22 Aralık 2018 Cumartesi

Şeytan

Yusuf Nazım
T24 | 22 Aralık 20018


20 Aralık günü, Edebiyat Fakültesi’nin kapısına dayanmıştır şeytan. Kelimeleri çürümüş, çığlıkları hoyrat, sözleri tehditkârdır. Ülkücü bir güruh kılığındadır.
Hacettepe Üniversitesi'nde Edebiyat Fakültesi Kitap Kulübü’nün düzenlediği bir söyleşi yapılmaktadır. Konuşmacı, şair Ahmet Telli’dir. Konu ise ‘Cumhuriyet Döneminde Edebiyat’
Şeytanın kültüre tahammülü var mıdır? Sessiz kalabilir mi sanatın, edebiyatın büyüsü karşısında? Nasıl göz yumar şiirin baştan çıkarıcı, kışkırtıcı, dönüştürücü gücüne?
Tahammül etmez, sessiz kalmaz, göz yummaz!
Bölüm sekreteri etkinliğin yapıldığı salona girer, “Salonu boşaltın tutamıyoruz kapıdakileri” der. Kim bilir sesine, şeytanın sesi sinmiş midir, kokusu bulaşmış mıdır nefesine?
*  *  *
Cennet’ten kovulduğu günden beri şeytan, bütün kötülüklerin kaynağı olarak görülmüştür. Ne zaman ki insanoğlu huzura, sükûna yaklaşsa; insanca yaşamaya kalkışsa, hileleri, şaşırtmacaları, takiyeleriyle bin bir kılıkta ortaya çıkıverir o.
İstanbul sokaklarında gayrimüslimlere karşı kırıma dönüşen galeyan
6-7 Eylül 1955, Fahri Çoker Arşivinden
Yaşadığımız coğrafyaya gelince… Şeytan, aklın almayacağı kadar sinsi, bir o kadar kurnazdı.
Tarihe 6-7 Eylül 1955 olayları diye geçen, İstanbul’daki gayrimüslimlere karşı yapılan örgütlü saldırılar onun eseriydi. Şeytan, yine bir MİT görevlisi kılığıyla, Selanik’teki Atatürk’ün evine bomba atarak başlatmıştı olayları. Onun planları, galeyana getirilen örgütlü kalabalıkların eliyle, İstanbul sokaklarında Rumlara, Ermenilere, Yahudilere karşı bir kırıma dönüşmüştü.
Resmi rakamlara göre 5300 ü aşkın bina saldırıya uğramış, 11 kişi ölmüş, 30 kişi yaralanmış, 60 kadın tecavüze uğramıştı. Saldırıya uğrayan binalar arasında evler, işyerleri, okullar, kiliseler, manastır ve sinagoglar da vardı. Devletin resmi kayıtlarının dışında ise çok büyük rakamlar telaffuz edilmekteydi...
Kazancı Yokuşu’nda kurulan pusu, kıstırılan kalabalık
1 Mayıs 1977, Kazancı Yokuşu'nda sıkışan kalabalık
Nicedir, şeytanın dizginsizce at koşturduğu, kötülüğün hüküm sürdüğü bir ülkeydi burası.
Ne zaman ki umudunu çoğaltır insan, ne zaman ki düşleri gerçek olmaya yaklaşır, ne zamanki “güneşten ışık yontmaya” kalkar, şeytan hemen oracıkta bitiverirdi.
1 Mayıs 1977’de İstanbul’da, Taksim Meydanı’nı kana bulamak onun en büyük kötülük gösterilerinden biriydi. Bu sefer, Intercontinental Oteli’nin çatısından, uzun namlulu silahlı adamlar kılığında kalabalığın üzerine ölüm kusacaktı. Panzerler, ateşli silahlar, Kazancı Yokuşu’nda kurulan pusu, kıstırılan kalabalıklar... İblis, en sinsi planlarıyla ortaya çıkmış, bir kez daha başarılı olmuş; katliamda 34 kişi ölmüş, 136 kişi de yaralanmıştı.
Şeytanın planları Maraş’ta da tuttu
Maraş Katliamı öncesi yapılan çağrılardan
Şu günler Maraş Katliamının yıldönümü. 19-26 Aralık 1978 tarihlerinde, resmi rakamlara göre 111 kişinin öldüğü, yüzlercesinin yaralandığı olayların yaşandığı günler.
Şeytan, o gün bütün habis huylarını kuşanmıştı. Nefesi ölüme soğukluğunda, Kahramanmaraş’ın sokaklarını kol geziyordu. Yıllar sonra ortalığa dökülecek MİT belgelerinde, şeytanın katliam planlarını Ülkü Ocakları’nda yaptığı ortaya çıkacaktı. Bu kayıtlara göre ülkücüler Çiçek Sineması’na az tesirli bir bomba atacak, bunu solcular yaptı diyerek sokaklara döküleceklerdi. Öyle de oldu, şeytanın planları Maraş’ta da tuttu.
Maraş Ağır Ceza Mahkemesi eski hâkimlerinden Kerim Günay’ın anlatımlarıyla, Kızılbaş denilerek Alevilerin öldürülmesi, önceden işaretlenen evlerin yakılması, ardından evlere girilerek kadın, çoluk çocuk demeden linç, katliam, tecavüz ve en akla gelmeyecek işkencelerin yapılması hep aynı şeytanın marifetiydi.
Şeytandı bu, zekiydi, bin bir kılığa girerdi
2 Temmuz 1993, Madımak Oteli önünde cihat için tekbir getiren kalabalık
Şeytan boş durmuyordu.
Ne zamanki kültüre, sanata, edebiyata dair bir söz söylense adeta kıvranıyor, öfkeleniyor, diş biliyordu. Aydınlanma, çağdaşlık, ilerleme en korktuğu şeylerdendi.
Bu sefer, şeytanın insanları tuzağa düşürmek için seçtiği yer Sivas’tı.
2 Temmuz 1993 ‘te Sivas’ta yapılan Pir Sultan Abdal Şenlikleri, onu çileden çıkarmaya yetecekti.
Bir zamanlar Tanrı tarafından Cennet’ten kovulan şeytan, intikamını, insanları kendi yarattığı cehennemin tuzağına çekerek almak istiyordu. Sivas’ta kışkırtılan gözü dönmüş kalabalıklar eliyle Madımak Oteli’nde 34 kültür insanı; şair, edebiyatçı, mizahçı, ozan ve sanatçı diri diri yakılıyordu.
Şeytandı bu, zekiydi, bin bir kılığa girerdi.
Katliamı yapanların 26 avukatı vardı. Bu avukatların tamamı AKP de siyaset yaptı, itibar gördü, mevki aldı. Şeytanın görünmeyen eli, onların taltif edilmesini sağladı, çoğu en üst düzeyde terfi etti.
Onun silueti, sonradan ortaya çıkacak fotoğraflarda gizliydi
Gazi Katliamından uzun namlulu silahlar
Şeytan asla rahat durmuyordu.
12 Mart 1995 tarihinde İstanbul, Gazi Mahallesi’nde de öyle yaptı. Yine Alevilerin yoğun olduğu bir mahalleyi seçti. Bir gece yarısı, mahalledeki dört kahvehane ile bir pastaneye, kimliğini açık etmeden ölüm olarak yağdı. İlk gün, bir Alevi dedesinin öldüğü olaylarda, sonraki günlerde ölü sayısı 22 ‘ye yükseldi. Yüzlerce de yaralı vardı…
Şeytan ortalıkta yoktu. Lakin onun silueti, sonradan ortaya çıkacak fotoğraflarda gizliydi. Susurluk Dosyası sanıklarından bazılarının, uzun namlulu silahlarla kalabalığın üzerine ateş ederken gösteren fotoğraflardı bunlar.
Hrant Dink’in ensesine saplanmış üç mermi
Ne kadar acımasız, ne kadar gözü dönmüş, ne kadar küstahtı şeytan.
En akla gelmeyecek planlarla, en sinsi oyunlarla, en beklenmedik zamanlarda sergilerdi marifetini.
Olmadık habislikler yapar, hep acı içirir, kan kustururdu insanlara. Daima müşfik görünür, sesi dost kimliğiyle çıkar, ancak hep ölüm soğukluğunda eserdi nefesi.
19 Ocak 2007’de de yine öyle oldu. Bu sefer Şişli’de, akşamüstü bir kaldırımda yürürken, Hrant Dink’in ensesine saplanmış üç mermi kılığındaydı o. Sonradan ortaya çıkacaktı, bir çocuk görünümüne girmişti; Şeytandı bu, Trabzon’dan neredeyse bando eşliğinde uğurlanmış, bulaşmadığı kurum, alet etmediği kişi kalmamıştı...
Tıpkı, gazeteci Uğur Mumcu’yu, aracının içinde parça parça eden zalimlik gibi.
Tıpkı, bir kargo paketinin içinden kitap kılığında çıkıp Prof.Dr.Bahriye Üçok’un lime savurması gibi.
Tıpkı, puslu bir Diyarbakır akşamında, ıssız bir sokakta, Kürt bilgesi, gazeteci yazar Musa Anter’in soluğunu kurutan habislik gibi.
Kemal Türkler, Muammer Aksoy, Onat Kutlar, Çetin Emeç, Ferhat Tepe, Namık Tarancı; bağışlasınlar beni, adlarını sayamadığım daha niceleri gibi…
“Hacettepe sana mezar olacak”
Ahmet Telli.
Edebiyatımızın yüz akı, kültürümüzün korkusuz süvarisi, son dönem şiirimizin serüvencisi…
Şeytan, onca kötülüğü kuşanarak kapıya dayandığında, öğrencilere bir zarar gelmesin istedi. Tek başına çıktı kapıdan. Fakülte kapısındaki şeytanın histerik çığlıklar içindeki tehditlerine, kokuşmuş nefesine, tarih öncesinde kalma nefret dolu bakışlarına aldırmadı.
Şeytanın, arkasında yankılanan “Hacettepe sana mezar olacak” sözlerine rağmen, korkusuzca yürüdü kötülüğün üzerine…
“Son büyük serüvenci yaralıdır hala”
Biliyordu o;
“Dünyanın cesur ulusları yoktu, cesur insanları vardı. Onlar, aşkın ve hayatın havarileri, büyük serüvencilerdi. Onlar, bu ihtiyar cadının maskesini parçalamak ve yeryüzü denilen cenneti bize sunmak istediler. Bütün ömürleri bu kavgayla geçti. Ne adları vardı onların, ne ulusları, ne dinleri ne de anıtları.” (*)
Ve şöyle devam ediyordu;
“Ama biz onlar için ölüm fermanları hazırlayıp görkemli mangalar  kurduk. Savaşlar açtık peş peşe. Kentleri ele geçirip vahşi bir hayvan gibi avladık onları. Nerde görülseler kurşuna dizdik ve süslü kemerler yaptık onların kafa derilerinden. Biz cellattık ve tarih suratımıza tükürürken, bir kez bile bağışlanmayı istemedi onlar…” (*)
Şeytanın, yukarıdan, kibir dolu, kötücül bakışları altında sözünü noktalıyordu:
“Derler ki, son büyük serüvenci yaralıdır hala…” (*)
(*) Soluk soluğa /Ahmet Telli

