29 Ocak 2018 Pazartesi

Savaş ve barış

Yusuf Nazım
T24 | 29 Ocak 2018


'En iyi savaş, hiç başlamamış olanıdır.'









Okurlarım bilir.

Genellikle öykü dili kullanırım yazılarımda. İnişleri çıkışları olan, duygulu, biraz lirik bir dildir bu.

Seveni vardır, sevmeyeni…

Öyküselliği, belki bir öykü yazarı olmamdan, lirizmi ise şiire olan düşkünlüğümden olsa gerek.

Kısaca, düz yazılar bana biraz ırak.

*  *  *

Bugün ilk defa düz bir yazı yazacağım. Aslında bir değil, iki yazı. Haftaya da, devamı şeklinde Kobani ve Afrin üzerine olacak.

İşi dolandırmadan, hikâye etmeden; becerebilirsem duygusallığa kaçmadan.
Savaş ve barış üzerine olan düşüncelerimi, eğip bükmeden paylaşacağım sizinle.
Zira içinden geçtiğimiz günler, biz eli kalem tutanlara, tarih önünde sorumluluklar yüklemekte. Göz ardı edilemez, sırt çevrilemez, vazgeçilemez sorumluluklar bunlar.
Ülkesini seven, bu toprakların tarihine, kültürüne, insanına değer veren her bireyin duyması gereken sorumluluklar.

Ötesi, yaşamı tel örgülerle, duvarlarla bölmeyen; dil, din, ırk, mezhep ve cinsiyet gibi kavramlarla sınırlamayan; hatta insanlar kadar hayvanların da yaşama hakkına inanan; hayvan kadar doğanın, bitkinin, börtünün, böceğin de varlığına  değer veren bizler için daha büyük bir sorumluluk bu.

*  *  *

Bugünlerde yeni bir savaşın içindeyiz. Amerika’nın gazına gelip Emevi Camii’nde namaz kılmaya heveslendiğimizden beri korkuyorduk. Yanı başımızda yakılan bir ateşin içine adım adım çekildiğimizi hissediyor,  ürküyorduk.

Sonunda korkulan oldu!..

Bir süredir Orta Doğu’da aralanan cehennemin kapısından biz de girdik. Bizim olmayan bir coğrafyada, bizim olmayan bir savaşın içindeyiz şimdi.

Topluca savaşı kutsuyor, ülke olarak tek sese biat ediyor, cümle muhalefet partileri olarak, sonu ölümden, kandan, gözyaşından ibaret olacak bu kutsanmış yoldan uygun adımlarla yürüyoruz.

Düşünmek, söz söylemek yasak mı?

Savaş başlar başlamaz, iktidarın ilk yaptığı şey, muhalif sesleri kısma çabası oldu. Bir kısım medyaya başbakan aracılığıyla verilen brifingde gazetecilere, nasıl gazetecilik yapmaları öğretilmeye kalkıldı.

Bir zamanlar, asker vesayeti altında yapıldığında yerin dibine batırırdık böyle bir olayı. Adına andıç falan derdik. Peki, şimdi nerede kaldı basın özgürlüğü? Çok şikâyet ettiğimiz askeri vesayet rejiminden farkımız oldu mu? Yoksa dün dündü, bugün de bugün müydü?

Hemen ertesinde bir cadı avı başlatıldı. Savaşa karşı çıkmayı, söz kurmayı, düşünce beyan etmeyi, sorumluluk almayı suç saymaya başladılar.

Ne demek yani? İktidarın istemediği herhangi bir devlet politikasına karşı, söz söylemeyecek mi insanlar!?.

Bu ülkenin aydınları, bilim insanları, sosyologları, felsefecileri, yazarları, sanatçıları susacak mı? Sadece alkışlamak mı mübah olacak savaşı?

Bir savaşta alkışlar ne kadar çok duyuluyorsa, gerçekler o kadar hızlı ölmez mi? Bir ülkenin bilim insanları, aydınları susarsa, o ülkenin geleceği kurumaz mı? Bir savaşta ölenlerin sayısı çoğaldıkça, geride kalanların umutları azalmaz mı?

Gazeteciyi, yazarı, aydını susturarak; bir haberi, bir fotoğrafı, haritayı yasaklayarak; atılan tweet'lerin peşine düşerek neyi çözebiliriz?

Bir gerçeği en fazla ne kadar gizleyebiliriz? Peki, diyelim kendi ülkemizden gizledik; dünyayı nasıl kandırabiliriz? Başımızı soktuğumuz kumda soluk almadan, görmeden, işitmeden ne kadar kalabilir, nasıl yaşarız?

Bugünkü heyecanımıza bakmayın siz. Unutulmamalıdır ki, çoğu savaş heyecanla başlar, alkışlarla devam eder, felaketle son bulur.

