26 Ekim 2017 Perşembe

Ankara’da ‘Milgram Deneyi’ ve itaatin tehlikeleri

Yusuf Nazım
T24 | 25 Ekim 2017


14 Ekim, Ankara. Yerde üç insan. Biri 75 yaşında bir kadın, diğeri tek kollu bir adam, topu topu üç insan! İşlerini geri istedikleri için oradalar. Kalabalık bir kolluk gurubunun arasındalar. Birbirlerine sarılmışlar, acı içinde kıvranıyorlar.

Başlarında, onlara sanki bir haşere, bir böcek muamelesi yapan devletin kolluk görevlileri. Birinin elinde biber gazı tabancası, yerdeki üçünün üzerine püskürtüyor.

Duruşunda öyle bir rahatlık var ki, yaptığı işi öylesine kanıksamış ki. İnsanın tüylerini diken diken eden bir kanıksanmışlık hali bu! Sanki elindeki gazı üç insana değil, üç hamam böceğine sıkıyor! Başına başına, yüzüne yüzüne, gözüne gözüne püskürtüyor! Dur diyen yok, soru soran yok, müdahale eden yok…

Yerdekilerin dehşet içinde oldukları anlaşılıyor; mideleri yanıyor, gözleri acıyor, inliyorlar. Elleriyle, kollarıyla başlarını korumaya çalışıyor, birbirlerine tutunmaya, birbirlerinden güç almaya, bir sonraki güne sağ çıkmaya çabalıyorlar. Sıkılan gaz öylesine yoğun ki, üstleri, başları, ceketleri kimyasalla köpük köpük…

Ben sadece görevimi yapıyordum!

İkinci dünya savaşı bittiğinde, Almanya’daki Nazilerin işlediği insanlık suçları yargılanmaya başlar. Bir dönemin zalimlerinin, muktedirlerinin, işkencecilerinin mahkemelerdeki savunmaları hep aynıdır. İşlediği suçların korkunçluğunu, acımasızlığını unutan sanıklar hep aynı savunmayı yaparlar:

“Ben sadece görevimi yapıyordum!”

Benzer savunma, dünyada emir komuta zinciri içinde gerçekleşen çoğu suçun failleri tarafından da yeri geldikçe kullanılır.

Türkiye’de de 1960, 1971, 1980 darbelerinin failleri, 90’lı yıllarda köylerin yakılarak boşaltılması; tüm bu fiillerde rol alanlar; hatta 15 Temmuz darbe girişiminin içinde bulunanlar… Hepsinin savunusu aynıdır. Hep üstlerden emir almışlardır:

“Ben sadece görevimi yapıyordum!”

Milgram Deneyi ve itaatin ölçüsü

Otorite ve güç. İtaat ve uyum. İnsanoğlunu biat etmeye iten nedir? Birey, hangi durumda otoriteye itaat eder? Verilen bir buyruğu aklın, vicdanın, bilimin süzgecinden geçirmeden nasıl uygulayabilir?

Bunu araştırmak için yapılan ve muhtemelen çoğunuzun bildiği ünlü Milgram Deneyi vardır. Aslında Milgram Deneyi, aynı konudaki bir deneyler dizisinin genel adıdır.
Nazi Almanya’sındaki savaş suçlularının yargılamalar esnasında “Ben sadece görevimi yapıyordum!” savunması Milgram’ı bu deneyi yapmaya itmiştir.
Milgram, yaptığı deneyle insanların otorite karşısındaki tutumlarını ölçmeyi amaçlamıştır.
Deney, 1961 yılında ABD’nin Yale Üniversitesi’nde Stanley Milgram tarafından uygulanır. Her katılımcı için bir saat sürecek deneyde çeşitli sosyal statülerden 40 denek yer alacaktır. İçlerinde ilkokul mezunları da vardır, doktorasını yapmış olanlar da.

İtaatkârlık üzerine bir sosyal psikoloji deneyidir bu. Her deneyde iki denek yer alır. Deneklerden biri bunun bir deney olduğunu bilir, diğeri ise bilmez. Bunun bir deney olduğundan habersiz olan kişi hileli bir şekilde öğretmen olarak seçilir ve deneyi tamamlamasa bile ona günlük 4,5$ ödeme yapılacağı söylenir.

