T24 | 19 Ocak 2018
Sene 1962.
Tuzla’da çok çeşitli kuşlara konaklık eden duru
bir göl. Hemen ötesinde tertemiz deniz. Yakınlarında ise dümdüz bir arazi. Kalabalık
bir çocuk grubu çorak arazinin içinde ip gibi dizilmiş yürümektedir.
En önde bir adam vardır. Genç, bakışları yumuşak,
dokunuşları sevecen. Biraz sonra bep birlikte çadırlarlar kurmaya başlarlar.
Bilirler ki su hayattır. Bu yüzden ilk yaptıkları
şey büyükçe bir kuyu açmak olur. Ellerinde kazmalar, kürekler… Fidanlar dikmeye
başlarlar araziye. Bulabildikleri kadar çok fidan... Çocuklar diktikleri ağaçları
sulamak için kovalarla su taşırlar. Ta ki hortumları olana dek...
Hepsi, henüz oyun oynama çağında çocuklardır. Her
şeyi yapa boza öğrenir, hayatın onlara dar ettiği yollarda bata çıka ilerlerler.
Bir süre sonra toprağı kazmaya başlarlar.
Kazdıkları yer, yapacakları inşaatın temelidir. Sayısı 30 olan çocukların
her biri bir kırlangıç gibidir; zayıf, ince, narin; en küçüğü 8, en büyüğü ise 12
yaşındadır…
Başlarında ise bir adam vardır.
Bir dönem yuvası bozulmuş kırlangıçlar gibidirler hepsi. Yurdun
dört yanına dağılmış, anne babaları olmayan ya da ayrı kalmış, bir yakının
yanına sığınmış; okula gidemeyen, mağdur, yetim Ermeni çocukları... İşte bu çocuklara yurt olsun
diye yapılan bir tesistir inşa etmeye başladıkları. Yemekhanesi, mutfağı, spor
salonu, çamaşırhanesi; oyun alanları, yatakhane ve derslikleriyle tam bir sosyal
kamp olacaktır burası. Kümesleri, ahırı, balık besleyecek havuzları bile olacaktır.
Oyun oynama çağındaki çocukların taş taş üstüne
koyarak, kerpiç kerpiç örerek, hayal edip düş kurarak inşa edecekleri bir
yetimhane, bir kırlangıç yuvası haline gelecektir burası.
Önlerinde ise bir adam vardır ki, hep çocuklarla
beraberdir, hep en öndedir.
Önden o yürümüştür, ilk kazmayı o vurmuştur
toprağa, ilk küreği o atmış, ilk kovayı o taşımıştır. Ve zamanla yeni kuyular
açılmış, yeni ağaçlar dikilmiş, ek binalar yapılmıştır…
Tuzla'da bir yetimhane
5 yıl sonrasıdır.
Tuzladaki düz arazinin yerinde adeta bir orman büyümüştür. Ormanın tam ortasında büyük bir bina vardır. Beş yıl önce, oyun oynama çağındaki otuz çocuğun emeğiyle, alın teriyle, düşleriyle başlattığı bir hikâyenin finalidir bu.
Burası 1500 çocuğa yuva olacak Tuzla Ermeni Yetimhanesi’nden başka yer
değildir. Adı ise Kamp Armen’dir…
Kamp Armen,
ülkenin dört bir yanına dağılmış yetim kalmış kırlangıçların yuvasıdır.
Açılışını yine çocuklar yapar. Bu sefer daha
kalabalıktırlar.
Başlarında ise yine aynı adam vardır. Baron Güzelyan’dır adı.
1976 senesinde kendisine bir suikast yapılır.
Kampın içinde, çocukların gözleri önünde vururlar onu, ancak şansı vardır, kurtulur.
Ne var ki 12 Eylül 1980 darbesinden onun da payına
tutuklanma, işkence ve zulüm düşecektir. Baron Güzelyan ülkeyi terk eder, Marsilya’ya yerleşir.
* * *
Sonra başka bir adam peydahlanır kampta.
O da gençtir, delikanlıdır. O da bir kırlangıçtır,
yetimdir. Üstelik Tuzla Yetimhanesi’nin
yetiştirdiği çocuklardandır. Sahip çıkar kampa, çocuklara, çocukluk hayallerine.
Ne var ki kampın arazisini vakıftan almak için
devlet harekete geçmiştir. Geceleri, kampın yemekhanesinde, karanlıkta bir
karartı gözükür. Kimi zaman sabahlara kadar düşünerek oturur.
Yine aynı adamdır bu.
Yemekhanenin bir köşesinde oturur ve düşünür.
Çünkü devlet kırlangıçların yuvasına el koyacaktır.
Nitekim, 1987 yılında vakfın arazisine el konulur.
Kamp boşaltılır. Yeni sahipleri olur arazinin, sık sık el değiştirir. Binaları
yıkıp yeni inşaatlar yapmaya uzun süre cesaret edemezler. Üzerinde yetim hakkı
vardır çünkü. Sonrasında uzun bir sessizlik dönemi yaşanacaktır…
bir gölge yığılır yere
Bir akşam vaktidir.