21 Aralık 2018 Cuma

Ötekinin duyulmayan sesi

Yusuf Nazım
T24 | 18 Aralık 2018



‘‘Radyo olmasaydı biz iktidara gelemezdik!”

1933 yılındaki bir konuşmasında Alman ulusuna böyle seslenir. Joseph Goebbels. Hitler’in yakın arkadaşı, sağ kolu ve ölene kadar en sadık komutanıdır. 1923 yılında tanıştığı Nazi Partisi’ne 1925 yılında üye olmuş, o zamana kadar solun kalesi olarak bilinen Berlin’in, partinin bölge liderliğine atanarak emrindeki Nazi SA larıyla birlikte sosyalist ve komünist partilere karşı kıyasıya bir mücadeleye girişmiştir. Berlin’deki başarılarının ardından partide hızla yükselerek 1928’de parlamentoya giren Goebbels, Reich Propaganda Sorumlusu, iktidara geldikleri 1933 ‘te de Propaganda Bakanı olmuştur.

Onun, radyo konuşmasındaki sözünü en iyi doğrulayacak olan ise Nazi ordularının Silahlanma Bakanı Albert Speer’den başkası değildir. Nuremberg Mahkemesi’nde yargılanan bakan, ‘‘Radyo sayesinde 80 milyon kişinin özgürce düşünebilme imkânı elinden alındı.’’ diye konuşacaktı.

‘‘Yalan ne kadar büyükse, inananı o kadar çok olur!’




İntiharından bir gün önce, Goebbels zehirlenmesini emrettiği 6 çocuğuyla birlikte
Goebbels’in Propaganda Bakanlığı döneminde, Reich Kültür Dairesi kurulur. Bu kurum eliyle, tüm gazetelere, radyo programlarına, sinemalara sansür uygulanmaya başlar; tiyatro, eğlence ve kültür programları, sanat ve müzik dünyası bütünüyle denetim altına alınır; aydınlar, bilim insanları, akademisyenler ve sanatçılar; akademik yayınlar bu kurul aracılığıyla kontrol edilir. Bilim, kültür ve sanat insanları arasında korku ve kaygı dolu bir süreç başlar.

Reich Kültür Dairesi’ne üye olmayan sanatçılar hiçbir kültür sanat ürünüyle ilgili çalışma yapamaz, sergi açamazlar. Buna karşılık Nazizm’e sadık müzisyenlere, sanatçılara ise özel bir değer verilir, bu sanatçılar devlet tarafından maaşa bağlanır.