Yurtta Sulh Cihanda Sulh

Bir zamanlar, kurucu iradenin ortaya koyduğu bir vizyonu vardı bu ülkenin. Adına Yurtta Sulh Cihanda Sulh denmişti. Şimdi sormazlar mı insana, nerede kaldı bu vizyon?

İstisnaları elbette olmuştu bu barış politikasının.

1950’li yıllarda Kore’ye asker göndermiştik örneğin. 741 ölü, 163 kayıp, 2068 yaralı vermiştik elin ülkesinde…  Aradan bunca zaman geçti. Şimdi ABD’ye köpürüyor, NATO’ya küsüyor, BM’e kızıyoruz.

Peki, elinizi vicdanınıza koyun da sorun bakalım; biz Kore’ye niye gitmiştik? Başkasının kirli savaşı için niye ölmüştük? İyi mi yapmıştık peki? Elbette ki hayır!

Sahi Afganistan’a, Bosna’ya neden asker gönderiyoruz? Ya Kıbrıs’a müdahale?

Dünyadaki bütün Türklerin –niye sadece Türklerinse?- hamiliğine mi soyunmalıyız yani? Bir Türk’ün bir Arap’tan, Kürt’ten, Afrikalı'dan daha değerli olduğuna mı inanacağız? Ya da bir Alman’dan, Fransız’dan, Asyalı'dan… Amerikalı bir yerliden çok daha değerli mi kanımız?
Müdahaleciliğin sonu yok ki! Müdahale etmek için gerekçe üretmenin de...

İsteyen illa bir gerekçe bulur; ABD Vietnam'a saldırır, Rusya Macaristan’a, Çekoslavakya’ya, Afganistan’a... Batı bir araya gelir Irak’ın üstüne çullanır, Libya’yı fetheder, Suriye’ye göz koyar.

İsrail 'vatanım' diye Filistin topraklarını işgal eder, oraları cehenneme çevirir. Arabistan, batıyı arkasına alır Yemen’e saldırır; Fransa Ruanda’da iç savaşı kışkırtır; ABD bir türlü sahneden inmez; bir gün Afganistan dağlarını bombalar, başka bir gün Somali’yi. Kuzey Kore’yi hedefe koyar; İran’da ve Küba’da rejimi devirmeye kalkar… Ve harıl harıl çalışmaya devam eder silah fabrikaları, rekorlar kırar. Böylece cehenneme döner dünya...

Komşuda kime karşıyız?

Peki, şimdi gelelim daha yakınımıza. Söyleyin, komşuya niye savaş açtık biz?
Afrin ya da kendi insanının diliyle Efrîn. Suriye’deki iç savaşı uzağında durmaya gayret eden bir bölge. 7 kasaba ve 360 köye sahip. Bizimle bir derdi yok.

Üstelik Esad rejiminden uzak durmuş, IŞİD’i bölgeye sokmamış, aksine IŞİD’ten kaçan, kendi nüfusu kadar göçmene kucak açmış bir halk. Reyhanlı’ya, Kilis’e komşu. Çoğunluğu Kürt; bir kısmı da Arap ve Türkmen. Bölge halkında, Abdullah Öcalan sempatizanlığı olduğu da açık. Ancak, kendi kurumsal partileri olan PYD, tüm bölge Kürtlerinde olduğu gibi orada da en örgütlü parti.

Afrin, büyük çoğunluğunu Kürtler olmak üzere bu insanların ana vatanı. Hatay’ın üçte biri kadar bir toprak parçası. Üstelik dünyadaki Kürt nüfusunun neredeyse yarısının yaşadığı bizim ülkemizdekilerle akraba, hısım.

Şimdi biz, kırk yıldır savaşarak çözemediğimiz kendi ülkemizdeki Kürt sorununu bir kenara bırakıp Suriye’deki Kürtleri mi yola getireceğiz? Bunca yıldır içinde debelendiğimiz, Türkleri de, Kürtleri de yiyip bitiren bu savaşı unutup komşudaki Kürtlerin üzerine mi yürüyeceğiz?
Ortalama bir akıl, kendi içimizdeki bu savaşı bile anlamsız bulurken; daha birkaç yıl önceki gibi çözümün konuşmaktan, sözden, birbirini anlamaktan geçtiğine inanırken, komşumuzdaki Kürt’le yapılacak bir savaşa nasıl razı olabiliriz?

Biz bu insanlarla Urfa önünde birlikte dövüşmedik mi? Çanakkale’de omuz omuza verip birlikte şehit düşmedik mi? Afyon’daki Kocatepe Şehitliği’nde Diyarbakırlı Kürt’le, Samsunlu Türk yan yana uyumuyor mu?

