İzmir şehrine taşıyabilecek mi? Anadolu’dan Ege’ye doğru yayılan karanlığa İzmir’den parlayan bir ışık olabilecek mi?
Bu kurtlar sofrasında zor!
Ama imkânsız değil!
Önümüz bahar. Biliyoruz erguvanlar açacak, mimozalar serpilecek;
Ege’nin zeytinleri daha bir kök salacak derinlere.
Ne diyelim, bahar olsun, aşk olsun!
Senin de yolun aşk olsun sevgili Tunç Soyer.
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/ask-olsun,21581
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/ask-olsun,21581
Etiketler:
Aşklaİzmir,
Cittaslow,
Dört Ayaklı Minare,
Haber Nöbeti,
Hançapek,
Hevsel Bahçeleri,
Seferihisar,
Sur Belediyesi,
Suriçi,
Surp Giragos Ermeni Kilisesi,
Tunç Soyer,
Turgut Köyü,
Ulamış Köyü
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)