Nazizm’in mizaha tahammülü yoktur. Karikatürler, şaka ve espri içeren yazı ve fıkralar ile bunların yazarları, çizerleri hakkında soruşturmalar açılır. Yazarlar “istenmeyen Alman’ olarak ya sınır dışı edilir, ya da vatandaşlıktan çıkarılırlar.
Modern sanat hareketleri zırvalık, ahlaksızlık, baştan çıkarıcılık olarak görülür.
Tüm dernek ve sendikalar Nazi yanlısı organizasyonlar altında bir araya getirilir.

Goebbels, kitleleri etkilemek için her türlü yöntemi, en uygun araçlarla, en görkemli bir şekilde uygulamayı seçmiştir. ‘‘Yalan ne kadar büyükse, inananı o kadar çok olur!” sözü ona aittir.

“Biz de varız, biz de buradayız…”

15 Aralık 2018.

TBMM ‘de bütçe tartışmaları yapılmaktadır. Oturumlar hararetli geçmekte, vekiller birbirine kırıcı sözler söylemekte, sataşmalar ve yumruklaşmalar yaşanmaktadır. AKP ‘li bir vekil CHP ‘li başka bir vekili, Adolf Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’e benzetmekten geri durmaz.

Gergin ortamı AKP’li bir vekilin yaptığı konuşma yumuşatır. Meclisteki AKP’li vekillerden politikaya en uzak, en hoşgörülü, en birleştirici olanının konuşmasıdır bu. Kendisi spor kökenli olan, AKP Sakarya milletvekili Kenan Sofuoğlu, kendi partisine de batırır iğneyi, muhalefete de. Bir anda gerginlik sona erer, ortam yumuşar.

Türk sporuna hizmet etmekten bahseder vekil; demokrasiden, elbirliğinden, partilerin birlikte çalışmasından…

Ve ardından tek tek sayar adlarını partilerin; AKP der, MHP der, CHP der, İYİ Parti der; başka bir şey demez!


Holocost kurbanları, Almanya'daki ötekiler


Oysaki TBMM ’deki AKP vekillerinin en hoşgörülünü olanıdır o. En naif, en yumuşak, en birleştirici konuşmayı yapmıştır... Yapmış ve demokrasinin birleştirici gücü altındaki vekil kalabalığı bir anda huzura kavuşmuştur.

Meclisin 3.büyük partisi HDP mi?

Meclisteki en hoşgörülü, en birleştirici konuşmayı yapan AKP’li vekilin dilinden HDP’nin adı çıkmaz! Ona göre 6 Milyon seçmen yoktur; çoluk çocuğuyla birlikte 8 milyon insan bir anda görünmez olur!

Tam o anda kalabalığın içinden bir kadın sesi duyulur:

“Biz de varız, biz de buradayız!…”

HDP’li vekil Fatma Kurtulan’ın sesidir bu. Van milletvekilinin cılız sesi, şuhu içindeki vekil kalabalığının huzur bulmuş mutluluğunda eriyip gider. Kulak veren olmaz, kimseler duymaz.

Adeta ötekinin sesi gibidir Fatma Kurtulan’ın sesi. Yok sayılır, görülmez, duyulmaz… Onunla birlikte sekiz milyon insan da yok sayılır. Kürt’ün adıyla cisimleşmiş Ermeni’de, Çerkez’de, Rum’da… Fatma Kurtulan’ın sesi duyulmayınca, LGBT ’li bireyin, alevinin, solcunun, aydının da sesi duyulmaz. Hiçbirinin sesine kulak veren olmaz. Bu ülkenin başkaları, yalnızları, görünmeyenleridir onlar. Spor gibi, siyasetin asgari müştereklerde ortaklaşacağı bir alanda bile ötekidir onlar. 

*  *  *

Hücre karanlıktır. Mahkûm giysileri içindeki adam elindeki kâğıdı açar. Kapı mazgalından sızan ışığın aydınlattığı buruşmuş kâğıdın içindeki kapsülü parmakları arasında çevirir. Döner, birkaç adım yürür, köşedeki ranzaya uzanır. Elini yavaşça ağzına götürür, kapsülü dilinin altına yerleştirir, gözlerini kapar... Bir anda soluğu kesilir gibi olur. Hızla nefes alıp vermeye çalışır, başaramaz! İstediği temiz hava, bir türlü nefes borusundan içeri girmez, boğulurcasına hıçkırmaya başlar. Bunu istemsiz hareketlerle, çırpınmalar takip eder. Birkaç kuvvetli sarsılmadan sonra bedeni önce kaskatı kesilir, ardından hareketsiz öylece kalır...

Göring’in eseri: Barış yanlılarını vatansever olmamakla suçlamak

Tarih 23 Nisan 1945. 

Kaldığı hücrede, elindeki potasyum siyanür kapsülüyle intihar eden, Hermann Göring’ten başkası değildir. O, dünyayı cehenneme çeviren Alman faşizminin elit kadroları arasında, en önde gelen bir kaç kişiden biridir. Nürnberg Mahkemeleri’nde yargılanan en yüksek rütbeli Alman savaş suçlusu olarak idama mahkûm edilmiş, infazından bir gün önce, hücresinde zehir içerek intihar etmiştir.

Göring, 2.Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası'nın Hava Kuvvetleri komutanı; polis ve ekonomi bakanı, aynı zamanda Alman gizli polis teşkilatı Gestapo'nun kurucusu ve yöneticisiydi.

Hitler’e toplama kampları fikrini vererek Yahudilerin, Çingenelerin, komünistlerin ve savaş esirlerinin bu kamplarda imha edilmesini sağlayan yine Göring'ti. 

Ünlü Reichstag Yangını’nı bizzat planlayıp yönetmek, sonra da suçu komünistlerin üzerine atmak, bizzat onun eseridir. 

Nazi ideolojisine göre Yahudiler, Çingeneler, komünistler ve savaş esirleri toplumun ötekileriydi. Hiçbir değerleri yoktu. Hitler’e toplama kampları fikrini vererek, Alman toplumun ötekilerden ayırmak suretiyle bu kamplarda imha edilmesini sağlayan yine Göring'ten başkası değildi. 

Herman Göring, Leningrad ve Stalingrad cephelerindeki yenilgilerin ardından savaşın Almanların aleyhine dönmesi üzerine 20 Nisan 1945 tarihinde Berlin'de yapılan Hitler'in son doğum günü kutlamasına katılmış, ardından uzun bir araç konvoyuyla Berlin'den ayrılmıştır. Kaçtığı Avusturya'daki kalede, elindeki sanat hazinelerini saklamakla meşguldür.