Şişli, her zamanki gibi kalabalık, ağır bir
İstanbul’u yaşamaktadır.
Birden birkaç el silah sesi duyulur.
Eski apartmanların çatılarından birkaç güvercin
kanatlanır.
Halaskargazi Gazi Caddesi’nde bir gölge yığılır
yere.
Kaldırıma yüz üstü düşer.
Ayakkabılarının altında delikler vardır; üstelik
bir değil, her iki ayağında birden delikler vardır; başının arkasındaysa üç
kurşun yarası!
İncecikten bir kan sızar oracıkta, İstanbul’un
içine içine kanar.
Yıllar yılı üstü örtülmeye çalışılan tarihsel bir
kötülüğün devamı gibi kanar.
Ağır ağır kırmızıya boyanır kaldırım.
Şişli’nin kapılarında, pencerelerinde acıyla buruşmuş yüzler, yerdeki gölgeye bakıyordur.
Kaldırımda, acılı bir tarihin yarası, bir kez daha
açılmış kanıyordur.
Yerde yatan yine aynı adamdır!
Geceleri, Kamp
Armen’in yemekhanesinde, karanlıkta bir karartı gibi gözüken; kimi zaman
sabahlara kadar düşünerek oturan adamdır o.
Adı Hrant’tır.
Bir kırlangıçtır o!
Ve bir kez daha kırlangıcı vurmuşlardır.
Son zamanlarını, bir güvercin tedirginliğinde
yaşamıştır Hrant.
Ölüm, pis yüzüyle sırıtarak, göstere göstere
yaklaşmıştır ona.
İsteseydi eğer, başka bir coğrafyada, başka bir şehrin
yaşamında, rahat bir gelecek için kolayca yer açabilirdi kendine.
Ama o gitmemiştir.
Kökleri buradadır çünkü onun, yuvasını terk etmemiştir.
Köklerinden, toprağının kokusundan ayrı düşmek
istememiştir.
Bu toprakların ağacıdır, bu topraklarda kök
salmıştır o. Ölünce, yıllar önce, yaşlı bir Türk’ün dediği gibi, “su çatlağını bulmuştur.” Kaderin,
atalarına biçtiği bu eğreti yolda, sessiz, sakin ama hep onurla devam ettiği yolculuğun
sonunda gürül gürül akmış, sonunda kendi çatlağına yürümüştür.
Ölümü bir ateş topu olarak kalmıştır hükümranların
elinde. Herkes birbirinin kucağına atmıştır bu topu. Oysaki sonradan, hepsinin
birden orada olduğu anlaşılmıştır. Evet, hepsi birden orada olmuş, elleri hepsinin
birden uzanmıştır silaha; hepsi birden kavramış, hepsi birden dokunmuştur
tetiğe…
Sene 2007’dir, Ocaktır, ayın ondokuzudur...
içimizdeki öteki
Adı Hrant
Dink’ti.
Ailesi Sivas Ermenilerinden, aramızdaki son
kırlangıçtı belki.
Malatya’da dünyaya gelmiş, Tuzla’da bir
yetimhanede başladığı yaşam yolculuğuna, sonradan bu yetimhaneyi sahiplenerek
devam etmişti. “Tek başıma yaparım”
deyip Cumhuriyet sonrası, Türkçe ağırlıklı ilk Ermeni gazetesi AGOS’un çıkartılmasına öncülük etmişti.
Barışsever, yüzleşmeden yana, kötülüğe karşı iyilikle mücadele eden, birlikte
yaşamayı seçen biri…
“Her
koşulda, yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye” talip olanlardan.
Geçmişi, nice acılarla karartılmış bir tarihe
sahip ülkenin, kötü kaderini değiştirmek için belki de bir fırsattı o.
Bu ülkenin talihsiz geçmişine rağmen, geleceğine
verilmiş bir şanstı.
Kapısını çalmayı çoktan unuttuğumuz komşumuz Agop’tu o; terzi Kordonciyan’ın renk renk giysilerindeki deseni, matbaacı Sarkis’in kokusu, şair Manuşyan’ın şiir gibi sesi, rahip Vartabed’in nefesiydi.
Yaşatmayı bir türlü başaramadığımız içimizdeki
ötekiydi o.
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kirlangici-vurdular,18974
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kirlangici-vurdular,18974
Ağaç görmüş, yakmışlar
YanıtlaSilKanat görmüş, kırmışlar
Şimdi de düşmüşler insan izine
Nerede insan, nerede ışık, vurmuşlar...
(Hasan Hüseyin Korkmazgil)
#Hrant Dink anısına saygıyla# yüreğinize sağlık#
Teşekkürler Gülay, duyguların daim olsun; ağaçlar yakılmasın, kanatlar kırılmasın, ışıklar vurulmasın!
SilRica ederim. Dilerim dediğiniz gibi olur fakat çok acı var tekrarlanan.
YanıtlaSilÇok öldük yaşamak için.
En azından bunları unutmayan,unutturmayan değerli yazarlarımız var. Bu ülke için çok büyük bir değersiniz.