Bu soruları çoğaltarak sormalıyız. Konuşmaktan korkmamalıyız. Zira bir savaşta konuşanların sayısı azaldıkça ölenlerin sayısı artar. Bunu da unutmamalıyız.
Düşünelim; kaç Kürt’ü daha tepeler, kaç Türk’ü daha şehit verirsek biter bu savaş?
Kaç kentin daha yıkılıp tarumar olması, kaç ocağın sönmesi, kaç ömrün daha heba olup gitmesi gerekir?

Bugüne dek 40 bin insanımız ölmüş. Yaralı ve sakat kalanın sayısı tutulamıyor. Çeyrek yüzyılı çoktan geçti, yarım yüzyıla yaklaşan bir savaşın içindeyiz; ister politikanın diliyle konuşun, ister edebiyatın, ister sosyolojinin; isterse de askeri terminolojinin. Adına terör deyin, felaket deyin, savaş deyin. Ne derseniz deyin. Sonunda insanlar ölüyor, canlılar yok oluyor, doğa tahrip oluyor, ekonomik kaynaklar tükeniyor… İnsanlar öldükçe, umutlar daha çok azalıyor, geleceği daha çok kuruyor toplumun...

12 Eylül darbesinden beri tanığım. Yönetenlerimiz afaki nutuklar atarlardı hep; “gelecek bahara iş tamam” “sonraki yıl düze çıkacağız” “az kaldı terörün kökünü kazıyacağız”…
Eee, sonra? İnsan aklıyla bu kadar mı alay edilir? Değişen bir şey var mı? Bu nutukları çekenler şimdi neredeler? Rahatlar mı? Yüzleri kızarıyor mu?

Evet, değişen bir şey var. Yirmisine, yirmi beşine varmamış gençlere daha çok mezar kazıyoruz. Analar daha çok ağlıyor, birlikte daha çok gözyaşı döküyoruz... Kaynaklarımız daha çok tükeniyor. Üstelik eskiden kendi yurdumuzda kovaladığımız Kürt’ü, bugünlerde el âlemin ülkesinde kovalar olduk.

Şimdi, aynı söylevlere bir kez daha inanmamızı istiyorlar bizden. Yirmilerinde bir genç olsam inanayım. Ama ben yaşadım, gördüm, tanık oldum; 40 bin insan öldü ülkemde, 40 bin mezar kazdık, 40 bin can verdik bu topraklara; 40 bin baba ağladı, bir o kadar ana ağıt yaktı, dizini dövdü…

Kaç yıl daha sabretmemizi bekliyorsunuz bizden? 1 yıl, 10 yıl, 20 yıl, yoksa 40 yıl daha mı? El insaf, bir asır mı sürsün istiyorsunuz bu savaş?

Büyük bilim insanı Albert Einstein atomu parçalarına ayırmış, demiş ki; “aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır”

Bu inat niyedir peki? Bir de kucaklaşmayı düşünelim bu insanlarla! Gidip bir oturalım Kürt’ün sofrasına, konuşmayı deneyelim. Hele bir kulak verelim diyeceklerine. Gör bak, nasıl da hazır, o yok canıyla lokmasını paylaşmaya. Gör ki nasıl da özlem duyuyor kucaklaşmaya. Defalarca kez gittim, gezdim, yaşadım oralarda; ekmeğinden yedim, toprağını kokladım, hürmetini gördüm.

Savaş ve vatanseverlik üzerine

Şu soruyu sormamız gerekiyor; savaşta ölenler kim? Kazananlar ve kaybeden kimler?
Kusura bakmayın, benim gördüğüm şu; on binlerce ölünün içinde bir milletvekilinin, bir bakanın, bürokratın çocuğu yok! Zenginlerin çocukları da yok! Sanki sihirli bir el, onları bu cehennem ateşinden çekip alıyor. Kimi rapor alıp çürüğe çıkıyor, kimi parayı bastırıp askerden yırtıyor!

Paralı askerlik denen şeyi çıkarmışlar. Parası olan, demek ki askerlik yapmayacak! Tamam, askerliğe taraf, ya da karşı olabilirsiniz; veya profesyonel askerlikten yana tutum alabilirsiniz. O ayrı. Ancak askerlik bir yurttaşlık göreviyse, herkes eşit bir şekilde bu görevi neden yapmasın? Parası olmayan gariban gitsin ülkeyi korusun, şehit olsun; parası olanlar da vatanseverlik ve şehitlik üzerine nutuk atsın!...

Geçtik anayasal eşitlik ilkesini, evrensel hakkı, hukuku; hangi insanlık vicdanına sığar bu? Hangi ahlak anlayışının ürünüdür?

Bir barış ve huzur adası

Hep hayal etmişimdir; biz, savaşın değil barışın ülkesi olmalıyız.

Silahlanmanın değil, silahsızlanmanın öncülüğünü yapmalıyız.