Savaş bittiğinde bir Amerikan karargâhına teslim olur. Göring’in, Nurnberg Mahkemeleri’nde yargılanırken söylediği sözler çok manidardır:

"İnsanlar tabii ki savaş istemez. Fakir bir çiftçi, savaştan elde edeceği tek kazancın, köyüne sağlam bir şekilde dönmek olduğunu bildiği halde, niye hayatını savaşta riske atsın? İster Amerika’da olsun, ister Rusya'da, isterse de İngiltere ya da Almanya'da, hiçbir fakir çiftçi bunu istemez. Fakat ülkelerde liderler karar verici durumdadırlar. Ve her zaman insanları istedikleri gibi yönlendirmek isterler. İster demokrasilerde olsun, ister diktatörlüklerde, isterse de parlamenter rejimlerde bu hiç de zor değildir. Toplum, kolaylıkla liderlerine inanabilir ve onların isteklerini kabul etmeleri sağlanabilir. Tek yapacağınız şey, sürekli olarak ülkenin tehlike altında olduğunu söylemek, barış yanlılarını vatansever olmamakla suçlamak ve dış tehditle karşı karşıya bulunulduğunu göstermektir. Bu yöntem her zaman, her ülkede işler."

Hermann Göring Nuremberg Mahkemeleri'nde yargılanırken, 1946



İçimizdeki ötekiler!

1933’te Almanya’da, Nazi diktatörlüğüne giden yolda, meclisin yetkilerini hükümete devrini sağlayacak oylama öncesi, 81 komünist vekilden bir kısmının vekilliği düşürülmüş, bir kısmı ise tutuklanmıştı. 

Naziler, iktidarları süresince medyayı bütünüyle kontrol altına almışlardı. Özellikle radyolar aracılığıyla 80 milyon Alman'ı adeta büyülemiş, etki altına aldıkları geniş kitlelerin desteğiyle dünyayı bir cehenneme çevirmişlerdi.

Etkileyemedikleri 6 milyon insana gelince… Onlar kendilerinden olmayan, toplumun ötekileriydi; Yahudiler, komünistler, çingeneler, eşcinseller, sakatlar... Bunlardan kurtulmanın yolu ise, Hermann Göring'in eseri olan toplama kamplarından geçiyordu...

Bugünün Türkiye'sinde, medyanın %95'i iktidar gücü tarafından ele geçirilmiş durumda. 365 günün her saatinde, tek yönlü olarak çalışan acımasız bir propaganda çarkının dişlileri arasında tek tipleştirilmeye zorlanan toplum, çoğu zaman kinle, nefretle, yalanla beslenerek adeta zehirlenmektedir. Muhalefetin temel dinamiklerinden biri olan HDP ’ye karşı bir süredir cadı avı başlatılmıştır. Belediyelerine kayyım atanmış, parti lideri, milletvekilleri ve yerel yöneticileri tutuklanmıştır. Durum böyleyken, yapılan son seçimlerin ardından, nihayet, adına başkanlık sistemi denilen rejime geçilmiştir.

İşte tüm bu koşullarda bile, yapılan bunca baskıya, korkutma ve yıldırma çabalarına, %95 ‘lik medya gücünün sağladığı baş döndürücü propagandaya rağmen, 6 milyon seçmen ısrarla HDP 'ye oy vermeye devam etmektedir.

2.Dünya Savaşı'nda Alman toplumu, içindeki ötekilerden, Yahudileri, komünistleri, çingeneleri, eşcinselleri ve sakatları toplama kamplarında imha ederek kurtulabilmişti.

Peki ya Türkiye toplumu? Fatma Kurtulan'ın meclisteki çığlığını duymayan bu halk, kendi içindeki ötekilerden nasıl kurtulacak?

Bilen var mı?


http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/otekinin-duyulmayan-sesi,21108

5 Aralık 2018 Çarşamba

Paris yanıp yıkılmadan

Yusuf Nazım
T24 | 4 Aralık 2018


“Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri
Volter Rıhtımı’nda dayayıp seni duvara
öpmeliyim ağzından
sonra dönüp yüzümüzü Notrdam’a
çiçeğini seyretmeliyiz onun,
birden bana sarılmalısın, gülüm,
korkudan, hayretten, sevinçten
ve de sessiz sessiz ağlamalısın,
yıldızlar da çiselemeli
incecikten bir yağmurla karışarak.”

*  *  *

Oysaki Paris, bir kez daha yanıp yıkılmaktadır. Bu kez isyanın rengi sarıdır. Kırmızıya boyanmış bir sarı. Kırmızıya boyanmış sarının içinden bir kadın bağırmaktadır:

“Bakin bize ne yapıyorsunuz böyle!” Önünde Fransa Devleti’nin tam donanımlı kolluk güçleri vardır. Biraz önce, Paris’in bir sokağında birisi yere yığılmıştır; toplum polisinin ateşiyle birisi vurulup ölmüştür, yaralananlar vardır.

Polisin üzerine yürüyerek, “Utanmanız gerekir,” diye haykırır kadın. Adeta isyan etmektedir! “Yaralı insanlar var burada, silahlı bile değiliz, silahımız yok bizim! Neden böyle yapıyorsunuz?” diye çılgına dönmüştür.  


Kadın, parkasının düğmelerini çözer, diz çöker, göğsünü polislere doğru uzatır. Adeta, beni de vurun, der gibidir! Polisler şaşkın, birkaç adım geri çekilirler. “Utanın! Ölenler oldu, sizin de çocuklarınız, eşleriniz, kardeşleriniz var!” diye devam eder. Etrafını Paris’in ötekileri, dışlanmışları, yok sayılmışları sarmıştır. Kadının dipten gelen öfkesine an be an tanık olmaktadırlar.


Biz kinci değiliz” diye devam eder kadın, “Size karsı hiçbir kinimiz yok. Siz de bizim gibisiniz, kardeşiz, neden bize böyle yapıyorsunuz? Fransa için siz de bize katılın!

*  *  *

“Henüz vakit varken, gülüm, 
Paris yanıp yıkılmadan, 
henüz vakit varken, gülüm, 
yüreğim dalındayken henüz, 
şu Mayıs gecesi rıhtımdan geçmeliyiz 
söğütlerin altından, gülüm, 
ıslak salkım söğütlerin. 
Paris'in en güzel bir çift sözünü söylemeliyim sana, 
en güzel, en yalansız, 
sonra da ıslıkla bir şey çalarak 
gebermeliyim bahtiyarlıktan 
ve insanlara inanmalıyız. 
Yukarda taştan evler, 
girintisiz, çıkıntısız, 
birbirine bitişik 
ve duvarları ayışığından 
ve dimdik pencereleri ayakta uyukluyor 
ve karşı yakada Luvur 
aydınlanmış ışıklarla 
aydınlanmış bizim için 
billur sarayımız... “


*  *  *


İsyan! Evet, isyan sarmıştır Paris’in ve Fransa’nın sokaklarını! Bu sefer rengi sarıdır isyanın. Ama öfkesi yangın misalidir, kırmızıya çalmaktadır. Öfkesi büyüktür; hiçbir demokrasiye, hiçbir özgürlüğe sığmayacak kadardır. Üstelik dalga dalga büyümekte, genişlemekte, yayılmaktadır. Paris’in sokaklarında adalet, eşitlik, özgürlük arayanların sesi yankılanmaktadır. Paris bir kez daha yanılmışlığını, bastırılmışlığını, yok sayılmışlığını bağırmaktadır...