Deney kısaca şu şekildedir; bunun bir deney olduğunu bilen denek öğrenci rolündedir ve yapacağı her yanlış karşılığında elektrik şoku verilmek üzere bir koltuğa bağlıdır. Bu öğrenciye, birbiriyle eşleştirilecek şekilde sözcükler söylenir. Sonradan öğretmen rolünde olan ve bunun bir deney olduğunu bilmeyen kişi koltuktakine  sırayla bu sözcükleri tekrarlar ve karşılığı olan kelimeyi bulmasını ister. 

Öğretmen rolündeki denek, öğrencinin bilemediği her sözcük karşılığında koltuğa bağlı öğrenciye önünde duran panodan 15 volttan başlayarak elektrik şokları vermeye başlar. Öğrencinin yaptığı her yanlış için 15 volttan başlayan elektrik şokları 450 volta kadar çıkacaktır.

Deney gözlemcisi olarak ise beyaz önlüklü, sert görünümlü, duygusuz yüzlü bir biyoloji öğretmeni seçilmiştir.

Öğrenci her elektrik şokuna maruz kaldığında acılar içinde kıvranma rolü yapmaktadır. Deney ilerledikçe, elektrik şoklarının büyüklüğü artar; 75 voltta denek inlemeye, 150 volttan itibaren deneyden ayrılmak için yalvarmaya başlar. 180 voltta artık dayanamadığını bağırmaktadır.

Gerçekte ise öğrenciye elektrik şoku verilmemektedir. Koltuktaki kişi tümüyle deneyin bir parçası olarak rol yapmakta, onun rol yaptığını ise öğretmen bilmemektedir. Öğrencinin acısı arttıkça, öğretmen tereddütler geçirmekte, ancak deneye eşlik eden gözlemcinin deneye devam etmesi gerektiği uyarılarıyla deneyi sürdürmektedir. Öğretmenin kimi durumlarda deneyden vazgeçme aşamasına gelmesi bile, gözlemcinin bütün sorumluluğu üstlendiğini söylemesi üzerine öğretmen deneye devam etmektedir…

Ankara’da bir Milgram Deneyi mi?

Yerde üç insan. İnsan mı, haşere mi, böcek mi? Tekrar tekrar bakıyorum fotoğrafa.

Sadece gazı sıkan mı? Diğerleri de girmiş kadraja. Resmi üniformaları içindeler. Dikkatlice inceliyorum yüzlerini. Ankara’da uygulanan bir Milgram Deneyi’nin deneklerinin yüzlerini görür gibi oluyorum. Tıpkı Milgram Deneyi’nin uygulayıcılarının, kurbanlarına acı çektirirken yaşadıkları vicdan rahatsızlığına benzer bir şey…

Kim bilir o genç çocuk, kaçıncı kezdir sıkıyor elindeki biber gazı tabancasını babası yaşındaki insanların yüzüne? On mu, yirmi mi, elli mi? Yoksa yüz mü?
İşini, ekmeğini isteyen tek kollu bir adamı kim bilir kaçıncı kezdir ayaklar altında eziyor, kaçıncı kezdir plastik mermi boşaltıyor bedenine?

Emre itaat ederken vicdani değerleriyle çatışıyor mu, içinden vaz geçmek dürtüsü uyanıyor mu, bilinmez. Belli ki verilen emri yerine getirmek, otoriteye itaat etmek için oradalar.

Milgram Deneyi’nde tek bir öğreten tarafından uygulanıyordu. İkinci bir öğretenin varlığı ise itaat etme duygusunu azaltıyordu.

Oysa ki burada nasıl da kalabalıklar! Sayıyorum; bir, iki, üç, dört… on üç, on dört, on beş! Tamı tamına on beş üniformalı polis! Bir de sivil olanlar var. Belli ki onlar da devletin sivil unsurları.