NATO dâhil, hiç bir savaş örgütüne üye olmamalı, yayılmacı hiç bir gücün arkasına takılmamalıyız.

Dünyadaki bu kirlilik denizinde, silahlardan arınmış bir barış adası olmalıyız.

Belki biraz yoksul, belki biraz daha az gelişmiş kalabiliriz, belki silahlarımız olmayabilir…

Ama olsun, GDO’suz yaptığımız tarımız olur; doğal ürünlerimiz, temiz suyumuz, kirlenmemiş derelerimiz, nefes alacak şehirlerimiz; otlayan ineklerimiz, yürüyen tavuklarımız olur…

Barış ülkesi deyince, dünyada parmakla gösterilen, herkesin gıpta ettiği bir ülke oluruz. İnsanları olabildiğince eşit, özgür; yurttaşlarını dinine, diline, etnik kimliğine, cinsiyetine, özel tercihlerine göre ayırt etmeyen...

Onurlu, gururlu, başı dik insanları olan; eğitimine, sağlığına, tarımına, doğasına, insanına değer veren.

Silahlanmanın, silah üretiminin ve ticaretinin yasak olduğu bir ülke! Belki bir ütopya ülkesi...

Ne dersiniz, zor mu?

Yoksa mümkün değil mi?

Ya da olanaksız mı?


Peki ya hayal etmesi?

19 Ocak 2018 Cuma

Kırlangıcı vurdular

Yusuf Nazım
T24 | 19 Ocak 2018

Sene 1962.

Tuzla’da çok çeşitli kuşlara konaklık eden duru bir göl. Hemen ötesinde tertemiz deniz. Yakınlarında ise dümdüz bir arazi. Kalabalık bir çocuk grubu çorak arazinin içinde ip gibi dizilmiş yürümektedir.

En önde bir adam vardır. Genç, bakışları yumuşak, dokunuşları sevecen. Biraz sonra bep birlikte çadırlarlar kurmaya başlarlar.

Bilirler ki su hayattır. Bu yüzden ilk yaptıkları şey büyükçe bir kuyu açmak olur. Ellerinde kazmalar, kürekler… Fidanlar dikmeye başlarlar araziye. Bulabildikleri kadar çok fidan... Çocuklar diktikleri ağaçları sulamak için kovalarla su taşırlar. Ta ki hortumları olana dek...

Hepsi, henüz oyun oynama çağında çocuklardır. Her şeyi yapa boza öğrenir, hayatın onlara dar ettiği yollarda bata çıka ilerlerler.

Bir süre sonra toprağı kazmaya başlarlar. Kazdıkları yer, yapacakları inşaatın temelidir. Sayısı 30 olan çocukların her biri bir kırlangıç gibidir; zayıf, ince, narin; en küçüğü 8, en büyüğü ise 12 yaşındadır…

Başlarında ise bir adam vardır.

Bir dönem yuvası bozulmuş kırlangıçlar gibidirler hepsi. Yurdun dört yanına dağılmış, anne babaları olmayan ya da ayrı kalmış, bir yakının yanına sığınmış; okula gidemeyen, mağdur, yetim Ermeni çocukları... İşte bu çocuklara yurt olsun diye yapılan bir tesistir inşa etmeye başladıkları. Yemekhanesi, mutfağı, spor salonu, çamaşırhanesi; oyun alanları, yatakhane ve derslikleriyle tam bir sosyal kamp olacaktır burası. Kümesleri, ahırı, balık besleyecek havuzları bile olacaktır.

Oyun oynama çağındaki çocukların taş taş üstüne koyarak, kerpiç kerpiç örerek, hayal edip düş kurarak inşa edecekleri bir yetimhane, bir kırlangıç yuvası haline gelecektir burası.

Önlerinde ise bir adam vardır ki, hep çocuklarla beraberdir, hep en öndedir.
Önden o yürümüştür, ilk kazmayı o vurmuştur toprağa, ilk küreği o atmış, ilk kovayı o taşımıştır. Ve zamanla yeni kuyular açılmış, yeni ağaçlar dikilmiş, ek binalar yapılmıştır…

Tuzla'da bir yetimhane


5 yıl sonrasıdır.

Tuzladaki düz arazinin yerinde adeta bir orman büyümüştür. Ormanın tam ortasında büyük bir bina vardır. Beş yıl önce, oyun oynama çağındaki otuz çocuğun emeğiyle, alın teriyle, düşleriyle başlattığı bir hikâyenin finalidir bu.
Burası 1500 çocuğa yuva olacak Tuzla Ermeni Yetimhanesi’nden başka yer değildir. Adı ise Kamp Armen’dir…

Kamp Armen, ülkenin dört bir yanına dağılmış yetim kalmış kırlangıçların yuvasıdır.

Açılışını yine çocuklar yapar. Bu sefer daha kalabalıktırlar.