Bu sefer, sarı isyandır adı; Sarı Yelekliler ’in isyanı! Fransa’nın görünmeyenlerinin, hesaba katılmayanlarının, sanki yaşıyormuş gibi yapanlarının isyanı. Sanki Tunus’takilerin, Mısır’dakilerin, Gezi’dekilerin…

Vergilere, artan toplu taşım ve akaryakıt fiyatlarına, düşük asgari ücrete karşı bir isyandır bu! Ve elden ele manifestoları dolaşmaktadır.

Evsizliğin son bulması, akaryakıt zamlarına son verilmesi, adaletli vergi politikalarının uygulanması, köylerde ve şehirlerde küçük esnafın korunması, dev ATM’lerin inşaatlarının durdurulması; otoparkların ücretsiz, seçilmişlerin ücretlerinin ülkenin ortalama maaşı kadar olması, daha çok kazanandan daha çok vergi alınması gibi son derece anlaşılır talepleri vardır.

*  *  *

“Henüz vakit varken, gülüm, 
Paris yanıp yıkılmadan, 
henüz vakit varken, gülüm, 
yüreğim dalındayken henüz, 
şu Mayıs gecesi rıhtımda, depolarda 
kırmızı varillere oturmalıyız. 
Karşıda karanlığa giren kanal. 
Bir şat geçiyor, 
selamlıyalım gülüm, 
geçen sarı kamaralı şatı selamlıyalım. 
Belçika'ya mı yolu, Hollanda'ya mı? 
Kamaranın kapısında ak önlüklü bir kadın 
tatlı tatlı gülümsüyor.” 

*  *  *

Sene 1958. Nazım Hikmet Paris’tedir; devrimlerin ve karşı devrimlerin şehri Paris’te... O ülke senin, bu ülke benim, dünyayı bir ihtilal gibi dolaşmaktadır. Şiirlerinde bir sınıfın kavgası, kalbinde ie daha güzel, daha adil, daha eşit bir dünyanın umudunu taşımaktadır.

Paris’in sokaklarındaysa gösteriler vardır. General Charles de Gaulle’ün şaibeli bir biçimde başbakanlığa gelmesi protesto edilmektedir. Nazım, doktorunun yasak koymasına rağmen dayanamaz, on binlerce gösterici işçinin arasına katılır.

Bir süre sonra Vera’sını Paris’te bırakacak, Dünya Barış Konseyi adına Fidel Castro’ya “Barış Ödülü” nü vermek üzere Paris’ten ayrılacaktır.

Paris şehirlerin gülüdür. Şair, bu yüzden “gülüm” der ona, çünkü Paris Nazım’ın da gülüdür. 13 Mayıs 1958’de Paris’te bir şiirle seslenir ona.



Şimdiyse, Paris bir kez daha özgür değildir. O şehir ki, dünyayı bir ahtapot gibi sarmış, acımasız finans kapitalin kollarındadır. Paris’in muktedirleri açgözlüdür, kalpleri ihtiras doludur. Dünyanın geri kalanında gözü vardır Paris’in. Cezayir’de, ellerine bulaşan kan henüz kurumamıştır. Paris’in ellerinde Ruanda’da, Libya’da, Suriye’de ölenlerin kanı vardır. Paris’in parmakları arasında Akdeniz’de, Ege’de boğulanlar çocukların canı vardır.

Bir de Paris’in görünmeyenleri vardır. Evsizleri, yüksek vergiler tarafından boğazları sıkılanları, daha aşağıdakileri; öğrencileri, esnafları, sürücüleri, çiftçileri. Onlar ki bugüne kadar hiç görülmemişlerdir; hep yok sayılmışlar, hesaba katılmamışlardır. Şimdiyse Paris'in, Nice'in, Narbonne'un caddelerini doldurmuş; Arles’in, Nantes'in, Marsilya'nın sokaklarını sarıya boyamışlardır...    

*  *  *

Nazım yaşasaydı eğer, Saint-Michel Bulvarı’ndaki küçük kafede kahvesini yudumlarken Sarı Yelekliler’in isyanını görür, göğsü kabarır, doktoru Galina’nın yasaklarına, peşinden ayrılmayan “sevgili jandarması” Güzin Dino’ nun hafiyeliğine aldırmadan Şanzelize’ye iner, ateşli kalabalığın arasına karışırdı kuşkusuz.



Avni Arbaş, Güzin Dino, Nâzım Hikmet, Abidin Dino, Vera Tulyakova Hikmet...
Orada, Louise Michel’i görürdü belki. Komünarların Tepesi’nden çıkmış da gelen. Sarı Yelekliler’in arasında, kalabalığın en önünde, elinde tüfeğiyle.


Sonra, 2.Dünya Savaşı sırasında, Paris’i Nazi işgalinden kurtarmak için ölen,  Mont Valerien eteklerindeki Manuşyan Grubu’nun üyeleri; Polonyalı, İtalyalı, İspanyalı, Macaristanlı, Romanyalı ve Türkiyeli direnişçiler çarpardı gözüne. Şanzelize Bulvarı’nda yürümektedirler. Belki de, bir an için Paris’teki Ivry Mezarlığı’nda yatan Adıyamanlı şair, yazar, felsefeci Misak Manuşyan’la yan yana yürürken bulurdu kendini. 

Ve şöyle mırıldanırdı:

“Henüz vakit varken, gülüm, 
Paris yanıp yıkılmadan, 
henüz vakit varken, gülüm... 
Parisliler, Parisliler, 
Paris yanıp yıkılmasın...”

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/paris-yanip-yikilmadan,20989

2 Aralık 2018 Pazar

Kötüsünüz!

Yusuf Nazım
T24 | 2 Aralık 2018


Kötüsünüz!

Bu kadar ikirciksiz, sarih ve net, kötüsünüz!

Başka hiçbir tanımlamaya, basit de olsa bir açıklamaya, zorlama bir sebep aramaya gerek duymaksızın kötüsünüz!

Ne yaptığınız bunca zulme, ne koyduğunuz anlamsız yasaklara, ne uydurduğunuz yasadışı emirlere varıncaya dek, hiçbir neden arama zahmetine gerek yok! Sadece kötüsünüz!

Belki farkında değilsiniz, nice zamandır içinize sinmiş kötülüğün; vicdanınızı kemire kemire yemiş, bitirmiş sizi. Çünkü şatolara sığmaz olmuş artık kibriniz. Kalbinizdeki son insanlık duygusunu da yitirmiş, insafınızı son damlasına kadar kurutmuşsunuz. İçinizde, bir daha çıkmamak üzere, ruhunuzun bütün derinliklerine dek sızmış bir melanet var. Belki bu yüzden, işte bu kadar kötüsünüz!

Kendinizden olmayana, kendinizin olmayana, kendiniz gibi düşünmeyene dair sınırsız bir nefretle dolusunuz!  

