30 Kasım 2016 Çarşamba

Baba, bana odanın resmini çizer misin?

Yusuf Nazım
T24 | 30.11.2016


Anne!

O gece beni niye uyandırdın?

Uykuluydum, bunu hiç yapmazdın sen.

Üstelik çişim de gelmemişti.

Beni niye uyandırdın anne?

“Kalkın hazırlanın, babanız gidecek, yolcu edelim”
demiştin.

Babam nereye gidecekti anne?

Hatırlıyorum, daha önce anlatmıştın, babanız bir yolculuğa çıkabilir çocuklar, hazırlıklı olun demiştin.

İnanmıştık, hazırdık, bekliyorduk.

Kapının zili çalıyordu.

Ama sen böyle bir gece vakti, ansızın dememiştin anne?

Babam da uyanmıştı şimdi, ablam da.

Kapının zili durmadan niye çalıyordu anne?

İlk defa olarak, zil çaldığında kapıyı açmıyordunuz.

Babamın şefkatli avuçları her zaman ki gibi sıcacıktı,  yanaklarımdaydı, “korkma kızım” diyordu, elimde değildi, korkuyordum anne.

Kapının zili hala çalıyordu.

“Açın!”
diyordu kalın bir ses; “savcılık” diyordu, “tebligat” diyordu, yine başka şeyler söylüyordu, ben küçüktüm, anlamıyordum.

Çok korkmuştum, “açın kapıyı!” diyordu kapıdaki ses, ağlıyordum.

Göz ucuyla görmüştüm.

Bir yandan babamın çantasını hazırlıyordun, niye anne?

Mavi gömleğini de koymuştun içine, yün çoraplarını, atkısını, kazaklarını, acelen var gibiydi.

Babam, gecenin karanlığında nereye gidecekti anne?

Polis amcalardan biri girmişti içeri, babama kâğıtlar uzatmıştı, “avukat” diyordu babam, “bekleyin” diyordu.

Beklemiyorlardı!

Polis amcalar babamı niye götürmek istiyorlardı anne?

“Çocuklar korkmayın, geri döneceğim”
diyordu babam, eğilip parmaklarıyla gözyaşlarımı siliyordu.

Sahi, geri dönecek miydi babam anne?

Kapı aralığından görmüştüm, polis amcalar niçin o kadar kalabalıktı?

Niye silahları vardı anne?

“Baba!”
diye bağırmıştım arkasından, “beni de götür, ne olur!”

“Beni de götür!”

Geri dönmüştü, o sıcak gülüşüyle sarılmıştı bana.

“Olmaz kızım, polis amcalar yalnız beni çağırmışlar,”
demişti.

Polis amcalar, niye yalnızca babamı çağırmıştı anne?

“Baba!”
diye bağırmıştım arkasından.

“Baba gitme!”

“Baba gitme!”

Bana dönmüştü.

Son kez bakmıştı ıslak gözlerime.

Eser’di o.

Benim babamdı!

Umut vardı gözlerinde.

Cesaret vardı.

Barış vardı.

En çok da sevgi vardı gözlerinde anne.

Sevgi vardı…

*   *   *

Baba!

“Gitme!” demiştim sana.

“Gitmem gerekiyor, sonra geri döneceğim kızım” demiştin.

Sen gitmiştin!

Ama dönmemiştin baba!

Sahi, niye geri dönmemiştin baba?

Bak seni nasıl özledim!

Ben senin kokunu özledim baba.

Her akşam eve geldiğinde bana sarılıp öpüşlerini özledim.

Barış derken gözlerine inen o çocukça sevinci özledim.

Ben senin bağlama çalışını özledim baba!

Annem söylemişti geçende, eve gelmeyecekmişsin, öyle mi?

Bir süre başka bir yerde konuk olacakmışsın sen.

Biz, şimdiden seni çok özledik, sen bizi özlemedin mi baba?

“Nasıl bir yer”
diye sordum geçenlerde anneme, bakışlarını kaçırdı benden.

Bir de arkasını döndü.

