Yusuf Nazım
T24 | 31 Mayıs 2018
T24 | 31 Mayıs 2018
Yaşlıydı.
Onu ilk defa
olarak, elinde bastonuyla bir caddede yürürken gördüm.
Her halinden, feleğin
nasıl bir çemberinden geçtiği belliydi.
İncecik
bacakları, yorgun bedenini güçlükle taşıyordu.
Kayyum atanmış
Diyarbakır’ın, yine Kayyum atanmış bir ilçesindendi.
Lice’dendi...
14 Haziran 2017
tarihli bir videodan izliyordum.
Bilmiyordum, henüz
o gün öğrenmiştim; adı Pakize Hazar’dı, 85 yaşındaydı.
Yaşlı bedenini iki
yana salınarak, ağır aksak yürüdüğü Mümin Ağa Caddesi iki yıldır trafiğe
kapalıydı.
Öyle ya, OHAL
vardı memlekette. Devlet, istediği caddeyi trafiğe kapar, istediğini açardı.
Olmasa da ne
yazardı ki! Hep olağanüstü değil miydi oralarda hayat, ya da olağan değil miydi
zaten, her daim sıkıyönetim altında yaşamak?
Pakize Hazar caddenin
bir tarafında yürüdü.
Kaç çocuğu
vardı, kaçı evlenmişti, kaç torun sahibiydi?
Kaç evlat
büyütmüştü kim bilir; kaçı dağa çıkmış, kaçı suç işlemiş, kaçı şehit olmuştu, bilmiyordum.
O gün, yaşlı
maaşını almak için evinden erkenden çıkmıştı.
Kayyum atanmış
bir şehir gibi yalnız mıydı, kimsesi yok muydu, sahipsiz miydi?
Lice’nin trafiğe
kapalı caddesinde tek tük insanlar vardı.
Yaşlı kadın bastonuna
yaslandı, ağır aksak bir kaç adım daha attı. Park etmiş zırhlı bir aracın önüne
geldi. Araç yavaşça hareket etti, hafif sağa, kadının üzerine kırdı; Pakize
Hazar’ı altına aldı, onun, küçük bir tümsekmiş gibi üzerinde geçti!...
Kanun
hükmündeydi cürmü
Öldü!
Pakize Hazar öldü...
Sadece öldü!
Bu kadar basit,
ecelsiz ve yalın!
Bu kadar
sessiz, sade ve ucuz!
Nasıl olduğunu
hiç kimse anlamadı.
Bir anda geliverdi
işte!
Ama her zamanki
gibiydi…
Yine
taksirleydi.
Yine öfkeli, en
yüksek perdedendi sesi, demirden bir zırha bürünmüştü yüzü.
Yine kanun
hükmündeydi cürmü!
Duydunuz mu,
öldü!
Zırhlı bir
aracın, buldozeri andıran tekerleği altında bir anda can verdi.
Oradan geçen
biri, elleriyle başını dövdü, bir diğeri sadece gördü, diğer ikisi dönüp
bakmadı bile…
Yaşlı kadın
öldü!
Zırhlı araca
gelince…
Kirpi deniyordu
adına. Bölgede sürüsüne bereketti. Ülkenin batısında sınırsızca üretiliyor, asayişi
sağlamak üzere, etle tırnak gibi birbirine kaynaşmayı becerememiş aynı ülkenin doğusuna
gönderiliyordu. Asayişi sağlamaktan geri kalan zamanlarda ise, yanlışlıkla
evlerin yatak odalarına giriyor, taksirle kazalara karışıyor, çoluğu çocuğu eziyor,
yaralıyor, öldürüyordu…
Sanki olağan
bir göreve çıkmış gibiydi araç. Hiçbir şey olmamış gibi yaptı, direksiyonu
yavaşça kırdı, çekti gitti…
Trafiğe kapalı
Mümin Ağa Caddesi’nin tam ortasında, yaşlı bir ölü kaldı geride...
Kayyum atanmış şehrin
nüfusu yalnızca bir adet(!) azaldı, onun kayyum atanmış ilçesinin de öyle...
Hiç değil
şahadet getirmiş miydi?
Onu hiç
tanımamıştım.
Zırhlı bir
aracın iri tekerlekleri altında can vermeden önce görmemiştim bile.
Ölümü, bir
video parçasının saniyelerle ölçülecek denli parçasına sığacak kadar kısa ve
çabuk olmuştu.