Hayattaki en kutsal şeyleri, kullanışlı bir araç gibi görebilir, yeri geldiğinde elinizin tersiyle itebilirsiniz. Bu yüzden, hedefinize ulaşmak gayesiyle yapacağınız her şey mubahtır size! Öyle büyüktür ki hırsınız, ihtirasınız kimi zaman sizi yer, tüketir. Nezaketten, incelikten eser kalmaz, küfrün bini bin para olabilir; iftira etmek, yalan söylemek bile meziyete dönüşebilir dilinizde. Öylesine düşman görünür ki her şey gözünüze, gem vurmak ne mümkün öfkenize, boğulacak gibi olursunuz nefretinizde! Çünkü kötüsünüz!

Memuru işsiz, emekçiyi sendikasız, hakkını arayanı aşsız, ekmeksiz bırakırsınız; çocukları aç, sefil, perişan olur. İşini geri istemek suçtan sayılır nezdinizde! Bu suçu işleyene, hayatı zehir etmekte bir an için tereddüt etmezsiniz; döversiniz, gaz sıkar, yerlerde sürüklersiniz. Umurunuzda değildir kim olduğu; öğretmeni, sanatçısı, bilim insanı. Onlar için cadı avları başlatırsınız; davalar açar, hapislere atarsınız; öğrencisiz, kürsüsüz, pasaportsuz bırakırsınız! Adaletiniz çoğu kez yargısızdır, hukukunuzsa adaletsiz. Mafya liderini vatansever, din bezirganını muhtereminiz, barış isteyeni vatan haini ilan etmekten geri durmazsınız. Çünkü kötüsünüz!
25 Kasım'da şiddete karşı kadın yürüyüşünden

İmanınız büyüktür görünürde, lakin insafınız çoktan kurumuştur. Bu güzelim ülkeye pancarını, tütününü, ekinini haram eden sizsiniz; üzümünü, buğdayını, bağını... Emekçinin alın terini yalan eden yine sizsiniz; etini, sütünü, şarabını… Çünkü kötüsünüz siz!

Grev yapmak suçtur, yasaktır, olanaksızdır kanun hükmünüzde. Üstelik bunu hiç saklamaz, açıkça söylersiniz. Siz, kibirden şatolar inşa ederken kendinize, insanlar bedenini yakar borçtan, yokluktan, çaresizlikten! Bir milim bile oynar mı vicdanınız, katiyetle oynamaz! Çünkü kötüsünüz!

Duvarları kalın, çeperleri dikenli, gökyüzüyse karanlık, kocaman bir hapishaneye çevirdiniz ülkeyi. Öyle çok insanın ahını almışsınız ki, duysaydı şeytan bile şaşırır,  çatlardı hasetinden. Hileyle, şerle, takiyeyle sahip olduğunuz kudret gözünüzü kamaştırmış, zalimlikte kimse yarışmaz olmuş sizle. Bu karanlık, bu kokuşmuş, bu büyülü düzen ilelebet sürsün istersiniz. Çünkü kötüsünüz siz!

Parça parça yediniz, doymadınız; yok ettiniz, bitirdiniz şehirleri. Yol iz kalmadı geçecek, köstebek gibi tüneller açtınız şehirlerin altında. Söyleyin, Süleymaniye’nin siluetini hangi imanla çizdiniz İstanbul’da? Meydanlar, parklar, bostanlar bile yenildi hırsınıza; yetmedi, köşe bucak denizleri doldurdunuz. Doymak bilmedi yine de gözünüz; parsel parsel çöktünüz ormanların üzerine; acımasızca, insafsızca kuruttunuz dereleri; yetmedi, betona gömdünüz, nefessiz, renksiz bıraktınız şehirleri. Sadece insanlara değil; havaya, suya, toprağa dahi işledi zehriniz. İşte bu yüzden kötüsünüz!

Dün ak dediğiniz, bugün karaydı. Dün gözünüze görünen melek, bugün şeytan oldu; dün kol kola yürüdüğünüz dost, bugünse amansız düşman! Siz nasıl bir şeysiniz böyle; dün alkışlayıp törenle ödüller verdiğinizi, bugün histerik çığlıklarla linç ettiniz! İşte bu kadar kötüsünüz siz!

Yaralarınız öylesine çok ki, kim dokunsa gocunursunuz. Bir kez hata yapmaya görsün hasmınız; çalmadığınız kapı, giymediğiniz kostüm, oynamadığınız tiyatro kalmaz! En mağdur kimliğinizle kanatarak gözyaşlarınızı, boy boy resimler verirsiniz;  masum demeçler, demokratik söylevler…
Bir kez gücü ele geçirmeye görün, yeter! İktidar anında zehirler sizi. Öylesine büyür ki kibriniz, dünyaları siz yaratmış gibi olursunuz. Ne dünya malından doyar, ne haktan korkar, ne yetim hakkı yemekten utanırsınız. Çünkü kötüsünüz siz!

Biliriz, elbette mahkemeleriniz var, dilediğiniz eylemi suç sayar, gözünüze kestirdiğinizi hapse tıkarsınız. Biliriz, hukukunuz var, sizden olmayana karşı keskin bir kılıç kıvamında. Üstelik adaletiniz de var, terazisi hep sizden yana.

Bu yüzden sadece kötü değil, kinle ve nefretle dolusunuz!

Öylesine nefret dolusunuz ki, amacınıza ulaşmak için, ne dayandığınız yasalar, ne sadece adı kalmış hukuk, ne görünürden ibaret demokrasi; hiçbir şey, ama hiçbir şey umurunuzda olmaz! Bugün söylediğinizi, yarın kolayca inkâr edebilirsiniz; inkâr etmeyi geçtik, dün söylediğinizin bugün, tam tersini de iddia edebilirsiniz. Geçmişte söylediklerinizi, bugün önünüze getirseler, asla kızarmaz yüzünüz; başınızı çevirmez, gözlerinizi kaçırmazsınız. Çünkü tek kelimeyle kötüsünüz siz!

Geçenlerde gördüm; Allahın her günü aşağılanan, taciz gören, dayak yiyen kadınları. Senenin tek gününde, şiddete karşı, Beyoğlu’nda sokağa çıkmışlardı… Yüzleri allı pullu, yemenisi narlı morlu; şarklı, türkülü, eğlenceli; davullu, tefli, erbaneli… Şiddete karşı; tacize, tecavüze, istismara karşı…
Emir uludandır yine; bir kez daha demiri keser, demir de kadınları! Görürüm ki, yine acz içindesiniz, yine emir kulusunuz, yine öfkelisiniz! Yine dinmek bilmez nefretiniz, yine yalana batmış, yine iftiraya bulanmış, yine çamura boğulmuştur diliniz. Çünkü kötüsünüz siz!