Tek tek bakıyorum yüzlerine, hepsinin yüz hatları soğuk, bakışları donuk, ifadesiz! Yaptıkları işten memnun görünmüyorlar. Ama görevliler! Yapmak zorundalar. Verilen emri yerine getirmek üzere orada bulunuyorlar. Bu yüzden hepsi, otoriteye itaat etmeye hazırlar. Ellerinde güç var, arkalarında kudret!
Biber gazı, kalkan, akrep, toma; emir, komuta, gözaltı, mahkeme, hapishane…
Biri olmasa diğeri, diğeri olmasa başkası, o olmasa başka biri…

İtaatin tehlikeleri

Milgram Deneyi’nin sonuçları mı?

Deney öncesinde deneklerin ancak %1’inin 450 voltluk ölümcül şoku uygulayacağı öngörüsü hâkimdir. Yapılan anketler bu oranı vermektedir. Oysaki deney korkunç bir gerçeği ortaya çıkarmış, deneklerin %65 ‘inin 450 voltluk ölümcül elektrik şokunu verebildiği ortaya çıkmıştır. Buna karşılık öğretmene eşlik eden ikinci bir öğretmenin varlığı ve bunun itiraz etmesi durumunda bu oran %10 ‘a kadar düşebilmiştir.

Milgram Deneyi, bireylerin kendi vicdani değerleriyle çelişse bile otoriteye itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını hedeflemiştir. Milgram, sosyal psikoloji çevrelerinde çeşitli etik tartışmalara da sebep olan araştırma sonuçlarını ilk olarak 1963'te Anormal ve Sosyal Psikoloji Dergisi’ndeki makalesiyle tanıtmış, bulgularını ise 1974'te yayımladığı Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış adlı kitabında etraflıca irdelemiştir. (Bkz.Deney, Kafe Kültür Yayıncılık, S.Milgram, 2016) Milgram ulaştığı sonuçları 1974 tarihli "İtaatin Tehlikeleri" adlı makalesinde özetlemiştir.

İzliyoruz ve susuyoruz

2017 yılının Türkiye’si. Ekim ayının on dördünden bir fotoğraf. Yerde acı çeken, kıvranan, içi dışına çıkan, kusan, gözleri yanan üç insan! İnsan mı, haşere mi, böcek mi? O günü de sağ çıkarmak, ölmemek, can vermemek için çabalıyorlar. Etraflarında görevleri başında polisler. Çoğu resmi üniformaları içindeler, bazıları sivil. Yeniden bakıyorum yüzlerine, tek tek, üşenmeden…

Bu işte bir adaletsizlik olduğunun farkındalar. Tıpkı Milgram Deneyi’nde, kurbanlarına her seferinde daha fazla acı çektirirken kendileri de acı çeken, huzursuz olan denekler gibiler.

İleride sorulursa eğer, belli ki “emir verildi, görevimizi yaptık” diyecekler.

Toplum olarak hep birlikte izliyoruz. Bir şehrin ortasında deney olmaktan çok öte, hemen her gün yaşanan bu zalimane gerçekliği…

Milgram Deneylerinden birine eşlik eden başsavcı, ancak 180 volta gelince itiraz edebilmişti.

Bakalım toplum olarak biz daha ne kadar izleyeceğiz Ankara’da yaşanan Milgram Deneyi’ni.

Ve daha ne kadar susacağız?

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/ankarada-milgram-deneyi-ve-itaatin-tehlikeleri,18378

8 Ekim 2017 Pazar

Nasılsa Kürt olduklarını unutacaktık

Yusuf Nazım
T24 | 08.10.2017


Dün gece Twitter’da gördüm o fotoğrafı.

Yüz üstü uzanmış yedi insan, asfalt bir yolun üzerinde çırılçıplak yatıyorlardı.

Elleri arkadan plastik kelepçeyle bağlıydılar; aralarında, ayakta duran insanlar vardı; eli silahlı, montlu, kabanlı, resmi üniformaları içinde kolluk görevlileri…

Belli ki yeni servis edilmişti fotoğraf.

Ama suçlu, ama suçsuz; şüpheli ya da değil; yedi genç insan, yedi suret, yedi can!