“Güzel bir yer”
dedi “merak etme kızım, güzel bir yer.”

Orası güzel bir yer mi baba?

Kaç odalı, duvarları ne renk boyalı, balkonunda çiçekler var mı?

Ya koltuklar, ya üzerinde sere serpe uzanmaya bayıldığın renkli halı, ya çalışma masan?

Bizim evdeki kadar büyük mü baba?

Üstünde, senin o çok sevdiğin çerçeveli resmimize yer var mı?

Ya bilgisayarın, kalemliğin, kitapların?

Orada da kitapların çok mu baba?

Annem, güzel bir yer deyince, umutlandım.

“O halde biz de gidelim babamın kaldığı yere anne”
dedim.

“Hayır kızım”
dedi, “henüz erken, baban bir süre yalnız kalacak orada.”

Sen orada yalnız mı kalacaksın baba?

Oysaki sen arkadaşsız yapamazsın, sevenlerin çoktur, biliyorum.

Orada yapayalnız nasıl kalacaksın baba?

Gece yatarken seni merak ediyorum, hep aklıma geliyorsun.

Neredesin acaba, nasıl bir yerdesin?

Kaldığın yerdeki yemeklerin anneminki gibi güzel mi?

Pencereden bakınca, bahçesinde ağaçlar var mı?

Dalına kuşlar konarlar mı?

Onlara el salladığında ötüyorlar mı?

Konuk olduğun yerde polis amcalar sana iyi bakıyorlar mı?

Sahi, amcalar seni götürürlerken görmüştüm, bağlamanı almamıştın yanına.

Hâlbuki sen bağlama çalmadan yapamazsın baba.

Evimizde, duvarda hala asılı duruyor, özlemişsindir.

Balkonda çiçekleri okşardın akşamları, tıpkı beni okşadığın gibi.

Yeşil yapraklarından, taze sürgünlerinden severdin onları, tıpkı beni sevdiğin gibi.

Baba, orada da çiçekler var mı?

Taze sürgünlerinden ışkınlar verip renk renk açarlar mı?

Annem, bir süre sonra, seni ziyarete gelebileceğimizi söyledi.

Gelirken bağlamanı getireceğim sana; bir de kırmızı kravatını, çerçeveli resmimizi bir de.

Başka bir isteğin var mı?

Peki ya, büyük annemin el örgüsü patiklerini, onu da ister misin?

Sana kalem ve boş bir kâğıt göndereceğim.

Baba, bana odanın resmini çizer misin?

Not: Bu yazı, barışı en az babaları kadar özleyen bütün çocuklar için yazılmıştır.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/baba-bana-odanin-resmini-cizer-misin,16017

18 Kasım 2016 Cuma

Aslında ev de yoktu!

Yusuf Nazım
T24 | 18.11.2016


Dile kolay, tam 246 gün!

Sokağa çıkma yasağı kısmen kaldırılmıştı.

Duyar duymaz çadırdan dışarı fırladı.

Bir anda, etrafta heyecanla toplaşan çadır kalabalığının arasında buldu kendini.

Heyecan içindeydi herkes.

Aylardır uzak kaldıkları şehirlerine bir an önce yetişme, mahallesinden, evinden, eşyasından bir haber alma telaşıydı bu.

Üzerine atladığı pikap, şehrin girişine kilometrelerce kala kolluk kuvvetlerince durduruldu.

Yüreği yerinden fırlayacakmış gibiydi.

Uzaktan, üzerine kümelenen siyahi bulutların altında, hiç olmadığı kadar gri gözüküyordu Şırnak.

Asfalt yolu tüketip şehre vardıklarında, yol birden toprağa dönüşmüştü.

Araçtan inmek zorunda kaldılar.

Üzerinde yürüdükleri inişli çıkışlı toprak yığınının, bir zamanlar Şırnak’ın ana caddesi olduğuna inanmak bile istemediler.

Heyecanlı kalabalık bir anda dağılmış, herkes kendi mahallesinin yolunu tutmuştu bile.