Her cumartesi günü, Galatasaray’da kayıp anneleri toplanırlar. Hep sessizdirler, başka ve uzak bir dünyadan gelmiş gibidirler. Evlatlarının fotoğraflarını yaralarına basarlar, bıçak açmaz ağızlarını, hep susarlar.
25 Kasım 2018, Beyoğlu

O analar ki, çocuklarının akıbetini öğrenmekten başka amaçları yoktur. O analar ki, sadece çocuklarından bir haber almak isterler! Üstelik nasıl olursa olsun; belki bir tutam saç, toprağa karışmış; belki yırtık ayakkabısı, düğmesi, ceketi, hırkası; hiç değil başında dua edecekleri bir mezar taşı, ya da iki avuç toprakla üzerini örtecekleri birkaç kemik parçası…

Emriniz uludur yine, büyük yerdendir, karşı konulmazdır. Bir anda acıya keser Galatasaray Meydanı. Karşınızda, sanki düşman askerleri, daracık bir sokağa sıkıştırırsınız onları. Üzerlerine gaz, zehir püskürtürsünüz. Bir anda unutursunuz kal-u beladan gelen insanlığınızı! Oracıkta soluksuz bırakırken Emine Ana’yı, Sultan Ana’yı, Hanife Ana’yı; nasıl bir cümle ifade eder, hangi söz açıklamaya yeter ki hoyratlığınızı? Çünkü kötüsünüz!

Gerçek, her geçen gün daha çok öğütülüyor haber ajanslarınızın dişlilerinde, yalana doymuyor televizyon kanallarınız. Bir gün, “sivil öldüreceksek Cihangir’den, Nişantaşı’ndan başlarız” diye böbürleniyor program sunucunuz. Öbür gün, “sallandıracaksınız ayağından, camdan aşağıya” diye, naklen yayında öğüt veriyor bir diğeriniz. Dilinizde, sınır tanımıyor, giderek linçe dönüşüyor nefretiniz. Balat’ta, akademisyen bir kadına ceza yazıyor trafik polisleri. Durur mu, “basın sopayı adi karıya” diye çığlıklar atıyor siyasetçiniz. Başka nasıl bir açıklama bulursunuz bunda? Çünkü kötüsünüz!

Hayat fanidir en nihayetinde, kime kalır ki bu dünya? Zaman geçer, devran döner, bir gün bozulur büyü; bu devr-i sefahat da biter, yerle yeksan olur cümle şatolar, saltanatlar da... Herkes gibi siz de göçüp gidersiniz yolcusu olduğunuz bu kervandan. Lakin bilmezsiniz, dünyanın ahı kalır peşinizde.
Başka hiçbir söze, hiçbir vicdana, hiçbir kurala sığmaz yaptıklarınız.

Çünkü kötüsünüz siz!

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kotusunuz,20965

16 Kasım 2018 Cuma

Ahmet Kaya: Et tırnaktan ayrılınca

Yusuf Nazım
T24 | 16 Kasım 2018


Sesi ağlamaklıydı:

“Dün gece internet üzerinden görüntülü olarak görüşmüştük. Ne kadar da iyiydi; güldük şakalaştık, espriler yaptık.”

“Memleketimi özledim be Selahattin,” dedi bana. “Taşını, toprağını, börtüsünü, böceğini; her şeyini özledim! İşportacısını, ırgatını, köylüsünü… “Var ya,” dedi, Karaköy'de bir hamalın sırtından akan terini bile özledim.” 

Ağlamaklı çıkan sesi, derin iç çekmeleriyle birlikte hıçkırıklara dönüşmüştü bile. Koca adam, telefonda hüngür hüngür ağlıyordu…

*  *  *

Arayan İstanbul’dan hekim dostum Sebahattin'di. Bir gün önce, internet üzerinden görüştüğü sevgili dostu, arkadaşı, yoldaşı Ahmet Kaya'nın ölüm haberine ağlıyordu. Ağrısı büyüktü. Yüreği dağlanmış, tarifsiz bir acıyla yanıyordu. Belki birkaç kadeh almış, paylaşmak istiyordu. Ve o kocaman adam, telefonun öbür ucunda, küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu…

O cesur, o memleket sevdalısı, o yufka yürekli insan, otuz yıl yoksulluğunu çektiği yurdundan uzakta, yaban ellerde, o kocaman gövdesiyle bir gece ansızın yığılıp kalmıştı. “Hoşçakalın Gözüm” adlı albümünün kayıtlarını yaparken Ahmet Kaya ölmüştü!

Başı belada

Ahmet Kaya bir şarkısında şöyle diyordu;

“başım belada
adamın biri vurulmuş sokakta
cebimde adresim bulunmuş,
başım belada”

Şarkısında dediği gibi, başından bela eksik olmaz Ahmet Kaya’nın. Söylediği şarkılar için davalar açılır, şarkı sözlerinde, satır aralarında terörün izi aranır, şiirlerinin sözlerini değiştirdiği için mahkeme mahkeme dolaşır.

Bir şarkı sözü için yargılanır, kaset yasaklanır. Sonra sakıncasız olduğu mahkemece karara bağlanır. 450 adet satan kaset, bu sefer beş gün içinde 450 bin adet satar. Ardından konserler başlar, salonlar, stadyumlar dolar taşar.

12 Eylül darbesinin karanlığına sazıyla, sözüyle, şarkılarıyla adeta meydan okumuştur. Kimsenin cesaret edemediği yıllarda, özgürlük ve demokrasi şarkılarını dillendirir. Yeni şarkılarını, yeni konserler; onları da yeni yasaklar takip eder. Hakkında sayısız dava açılır.

O ise asla yılmaz. Gelen tehditlere aldırmaz. Gözaltına alınır, bırakılır; hapse girer, çıkar. O da Yılmaz Güney gibidir; Anadolu’nun bağrından kopmuş, gelmiştir. Bir rüzgâr gibi esmiş, fırtına gibi büyümüş, doğru bildiği yolda adeta vuruşa vuruşa yürümüştür.

Bütün ülke onu tanımaktadır artık. O bir müzisyen, şarkılarını sırtına yükleyip dağa çıkan bir eşkıya, adını Ali koyduğu muhabbet kuşu kaçtığında, ardından 24 saat ağladıktan sonra “Ali Gitti” diye bir türkü besteleyen yufka yürekli bir hayvan sever, her görüşten milyonlarca insanın sevgilisidir.

Kütçe bir şarkı yapmak

Tarih 10 Şubat 1999, İstanbul.

Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesi. Yılın en iyi 10 müzik yıldızı yarışmasının ödül töreni. Sahnede Ahmet Kaya vardır. Önceden, ödül aldığı söylenerek geceye davet edilmiştir. Aslında, resmi toplantıları, protokolleri, ödül törenlerini sevmez o. Oraya da isteyerek gelmemiştir. Eşinin ısrarıyla takım elbisesini giymiş, geceye katılmıştır.

İsmi anons edildiğinde sahneye çıkar, alkışlanır, yılın en iyi sanatçısı ödülünü havaya kaldırır.

"Bu ödülü İnsan Hakları Derneği adına, bu ödülü Cumartesi Anneleri adına, bu ödülü magazine emek veren tüm insanlar adına, bu ödülü bütün Türkiye halkı adına alıyorum" der.

Bir şey daha der Ahmet Kaya; “Kürt” der!