85 yaşına ne
acılar sığdırmıştı bilinmez.
Trafiğe kapalı
bir caddenin ortasında, ak tülbendi kırmızıya boyanmış halde, etten, kemikten,
kandan ibaret bir ülkenin günahı gibi öylece duruyordu…
Kim bilir,
sıska, cılız bedeni kaç yerinden kırılmıştı? İncecik kemikleri, un ufak olmuş
muydu? Yandım Allah, diye bağırmış mıydı? Gördüm, bir buldozer gibi üzerinden
geçmişti zırhlının tekerleği, başı ezilmiş miydi? Ölmeden evvel, hiç değil
şahadet getirmiş miydi?
Devlet çabucak
harekete geçti. Taksirle adam öldürmekten dava açtı.
Pakize Hazar, jandarmanın
raporunda dikkatsiz davranıp, zırhlı aracın altına girmekten %100 kusurlu
bulundu!
Zırhlı aracın
sürücüsüne gelince…
İfadesi
alındıktan sonra serbest bırakılmıştı bile!
İsimsiz bir
Kürt anası
Pakize Hazar.
Bir valinin
veya şehirli bir bürokratın annesi değildi; bir bakanın, hatırlı bir sanayicinin,
ya da bir generalin...
Öğrenmiştim artık, Lice’nin Abalı Köyü’ndendi o.
Öğrenmiştim artık, Lice’nin Abalı Köyü’ndendi o.
Doksanlı
yıllarda köyleri boşaltılmıştı. Yaşlı yüreğinde taşıdığı yük, bir zamanlar bölgeyi
saran yangın fırtınasından, paylarına düşenin yalnızca küçük bir parçasıydı.
Ve o sadece 6
kız, 2 oğlan çocuğunun isimsiz bir Kürt anasıydı.
Her gün
televizyonlarda ahkâm kesen bir siyasi parti liderinin, ya da bir devlet
büyüğünü muhterem annesi değil!
Oysaki pekâlâ mümkün
olabilirdi bu. Zırhlı aracın altında can çekişen, bir başbakanın annesi bile olabilirdi.
Sahi ya, olsaydı
ne olurdu?
Bu kadar sessiz,
sitemsiz mi olur muydu ölüm?
Elini kolunu sallayarak
serbestçe dolaşır mıydı?
Kanun hükmünde,
aceleyle işlenir miydi bu cürüm?
Sahi eşittik,
değil mi biz, kanunlar önünde eşittik?
Aynı güzel
vatanın, aynı eşit değerde, aynı haklara sahip eşit yurttaşlarıydık, değil mi
biz?
Öyle ya, eşittik biz…
Taksirle kırılırdı
kapılar
Orası
Diyarbakır’dı.
Önünde,
dağlarda kart kırt diye yürüyenlerin adı saklı bir şehirdi o.
İster ateş olup
bir silahın namlusundan çıksın, ister gökten paramparça ölüm olup yağsın,
isterse de bir panzerin davetsiz ziyareti ile uykuda yakalamış olsun...
Yanık bir
coğrafyaydı orası.
Hep sessizce
sokulurdu oralarda ölüm.
Nedense, hep
öldüren değil, ölenler soruşturulurdu.
Çoğu kez haber
değeri bile olmazdı ölenlerin. Ana akım medyada, ya hiç sözü edilmez, ya da
gazetelerin iç sayfalarında iki satırlık kazalara dönüşürdü.
Haberini ise
gazeteciler değil, teröristler yapardı.
Bu yüzden olsa
gerek, çoğunlukla aslı olmazdı bu tür haberlerin.
Çünkü ölüm
aceleciydi oralarda, sıradandı, arsızca kol gezerdi.
Kapılar hep taksirle
kırılır, hep taksirle yıkılırdı evlerin duvarları.
Suçlular ise daima
korkusuz olurlardı.
İddialar, hep taksirle,
diye başlar, en yüksek mertebeden anında yalanlanırdı.
Failler, ne
kadar da hızlı serbest kalırdı ardından.
Hep endişeli
olurdu yüzleri sokakların, bilinmeyen bir dilden hikâyeler anlatırlardı
birbirlerine.
Hep efsunlu
gibiydi sanki isimleri.
Hep taksirle
gelirdi oralara ölüm.
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/taksiratla-gelen-olum,19807
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/taksiratla-gelen-olum,19807