Başlarında ise yine aynı adam vardır. Baron Güzelyan’dır adı.

1976 senesinde kendisine bir suikast yapılır. Kampın içinde, çocukların gözleri önünde vururlar onu, ancak şansı vardır, kurtulur.

Ne var ki 12 Eylül 1980 darbesinden onun da payına tutuklanma, işkence ve zulüm düşecektir. Baron Güzelyan ülkeyi terk eder, Marsilya’ya yerleşir.

*  *  *

Sonra başka bir adam peydahlanır kampta.

O da gençtir, delikanlıdır. O da bir kırlangıçtır, yetimdir. Üstelik Tuzla Yetimhanesi’nin yetiştirdiği çocuklardandır. Sahip çıkar kampa, çocuklara, çocukluk hayallerine.

Ne var ki kampın arazisini vakıftan almak için devlet harekete geçmiştir. Geceleri, kampın yemekhanesinde, karanlıkta bir karartı gözükür. Kimi zaman sabahlara kadar düşünerek oturur.

Yine aynı adamdır bu.

Yemekhanenin bir köşesinde oturur ve düşünür. Çünkü devlet kırlangıçların yuvasına el koyacaktır.

Nitekim, 1987 yılında vakfın arazisine el konulur. Kamp boşaltılır. Yeni sahipleri olur arazinin, sık sık el değiştirir. Binaları yıkıp yeni inşaatlar yapmaya uzun süre cesaret edemezler. Üzerinde yetim hakkı vardır çünkü. Sonrasında uzun bir sessizlik dönemi yaşanacaktır…

bir gölge yığılır yere


Bir akşam vaktidir.

Şişli, her zamanki gibi kalabalık, ağır bir İstanbul’u yaşamaktadır.

Birden birkaç el silah sesi duyulur.

Eski apartmanların çatılarından birkaç güvercin kanatlanır.

Halaskargazi Gazi Caddesi’nde bir gölge yığılır yere.

Kaldırıma yüz üstü düşer.

Ayakkabılarının altında delikler vardır; üstelik bir değil, her iki ayağında birden delikler vardır; başının arkasındaysa üç kurşun yarası!

İncecikten bir kan sızar oracıkta, İstanbul’un içine içine kanar.

Yıllar yılı üstü örtülmeye çalışılan tarihsel bir kötülüğün devamı gibi kanar.

Ağır ağır kırmızıya boyanır kaldırım.

Şişli’nin kapılarında, pencerelerinde acıyla buruşmuş yüzler, yerdeki gölgeye bakıyordur. 

Kaldırımda, acılı bir tarihin yarası, bir kez daha açılmış kanıyordur.

Yerde yatan yine aynı adamdır!

Geceleri, Kamp Armen’in yemekhanesinde, karanlıkta bir karartı gibi gözüken; kimi zaman sabahlara kadar düşünerek oturan adamdır o.

Adı Hrant’tır.

Bir kırlangıçtır o!

Ve bir kez daha kırlangıcı vurmuşlardır.

Son zamanlarını, bir güvercin tedirginliğinde yaşamıştır Hrant.

Ölüm, pis yüzüyle sırıtarak, göstere göstere yaklaşmıştır ona.

İsteseydi eğer, başka bir coğrafyada, başka bir şehrin yaşamında, rahat bir gelecek için kolayca yer açabilirdi kendine.

Ama o gitmemiştir.

Kökleri buradadır çünkü onun, yuvasını terk etmemiştir.

Köklerinden, toprağının kokusundan ayrı düşmek istememiştir.

Bu toprakların ağacıdır, bu topraklarda kök salmıştır o. Ölünce, yıllar önce, yaşlı bir Türk’ün dediği gibi, “su çatlağını bulmuştur.” Kaderin, atalarına biçtiği bu eğreti yolda, sessiz, sakin ama hep onurla devam ettiği yolculuğun sonunda gürül gürül akmış, sonunda kendi çatlağına yürümüştür.

Ölümü bir ateş topu olarak kalmıştır hükümranların elinde. Herkes birbirinin kucağına atmıştır bu topu. Oysaki sonradan, hepsinin birden orada olduğu anlaşılmıştır. Evet, hepsi birden orada olmuş, elleri hepsinin birden uzanmıştır silaha; hepsi birden kavramış, hepsi birden dokunmuştur tetiğe…

Sene 2007’dir, Ocaktır, ayın ondokuzudur...

içimizdeki öteki


Adı Hrant Dink’ti.

Ailesi Sivas Ermenilerinden, aramızdaki son kırlangıçtı belki.