Evet, evet, “Kürt” der, “Kürtçe bir klip” der, “Kürtçe bir şarkı yapıyorum” der…

Başka bir şey demez, diyemez!

Niye diyemez?

Mermer parçalanır, mozaik dağılır, et tırnaktan ayrılır! 

Çünkü o lanetli (!) söz çıkar Ahmet Kaya’nın ağzından.

O lanetli söz çıkar ve ne olursa, işte bundan sonra olur.

Mermer parçalanır, mozaik dağılır, et tırnaktan ayrılır! 

Kalabalığın içindeki yüzler birden bire düşer; kaşlar öfkeyle çatılır, salonun her köşesinden karanlık bakışlar peydahlanır.

Az önce ödül verdikleri, ayakta alkışladıkları, yılın en iyi sanatçısı ilan ettikleri adamın dudaklarından çıkan tek bir sözcüğe dairdir öfkeleri… Statüsü olmayan bir sözcüğe dair; sadece bir "Kürt" sözcüğüne dair…

Maslak’ta o gece karanlık ve ağırdır. Gecede günahkâr bir geçmişin geleceğe olan tahammülsüzlüğü vardır; kokuşmuş, zavallı, sinsi bir inkârın görünmeyen yüzü vardır.

İşte bu yüzden, o lanetli (!) sözcüğe, “Kürt” sözcüğüne karşı, hep beraber, kutsal bir mutabakattaymış gibi kenetlenirler.

Sanki etle tırnak gibi değil, sanki bütün bir mozaik gibi değil, ezeli bir düşmana bakar gibi bakarlar!

Sanki hiçbir zaman, hiçbir surette, sanki hiçbir şeyden duymadıkları kadar büyük bir nefretle bakarlar!

Ahmet Kaya avı

O gece orada olanlar. O gece, ülkenin utanç tarihine yeni bir sayfa eklemek üzere, histerik nefret çığlıklarıyla birbiriyle yarış edenler.

Sonradan çoğu inkâr etti orada olduğunu. Kiminin o geceye hiç gelmediğini, kiminin erken ayrıldığını, kiminin tuvalette olduğunu öğrendik.

Hâlbuki hepsi oradaydılar!

Yalancısı, ikiyüzlüsü, sinsisi. sünepesi, çıkarıcısı, biat edeni, korkağı…

Hepsi bir aradaydılar!

Şöhretlisi, seçkini, çanak yalancısı, çıkarcısı, düzenbazı, ırkçısı, kafatasçısı…

Sonraki günlerde manşet manşet büyüdü yalanlar. Mahkemeler Ahmet Kaya avına çıktılar, ajanslar linç için iştahla birbiriyle yarıştılar…

Anlaşıldı ki, sadece Kürt'ün adınaydı bunca nefret, sadece Kürt’e karşıydı bu kin, bu husumet.

Ne tuhaftır ki o gece, ruhları kırık dökük bir sistemin çarkları tarafından kirletilmiş, beyinleri darbecilikle yıkanmış salon dolusu bir güruh Ahmet Kaya’yı linç ederken onu savunan, sadece birkaç dostuyla, bedenlerini çatal bıçak yağmuruna siper eden Kürt garsonlar olmuştu.

Linçin kahramanları

14 Şubat 1999 tarihli Hürriyet’in manşetinde, Ayıp ettin ‘gözüm’  vardı.  Ahmet Kaya, Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan haritasının önünde şarkı söylerken resmedilmişti.  

Sonradan fotoğrafın fotoshop olduğu anlaşılacaktı.

Ardından medyamızın medar-ı iftiharlarından Ertuğrul Özkök ‘Güzel Magazinciler, Çirkin Adamlar’ diye bir yazı yazacaktı... Yazıda şöyle diyecekti Özkök: “O gecede her şey çok güzeldi. Bunların içinde bir tek çirkin adam vardı. O da Ahmet Kaya idi”...

Mademki Kürt’ün adı geçmişti bir cümlede, mademki Kürt’e dokunmuştu dil, bir darbede Bekir Coşkun’dan gelmeliydi.

14 Şubat günü Bekir Coşkun “Ben zaten Ahmet Kaya’yı sevmem. Böyle bir gecede kovulması umurumda değil. Bir sanatçı bölücülük yapıyorsa, halkına kötü mesaj veriyorsa elbette kovulur” diye yazacaktı köşesinde.

Adı linçti bunun. İlkel, habis bir nefretten almıştı kaynağını. Mademki Kürt’ü anımsatmıştı bir söz, Fatih Altaylı’da geri kalmamalıydı.

16 Şubat’ta şöyle yazacaktı: “Kültürsüz, ne dediğini bilmez, cahil ve basit adamsın Ahmet. Bu Ahmet’e “İdeoloji nedir?” diye sorsan “Yenir mi?” yanıtını verir”

Ana akım medyanın amiral gemisi olarak bilinen Hürriyet’in başyazarı Oktay Ekşi ‘ye gelince. “Bir densiz…” diye atacaktı, on yıllardır kurulduğu köşesine başlığını. Koşarak yerini alacağı linçte, “Adını anmayı bile bu sütun için bir zul saydığı” Ahmet Kaya’dan “bu yaratık” diye bahsetmekten geri kalmayacaktı.

Müziğin Yılmaz Güney’i

Ahmet Kaya. Ülkesinde kışlalardan karakollara, liselerden üniversitelere, okullardan sokaklara kadar halka mal olmuş bir sanatçı…

Saklısı yoktu, hiçbir zaman eğilip bükülmedi. Takiyye yapmak aklından bile geçmedi. Saklanmadı. Açıktı, yürekliydi, mertti. Ne söylediyse, dostun da, düşmanın da yüzüne karşı söyledi.

Yüreği dağlar gibiydi; kocaman, geniş, aydınlık ve ferah. Özgür, deli dolu bir ruhu vardı. Ezgilerinde, dağların doruklarındaki hırçın rüzgârlara nispet edercesine seslendi.

Bağlamasını çalarken, yüreği hep ağlar gibiydi; ödül vermek için çağrıldığı geceden linç edilerek sürgüne gönderildiği bu toprakları yurt eyleyen Kürt’ün, Ermeni’nin, Türk’ün özgürlük ve demokrasi özlemi için söyledi şarkılarını! 

Nasıl ki Yılmaz Güney, sinemanın Nazım Hikmet 'iyse, Ahmet Kaya'da müziğin Yılmaz Güney'iydi.

O da en az Nazım Hikmet kadar memleketine sevdalı, Yılmaz Güney kadar halkına düşkündü; bütün ötekilerin dostu; bazen haşarı, yaramaz çocuk, iyi bir hayvan sever, çokça devrimci, biraz da komünistti. 

Ölüm, onu da diğerlerinden ayırmadı. Sürgünde, derin bir memleket hasretliği içinde yakaladı. Kırk üç yaşında, arkasında yanık bir ülke bırakarak gitti.

Belgesel
Uçurtmam Tellere Takıldı, (2010), Ümit Kıvanç

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/et-tirnaktan-ayrilinca,20840