Taş değil, toprak değil, ağaç değil; eti, kemiği, ruhu olan, canlı kanlı insanlar!

Uzun uzun baktım fotoğrafa.

Anladım ki Muğla’da, bir ilçenin caddesinde bir kez daha kurumuştu vicdanlar.

*  *  *

Özüm bu fotoğrafta kaldı, gözlerimi usulca kapadım.

Asfalt bir yolun üzerinde nasıl da parça parça olmuş, kokmuş, çürümüştü insanlık!

Güpegündüz, capcanlı, rengârenk fotoğrafların piksellerinden taşarak ulaşmıştı dört bir yana.

Gördüm ki, bir asfaltın üzerinde bir kez daha beş paralık olmuştu insanlık.

Utandım!

Bir hukuk cinayetine tanık olduğum için utandım.

Onlarca polis, jandarma, sivil ya da resmi personel orada.

Normal bir günün olağan akışında gibi görünen bir hayat.

Belli ki içlerinden hiç biri, bu fotoğraftan taşan bayağılığa karşı çıkmamıştı!

Hukuka aykırıdır, insanlık dışıdır, buna ortak olamam diyememişti! Hepsi ortağı olmuştu orada işlenen cinayetin.

Susarsak, biz de ortağı olacaktık şimdi bu cinayetin.

*  *  *
  
Haber çabucak yayıldı.

Meclisteki başkan vekilleri birlik olup tez elden kınadılar olayı. İçişleri bakanlığı yetkilisi, hızlı bir şekilde soruşturma başlatmaya karar verdi.

Lakin burası Türkiye’ydi.

Kimse gözaltına alınmadı. Savcılar, çocukların devlet büyüklerine yaptıkları hakaretleri kovuşturmakla meşguldüler. Bir de barış akademisyenleri için açılan soruşturmalar yok muydu, nasıl da zaman alıyordu…

Olayın geçtiği Muğla ilinin valisi, emniyet müdürü, diğer yetkililer… Hala görevlerinin başındaydılar. Fethiye ilçesinin kaymakamı, diğer kolluk amirleri de…

Jandarma bölgesinde vuku bulmuştu olay. Ne ilin bölge jandarma komutanı, ne de olay anında orada bulunan diğer subaylara dokunuldu.

Bütün olay zincirinin en üst düzeydeki sorumlusu, İçişleri bakanı mı? Ölü bir Kürt’ün cesedine, ülkenin başkentinde üç karış toprağı çok gören ırkçı zihniyetin mimarıyla kameralar karşısında poz vermenin medarı iftiharıyla yetinmişe benziyordu. Sağ olsun, yetişip Muğla’daki milli gurur manzaramıza iştirak etmemişti bu sefer.

Kısaca, her şey olağan seyrindeydi ülkemizde.

*  *  *

İnsandım.

Dünyanın herhangi bir yerinde; dili farklı, dini farklı, cinsiyeti farklı; insandım ben ülkesi, milleti ve bayrağı farklı…

Sıradan, basit, sade birini gözünden bakıyordum hayata.

Herhangi bir insanın yüreğiyle anlamaya çalışıyordum olan biteni.

Önümdeki fotoğrafa bakarken, Muğla’nın bir ilçesinde, bir caddenin ortasında, dünyanın gözü önünde lime lime edilmiş insanlığı görüyordum!

*  *  *

Bu fotoğrafı gördüğüm gün milli maç varmış.

Acaba neler oluyor diye Twitter’a baktım. İlk beşte spor olayları vardı. Arda’ydı en çok konuşulan. Sonra milli takımdı, İzlanda’ydı. Erman Toroğlu’da vardı ilk sıralarda, niyeyse bilmem. Ardından, adını unuttuğum başka bir spor haberi daha…

Ülke olarak cam ekrana kilitlenmiştik.

Özümse bir fotoğrafta kalmıştı benim.

Birazdan milli gururumuzu zirvelere taşıyacak o müthiş heyecan başlayacaktı.

Arda bir şut atacaktı, nefesler tutulacak, meşin yuvarlak kavis çizerek havalanacaktı.

Millet olarak hop oturup hop kalkacaktık.