İlk saptığı yoldan bir süre sonra geri döndü, önü kapalıydı!

 Sonra, iş makineleriyle açılmış başka bir toprak yola girdi. Biraz ilerledi,
sağa sola hamle yaptı, çevresini tanımaya çalıştı. Kafası karışmıştı. Bastığı toprak altında dalgalandı, başı döner gibi oldu. Yönünü çıkaramadı, tekrar gerisin geri yürümeye başladı. 


Birçok denemeden sonra uzakta, taş ve toprak griliğinin ortasındaki camii siluetine takıldı gözü.

Delik deşik olmuş duvarları, parçalanmış kubbeleri, yara bere içindeki duvarlarıyla Agit Uğur Camii, bunca griliğin ortasında, büyük bir depremden ayakta kalmayı başarmış yegâne bir anıt duruyordu! Çifte şerefeli minaresi nasıl olmuşsa sapasağlamdı.

Caminin siluetini takip etmek işini kolaylaştıracaktı. İyi bir fikirdi bu. Düşündüğü gibi de yaptı. Kısa sürede istediği yere varmıştı bile.

O güne dek hayatında, görmüş ve belki de görecek olduğu en büyük şaşkınlığın onu beklediğindense habersizdi.

Tanınmaz halde, bir moloz yığınından ibaret mahallesini inanmaz gözlerle süzdü.
“Sokağı bulmalıyım!” diye diye geçirdi içinden. Sağa sola çaresizce koştu, moloz yığınlarından oluşan irili ufaklı birçok tepeciği, onların arasındaki çukurları aştı.

Nihayet, bir süre sonra evinin bulunduğu sokağın başındaydı. Yalnızca silik bir iz kalmıştı sokağından geriye!

İçinde, ölmeye yüz tutmuş bir umudun cılız beklentisiyle önünde kıvrılan toprak izini takip etmeye başladı...

*  *  *

Birden “Evim, evim!” diye bağırdı!

Sonunda bulmuştu!

Yıllardır, harcına emeğini katarak, çimentosuna terini akıtarak yaptığı evinin kapısındaydı.

Yorulmuştu. Ama olsun, sonunda değmişti buna!

Dış kapı aralıktı, sessizce süzüldü içeri.

Merdivenleri bir solukta çıktı.

Gözü, merdiven boşluğunda yan yatmış, tamir edilmeyi bekleyen küçük oğlunun kırık bisikletine takıldı.

Dudaklarından acı bir gülümseme koptu.

Ayakkabılarını çıkardı, köşedeki ayakkabılığa özenle yerleştirdi.

Karısının kapı pervazına astığı mavi nazar boncuklarına ilişti gözleri.

Bakışları onu, 22 yıl öncesinden kopup göçtükleri o dağ köyüne götürdü.

Zemheri bir kış soğuğunda, yangınlar ve alazlar içinde terk etmek zorunda bırakıldıkları köylerine!

Sonraları, zoraki sığındıkları bu kentte, nice meşakkatlerle sahip oldukları evin kapısında bir süre bekledi.

Nazar boncuğundaki gülümseyen bakışlarını sessizce çekip aldı.

*  *  *

Birazdan, anahtarıyla kapıyı açacak, sessizce süzülecekti içeriye.

Eve adımını atar atmaz, tatlı bir hararet saracak bedenini, yüreğindeki sıcaklık yüzüne vuracaktı.

Biliyordu, hole bitişik odanın kapısından küçük oğlu yine bisikletim diye atlayacaktı üzerine. Yine mahcup olacak, yine kızaracaktı yüzü. Oradan, her zamanki gibi eşi yetişecekti imdadına. “Sıkıştırma babanı, yorgundur, gelecek ay” diye arka çıkacaktı ona.

Salona açılan holü iki adımda geçecek, mutfaktan gelen mis gibi kokuların baştan çıkarıcı davetine aldırmayacaktı.

Zemini, kök boyalı bir halı, duvarları şahmaran desenli kilimle kaplı salona akacaktı ayakları.