Malatya’da dünyaya gelmiş, Tuzla’da bir yetimhanede başladığı yaşam yolculuğuna, sonradan bu yetimhaneyi sahiplenerek devam etmişti. “Tek başıma yaparım” deyip Cumhuriyet sonrası, Türkçe ağırlıklı ilk Ermeni gazetesi AGOS’un çıkartılmasına öncülük etmişti. Barışsever, yüzleşmeden yana, kötülüğe karşı iyilikle mücadele eden, birlikte yaşamayı seçen biri…

“Her koşulda, yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye” talip olanlardan.

Geçmişi, nice acılarla karartılmış bir tarihe sahip ülkenin, kötü kaderini değiştirmek için belki de bir fırsattı o.

Bu ülkenin talihsiz geçmişine rağmen, geleceğine verilmiş bir şanstı.

Kapısını çalmayı çoktan unuttuğumuz komşumuz Agop’tu o; terzi Kordonciyan’ın renk renk giysilerindeki deseni, matbaacı Sarkis’in kokusu, şair Manuşyan’ın şiir gibi sesi, rahip Vartabed’in nefesiydi. 


Yaşatmayı bir türlü başaramadığımız içimizdeki ötekiydi o.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kirlangici-vurdular,18974

14 Ocak 2018 Pazar

Sadece Diktatör mü?

Yusuf Nazım
T24 | 14.01.2018


“Normal bir tenis topunu bırakırsanız ne kadar sıçrar? Ama bunu aldılar yere vurdular, tavana sıçradı.” /Haldun Taner
Almanya'da, toplumun tek adama biat etmek zorunda bırakıldığı diktatörlük yıllarıdır. Alman sermaye sınıfı, Hitler’in dünyayı ele geçirmek üzere ürettiği kirli savaş makinesinin doymak bilmez iştahı için harıl harıl çalışmaktadır. Toplum büyük oranda tek şefe biat etmektedir. Sanat, edebiyat, tiyatro ise büyük baskı altındadır.

Bir kabarecinin Hitler’e oyunu

Berlin’deki Charlottenburg Tiyatrosu’nun bütün koltukları dolmuştur. Hitler, kendine ayrılmış locada koltuğuna gömülmüş oyunu izlemektedir. Etrafındaki localarda, Gestapo subayları pür dikkattir.

Alman kabare sanatçısı Karl Valentin, Hitler’in oyununu izlediğini bilmektedir. Gerisini, tiyatro sanatçısı Cansu Fırıncı’nın kaleminden okuyalım:

Valentin,... Alman sermaye sınıfı ile Naziler arasındaki akçeli ilişkiye inceden dokunduruverir:

”ve büyük şef siyah Mercedes’i ile köşeyi dönüyordu.”

Nasırına basılan Hitler elbette oyundan sonra Gestapo marifetiyle Valentin’i uyarıyordu. Hitler Valentin’i ele geçirmek için yanıp tutuşuyordu.

Hitler ve subayları Charlottenburg Tiyatrosunda, 1939
Ertesi akşam Valentin oyuna çıktı, Hitler’in koltuğu boştu, gestapolar her zamanki masalarındaydılar. Valentin terliyordu. Vakit geldi, replikler aktı:

- ve büyük şef köşeyi döndü… Arabası siyah bir Mercedes değildi!

Naziler sanatı, edebiyatı, tiyatroyu, mizahı ele geçirmek için yanıp tutuşuyordu. Kitapları kent meydanlarında toplayıp yakıyor, sanatçıları tutuklayıp kamplara gönderiyor, tiyatro binalarını kapatıp mühürlüyor, tutuklayamadığı sanatçıları işinden atıp açlığa mahkûm ediyordu. Sanatçıları ele geçirince sanatı da ele geçireceklerini sanıyorlardı.

Tam bu sırada Valentin kabaresinin final repliklerini haykırıyordu. Sanatçı dediğin iktidarın yanında durmalı, onun propagandasını yapmalı, büyük şefe saygı duymalıydı:

-Heil..! Heil..! Heil..!

Valentin’den bunu beklemeyen seyirci şok geçirmişti, Gestapo’nun gözlerinde zafer ışıltısı parlamıştı. Salonda büyük, uzun, buz gibi bir sessizlik oluyordu.

-Ne bakıyorsunuz, adamın adını unuttum…”

Seyirci kahkahaya boğuldu, Gestapo öfkeyle sustu.”

“Bu bir faşizm hikâyesidir.” diye ekler yazısında Cansu Fırıncı

Ne kadar da güzel der.

Tiyatro sokakta (*)

1961 Anayasası’nın getirdiği görece özgürlükler dönemidir. Diğer alanlarda olduğu gibi kültürel alanda da yaygın bir örgütlenme ve sendikalaşma başlamıştır. Türkiye Opera, Tiyatro Sanatkârları ve Yardımcı İşçileri Sendikası (TOTSİS), Türkiye Tiyatro İşçileri Sendikası (TİSEN), Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ve onun bünyesinde ilk tiyatro topluğu... TÖS Tiyatrosu’ndan sonra da Devrim İçin Hareket Tiyatrosu girişimi başlayacaktır.