Ellerimiz heyecanla uzanacaktı sehpadaki kuruyemişlere, patlamış mısırlara, gazlı içeceklere.

On bir insanın kafasında, bir gecede kazanılacak bilmem kaç milyonluk primin hayali uçuşacaktı.

Ama olsun, rakibimiz birdi, sevincimiz aynı, gurumuz ortak. 

Bir kez daha trend topic olmaya hazırdı hayallerimiz.

Dünyanın meşakkatlerini unutup bir süreliğine de olsa bütün kaygılarımızdan arınacaktık.

Mustafa öğretmen kredi kartı borçlarını, işinden edilen memur kaç aydır kirayı ödeyemediğini unutacaktı mesela.

Hüseyin Efendiyse çocuklarının okul masrafları için bütçesini denkleştiremediğini.

Muğla ilinin bir ilçesinde, kuru bir asfaltın üzerinde, yedi insanın bedeni, çırılçıplak yatıyor olacaktı.

Hayattı bu, olabilirdi, en fazla ölü ele geçirilmiş hayallerin manzumesinden ibaretti.



4 Ekim 2017 Çarşamba

Aşk gibi aydınlık, ölüm gibi karanlık

Yusuf Nazım
T24 | 4 Ekim 2017


Yasak bir alfabeyle yazıyorum şiirlerimi.
Anarşist çiçekler kokluyorum.
Devlet sınırlarını ihlal eden kuşlara yardım ve yataklık yapıyorum.
Umudun propagandacısıyım.
Bütün sözcükleri örgütlüyorum.
Artık halkların değil, aşkın şarabın ve sevginin ayaklanması var.
İlk eylemde sınır dışı oluyorum.
Bana gözlerini yurt eyle.
Mültecin olayım.
Kendi adına bir kimlik çıkart.
Ben biraz da sen olayım…

                   Üç Renk Yasak / Mehmed Uzun

Tekerlekli sandalyesinde genç bir adam. Oflaya poflaya hastane kapısına doğru yol almaktadır. Tatvan’dan yola çıkmış, türlü zorlukları aşarak Diyarbakır’daki hastaneye ulaşmıştır. Hastaneye gelişi, bir sağlık sorunundan kaynaklı değildir. Amacı bir hastayı ziyaret etmektir. Salt bunun için onca yolu tepmiş, bunca zahmete katlanmış, hastane kapısına dayanmıştır. Üstelik o gün, ziyaretçi günü de değildir.

Ziyaret edecekleri hasta ise kemoterapi almış, yorgundur. Dinlenmesi gerekmektedir. Ziyaretçi kabul edecek durumda hiç değildir. Oysaki o, çok uzun yoldan, sadece bir hastayı ziyaret için gelmiştir.

Bir sağlık görevlisiyle rica, minnet içeri haber salalarr. Hastane koridorlarını heyecanla geçip, üçüncü kata vardıklarında kalbi duracak gibidir. Odanın kapısı açılır. Gözlerini ışıl ışıl dolduran bir sevinçle ürkek, heyecanlı, sessizce içeri süzülür.

Hasta yatağında onu, dünyayı kucaklar gibi gülüşüyle karşılayan ünlü Kürt yazarı Mehmed Uzun’dan başkası değildir.

Bir kanser hastası olarak yaşadığı İsveç’ten kalkıp memleketine gelmiştir. Amacı, son günlerini kendi toprağında geçirmektir. Sanki ölüm onu çağırmıştır. Bunu hissetmiş gibidir yazar. Bu yüzden yaşamının geri kalanını, kendi ülkesinin tabiplerine emanet etmek istemiştir.

Ölüm gibi karanlık bir dehlizden geçiyoruz


Mehmed Uzun Parkı
Ölüm gibi karanlık bir dehlizden geçiyoruz. Yaşama ait ne varsa sökülüp alınmak isteniyor elimizden. Ülkenin her yanı yaralar içinde, kanıyor. Her gün yeni acılar karşılıyor bizi.