Bu son girişimciler, Türkiye’de daha önce yapılmamış bir şeyi deneyeceklerdir. Salonların, mülkiyet ilişkilerinin, salt eğlenceye dönük oyun anlayışının dışında, yüzünü halka ve sokağa dönmüş bir tiyatronun hayalidir bu. “Köksüz bir estetik” yerine damarını halktan, onun ihtiyaç ve problemlerinden alarak zenginleşmeyi hedefleyen bir estetik.

Devrim İçin Hareket Tiyatrosu bir oyunda
Bu son girişimciler, Türkiye’de daha önce yapılmamış bir şeyi deneyeceklerdir. Salonların, mülkiyet ilişkilerinin, salt eğlenceye dönük oyun anlayışının dışında, yüzünü halka ve sokağa dönmüş bir tiyatronun hayalidir bu. “Köksüz bir estetik” yerine damarını halktan, onun ihtiyaç ve problemlerinden alarak zenginleşmeyi hedefleyen bir estetik.


Mehmet Ulusoy, Ali ve Işıl Özgentürk, Sadık Karamustafa, Doğan Soyumer, Sabahattin Şenyüz, Veli Gürcan; daha sonrasında Kuzgun Acar, Can Yücel, Bige Berker, Nejat Feruz gibi isimler bu hayalin ortakları olur. Öyle ki, içinde kaportacı Hüseyin de bulunur, öğrenci Ragıpozalitçi Ahmet de…

Yıl 1968 dir. İlk denemeleri, İstanbul’da yapılacak Boğaz Köprüsü’nden alan konu “Köprü” adlı oyundur.

Çok titiz çalışmalardan sonra 20 kişilik ekiple 3 Kasım günü Ortaköy sırtlarında halaylar ve davul sesleri arasında oyun başlar. Kayalar Köyü’nden Yakub’un çocuğunun, Fırat’ın köprüsüz sularında nasıl can verdiğinin hikâyesiyle açılan sahne, İstanbul’un köprüsüyle, Fırat’ın köprüsüzlüğünü karşılaştırır.

Beylerbeyi’nde oynanan ikinci oyunda ise oyunculardan dört, seyircilerden de iki kişi, “halkı hükümet aleyhine tahrik ve müsaadesiz gösteri yaptıkları” iddiasıyla gözaltına alınır. Gözaltı ve tutuklamalarla sonraki oyunlarda da sürüp gidecektir…

Magirus Fabrikası’nda tiyatro

O sıralar Menderes’in terzisi İzzet’in patronu olduğu Magirus Montaj Fabrikası’nda grev vardır.

Yeni oyunun provaları aceleden yapılmış, adı bellidir: “Grev!”

İşçilerinin helaya marka ile gidip en fazla üç dakika kalabildiği, yazın fırın gibi sıcaklıkta, kışın -20 derecede çalışmak zorunda kaldıkları bu fabrikanın önünde, grevci işçilere karşı oynanacaktır oyun.

Minibüsle fabrika önüne geldiğinde halay çekilmektedir. Davul ve zurnalarla karşılanır ekip. Minibüsten inen halayın bir ucuna katılır.

Halay biter, son davul da vurur, oyun başlar. İzleyen yüzlerce göz, arkada Magirüs Fabrikası’nın susmuş bacaları.

Anlatıcı ileri fırlar, “Selam olsun herkese!” der.

Bir korodan çıkmışçasına karşılık verir grevci işçiler “selam olsun!”
Mahallelerde oyanana bir tiyatro, 1968

İşçi hikâyeleri, sarı sendika, patron tiplemeleri, arada Nazım Hikmet’in Ellerinize ve Yalana Dair şiiri, doruğa çıkan bir coşku… Oyun ve oyucular o kadar gerçektir ki… Özellikle patronu oynayan oyuncunun işi zordur; onu, işçilerin elinden güçlükle kurtarırlar… Kendilerini tutamayan işçiler oyuna dâhil olurlar. Bir anda sahne ortadan kalkar, bütün işçiler birer oyuncudur artık. Görülesi manzaradır, platform grevci işçilerle dolup taşar…

Magirus Grevi 1968 Aralık’ının sonunda işçilerin kazanımıyla sonuçlanır. “Grev” oyunu diğer fabrikalardaki grevcilerin önündedir artık…

Sadece Diktatör Hopa’da

Karadeniz daima hırçındır, dalgalıdır.

Kimi zaman küser, dalgın olur, içine kapanır. Kimi zaman kendine gelir, coşar.

Artvin, Doğu Karadeniz’de, dağların doruklarına sığınmış bir şehirdir.

Onun sahildeki ilçesi Hopa’da bir gün:

Yağmur çiseliyordur, mütemadiyen. Hırçınlığı, nedense üzerinde değildir Karadeniz’in; sakin, sessiz, içine kapanık.

Sokaklar ise tam tersidir; ayakta, heyecanlı, uğul uğul.

Emre Düğün Salonu’nun önünde coşkun bir kalabalık vardır, kapısında ise asma bir kilit!

Bir oyun oynanacaktır Hopa’da, iki ayrı yerde daha. Onur Orhan'ın yazdığı, Caner Erdem’in yönettiği ve Barış Atay'ın sahnelediği oyun.

Adı “Sadece Diktatör

Emre Düğün Salonununda tiyatronun kapısında kilit
Daha önce ülkede 40 bin kişiye oynanmış oyuna, kaymakamlık tarafından önceden izin verilmiş; salon ayarlanmış, duyurular ve tüm hazırlıklar yapılmış, biletleri satılmıştır.

Ama son anda özel idare yasak koymuştur oyuna. İçeri girilmesin diye kapısına bir de kilit vurulmuştur salonun.

Bölge idare mahkemesine başvurulur hemen. Yürütmeyi durdurma kararı çıkar.

Haber tez ulaşır Metin Lokumcu Meydanı’na. Salonun önü bir anda kalabalıklaşır. Dalga dalga bir coşku yayılır, sevinç çığlıkları karışır Karadeniz’e. Her şeye rağmen oyun oynanacaktır.

Lakin hiç bir devlet yetkilisine ulaşılamaz, salonun mührünü sökecek tek bir görevliyi dahi bulamazlar.

Çünkü oyunun adı Sadece Diktatör’dür.

Ertesi gün Barış Atay, diğer görevliler, büyük bir izleyici kalabalığı, devletin görevlilerinin gelip, mahkeme kararını uygulamasını beklerler.

Bekledikleri şey olur. Devletin görevlileri gelir. Gelir ama biraz kalabalık gelirler; kolluk güçleri, akrepler, gaz maskeli polisler, hepsi birden gelir! Yetmezse diye, çevre illerden takviye çevik kuvvet de gelir. Gelir ve Emre Düğün Salonu önüne dizilirler.

Talimat büyük yerdendir. Bu sefer ellerinde bir valilik yazısı vardır. Valilik OHAL’in bilmem ne maddesinin, bilmem hangi bendine dayanarak Artvin’in üç ilçesinde oyunu yasaklamıştır!

Çünkü Sadece Diktatör’dür adı ve her şey bir tiyatroyu oynatmamak içindir.

Faşizm bir ruh hastalığı

Hitler, Germen ırkının üstünlüğü ve Alman toplumun zararlı unsurlardan arındırılması uğruna, başta Yahudiler olmak üzere; sosyalistler, komünistler, çingeneler ve kimi Slav ırkına mensup olanların kırımına girişmişti. Akıl hastaları, sakat çocuklar, önemli fiziksel/zihinsel engelleri olan yetişkinler de kurbanlar arasındaydı. Üremeye katkılarının olmamasından dolayı eşcinseller de...

O, dünya çapında yol açtığı felaket ve işlediği insanlık suçlarıyla Sadece Diktatör müydü?

Kuşkusuz bir diktatörden çok daha fazlasıydı o.

Zira, faşizmin kendisi bir ruh hastalığıydı ve Almanya’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde hep aynıydı.

Sanat faşizme karşı hep meydan okuyordu. Bu yüzden her şey, sanatı ve sanatçıları ele geçirmek için oluyordu.

Sanatçıları ele geçirince sanatı da ele geçireceklerini sanıyorlardı.

Hâlbuki yanılıyorlardı!

Onlar bir sanatçıyı ele geçirdiklerinde, yetişip başka bir sanatçı alıyordu bayrağı, alıyor ve koşuyordu. Onun peşine düştüklerinde ise bu sefer yeni bir sanatçı çıkıyor, yere düşmeden yakalıyordu bayrağı. Böylece sanat, kendi, o görkemli mecrasında durmaksızın akmaya devam ediyordu

Muktedirler tiyatroları yasaklıyor, binaları mühürlüyor, salonları kapatıyorlardı.

Lakin sanatın ele geçirilemez olduğunu bilmiyorlardı. Mekânlar olmadığı zaman, yeri geldiğinde oyunlar sokaklarda, fabrika önlerinde, meydanlara oynanıyordu.

Çünkü bu bir faşizm hikâyesiydi ve faşizmin replikleri her aynıydı, değişmiyordu.

Değişen, sadece onun yüzü ve coğrafyası oluyordu.

(*) Tiyatro sokakta bölümü için 9/9/2017/ skopdergi - Sayı 11 / Burak Üzümkesici’den yararlandım.