Seçilmişlerin hükmü kalmamış, her şey kara bir mizaha dönüşmüş durumda. Diyarbakır’ın belediye başkanı Aysel Tuğluk bir yıla yakındır cezaevinde. Yerine, Diyarbakır’a kayyım atanmış. Kayyım seçilmemiş, atanmıştır! Diyarbakır’a atanan kayyımın Kürt’ün diline, kültürüne, okuluna, sanatçısına ve aydınına tahammülü yok gibidir. Bir gün Roboski Anıtı’nı yıkmış, başka bir gün kadın kurumlarını kapatmış, sonrasında çok dilli tabelaları ve Cegerxwîn ismini kaldırmış, Tahir Elçi’nin adını bir parktaki kazımıştır.


Önceki günse, ünlü Kürt yazarı Mehmed Uzun’un bir parka verilmiş isminin yazılı olduğu tabela, ölüm yıldönümünde yerinden indirilmiştir! 


Nazım Hikmet Bursa Cezaevi’nde 



Nazım Hikmet Bursa Cezaevi'nde
On yıllarca kendi dilinde yasaklı, eserleri onlarca dile çevrilmiş, dünya şairi Nazım Hikmet Bursa Cezaevi'nde yatmaktadır. Günleri okumakla, yazmakla, diğer mahkûmlara ders vermekle geçer. Cezaevi yönetimiyle de arası iyidir. Onlara kimi konularda yardım bile etmektedir. 

Bilinen bir anlatıdır. Bir gün cezaevi denetimi için Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş çıkagelir. Denetimlerini tamamladıktan sonra cezaevi müdürüne;

“Nazım da buradaymış galiba, çağır da görelim” der, “nasıl biridir?”  

Nazım'ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım'ı tepeden tırnağa küçümseyen gözlerle süzer, “Demek Nazım sizsiniz,” der.

Nazım'a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşmadan sonra, “gidebilirsiniz,” der. 

Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe döner, “Ömer Hayyam adını duydunuz mu?” diye sorar.

Müfettiş hemen atılır, “Kim bilmez ki Hayyam'i” diye yanıt verir. 

Nazım bu sefer, “Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi?” diye sorar.

Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür, “görüyorsunuz” der, “sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak,” der ve çıkar gider. 

Bu anlatıyı dinleyenler “Sahi kimdi o dönemin adalet bakanı?” diye birbirine sorarlar. Ne müfettişi, ne de adalet bakanının adını kimse anımsamaz ama Nazım’ı bütün dünya tanır. 


Yasaklı bir dilin yazarı

Mehmed Uzun.

Yasaklı bir dilin yazarı. Tıpkı, onlarca yıl eserleri kendi dilinde yasaklanan Nazım Hikmet gibi. Uzun yıllar birinin dili, diğerinin ise kendi dilinde eserleri yasaklanmıştır. Lakin düşünce ve edebiyat yasak tanımamış, her ikisinin de onlarca dile çevrilmiştir eserleri.

Eserlerini Kürtçe, Türkçe ve İsveççe kaleme alan yazarın, ölümünün 10.yılında Diyarbakır’ın Yenişehir ilçesinde bir parka verilen adı, tabelasıyla birlikte kayyım tarafından indirilmiştir. İsveç Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliği yapmış, İsveç ve Uluslararası Pen Kulüplerinin çalışmalarına aktif olarak katılmış, Dünya Yazarlar Birliği’nin üyeliğine seçilmiş, roman ve denemeleri yirmiye yakın dilde yayınlanmış yazarı dünya el üstünde tutmaktadır. Ülkesi ise ne acıdır ki, çeşitli ulusal ve uluslararası ödülleri almış yazarın izlerini silmekle meşguldür.

Aşk gibi aydınlık günleri özlüyoruz.

Atanmışlar, çoğu kez seçimle gelmişlerden güçlüdürler. Gücünü, onları atamış erkten alırlar, bu yüzden de muktedirlerdir. 

Bir gece yarısı, bombalarla öldürülen 34 Kürt köylüsü için dikilen bir anıtı, yine bir gecede ansızın yıkabilirler. Kadın merkezlerini kapatabilir, kadim halkların dillerine mühür vurarak tabelalardan söküp atabilirler. 

Validirler, kaymakamdırlar, kayyımdırlar. Yasaları vardır onların, bir gecede torba torba çıkarılan. İki satırlık kanun hükmünde emirleri vardır. Türlü türlü sıfatları vardır cümlesinin; müsteşardır, bakandır, başbakandır; sonuçta kanunu yapandırlar onlar!

Aydınları, sanatçıları, akademisyenleri görevden alabilirler; bir gece de ekmeklerinden edebilirler. Yazardır, Kürt’tür, Alevi’dir diye hor görebilir, adını anıtlardan, parklardan silebilirler!

Peki ya bir yazarın yazdıklarını? Onları da silebilirler mi? Eserleri birçok dile çevrilmiş; on tane romanı, antolojileri, incelemeleri, deneme ve destanları; tüm bunları toplayıp yakabilirler mi?

Gün gelir belki yasaklar bile koyabilirler, lakin bir yazarın eserlerini nasıl yok edebilirler? Onu, halkın gönlünde yer ettiği o muhteşem tahtından indirebilirler mi?

Yıllar sonra bu günler elbette konuşulur ve Mehmed Uzun’un adı daima anımsanır. Tıpkı Nazım Hikmet gibi…

Peki ya onun adını bir parktan indirenler? Onları kim anımsar? Sahi Diyarbakır’ın kayyımı kimdi, bu adamı kimler atamıştı diye sormazlar mı? 


Mehmet Uzun Parkı'nın açılışı
“Korkuyorlar Robeson”

Adı Azad’tı onun. Yani Özgür demek… Mehmed Uzun’u Diyarbakır’daki hastanede ziyaretine gitmişti. Yıllar sonra, Tatvan’ın yoksun koşullarında, bedenine yıllar öncesinden musallat olmuş hastalık nedeniyle nefessiz kalır.

Ona nefes olacak şey Diyarbakır’daki tam teşekküllü hastaneye yetişmektir. Ne var ki, ölümle pençeleşen Azad, yıllar önce Mehmed Uzun’u görmek için gittiği Diyarbakır’daki hastaneye bu sefer yetişemez.

Ölüm karanlıktır. Çoğu zaman da acımasız. Çekip alır onu, henüz doyamadığı yaşamın kucağından. Bedenini tutsak eden hastalığın esaretinden kurtulan Azad, artık sonsuzluğa dek özgürlüğüne kavuşur…

Geride Nazım’dan Kürtçe’ye çevirdiği, basılmayı bekleyen şiirlerini bırakır Azad. Bunlardan birinde Nazım’ın dilinden şöyle seslenmektedir:

“Korkuyorlar Robeson
şafaktan korkuyorlar
görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar
yağmurda çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan
sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar
sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhad gibi sevmekten” (**)

Azad’ın bir de kardeşi vardır Tatvan’da.
Çok istediği halde Mehmed Uzun’u ziyarete gidememiştir. Tekerlekli sandalyeli iki kişinin o uzun yolu aşması zor olacağından bunu yapamamışlardır.

Hala hayatta olan kardeşi, yazara bugün yapılan aşağılamayı görerek kahrolur. Dünyanın bütün acılarının yüreğine zerk edildiğini hisseder. Mehmed Uzun ölüm döşeğindeyken, Azad’ın deklanşörüyle kendilerine armağan ettiği o fotoğrafı anımsar. “Yasaklı dilin yazarı”, beyaz giysileri içinde insanlığı kucaklar gibi gülmektedir.

Ölüm gibi karanlık” bir dünyada, “aşk gibi aydınlık” tır yüzü.


*    Mehmed Uzun’un romanın adı
**  Şiirin Kürtçesi :

“Ditirsin Robeson
Ji spêdeyê ditirsin
Ji dîtinê, ji bihîstinê, ji hingavtinê (ji destdanê) ditirsin
ji giriya wek xwe şûştina çîptazî a di (li) ber baranê de
ji kena wek bi şidyayî gezkirina bihokek ditirsin

ji hezkirinê ditirsin, ji hezkirina weke Ferhadê me”