Gözleri kucaklar gibi saracaktı, beşikte uyuyan üç aylık çocuğunu.

Soğuk kış günlerinde, kemiklerini ısıtmak için önünde herkesin sıraya girdiği sobaya doğru yönelecekti hemen.

Sıcaktan mest olmuş anacığının pamuktan ellerini şefkatle öpecek, yanaklarını koklayacaktı.

Oğlu, bir kış günü getirmişti onu. Tek gözü görmüyordu kedinin. O günden beri, her daim yurt eylemişti keçi postunu. Malum yerinde, kıvrılmış uyuyor olacaktı yine. Titreyen kulağına hafifçe dokunacak, gözünü, kaygısız bakışlarla, hafifçe aralayacaktı.

Sonra balkona çıkacak, akşamın serin havasını derin derin çekecekti ciğerlerine. Sabah suyunu çoktan tüketmiş çiçeklerin pıtrak pıtrak açmış çiçeklerine hayran hayran bakacaktı.

Yemeğin ardından, her akşam yaptığı üzere, demli bir çay isteyecekti küçük kızından. Yüzünde apak bir gülümseme, elinde tepsiyle çıkıp gelecekti mutfağın kapısından.

Üzerine bağdaş kurup oturacaktı el dokuması halının. Çayı beklerken, desenleri renk renk, ilmek ilmek bezeli halının, yumuşak püskülleri arasında dolaşacaktı parmakları.

Uzaklardan, Agit Uğur Camii’nden belki de bir ezan sesi duyulacaktı. Çok sevdiği halı seccadiyesini yere serecek, akşam namazına duracaktı birazdan anacığı.

*  *  *

Elini uzattı.

Parmaklarını ovuşturdu, uçlarındaki tozları silkeledi.

Koyun yününden dokuma, desenli halının üzerine, her gün bağdaş kurup oturuyordu; parmaklarıyla püsküllerini okşadığı halı yoktu!

Akşamları, çocukların borularında ellerini ısıttığı çıtır çıtır yanan kuzine soba da; sobanın arkasındaki keçi postu, keçi postuna kıvrılmış mır mır uyuyan tek gözlü kedi, kedinin bir dokunuşta kendinden geçmeye hazır sevimli hali…

Hiçbiri yoktu!

Peki ya oğlunun, içeri girer girmez ok gibi fırlayarak üzerine atladığı, hole bitişik odanın kapısı?

Onu niye göremiyordu?

Hâlbuki orada olmalıydı, bakıyor ama görmüyordu.

Yorgundu.

Belli ki, kötücül bir perde inmişti gözlerine.

Gördüğü hemen her şey bir bir siliniyordu.

Derken karısı da çekip gitmişti; sonra birer birer çocukları, ona tepsiyle demli çay getirmeyi bekleyen kızı, sobanın arkasında ileri geri mürgüleyen yaşlı anası…

Hepsi gitmişti!

Beşiğiyle birlikte üç aylık bebeği de terk etmişti evi; duvarda şahmaran desenli kilim, yanında asılı kuran, altında namaz saatini bekleyen derli toplu seccade…

Birer birer gitmişlerdi.

Hâlbuki az önce hepsi buradaydılar!

Burada ve hazırdılar; sevmeye, sevilmeye, okşanmaya; sobanın karşısında ısınmaya, karşılıklı sohbete etmeye, demli çay içmeye, bakışmaya, pıtrak pıtrak açmaya, sulanmaya, beşikte ağlamaya, keçi postunda mırlamaya, kucağa fırlamaya…

Hazırlardı hepsi!

Oysa şimdi…

Oysa şimdi, pazar pazar dolaşıp, tuğla tuğla ördüğü evinin içerisinde sessizce duruyor; şaşkın, inanmaz, anlamaz gözlerle etrafa bakıyordu.

Evin içinde kimsecikler yoktu!

Yirmi yılda ne zorluklarla tüttürmüştü bacasını! Kendi elleriyle daha yeni yapmamış mıydı badanasını?

Niye böyle her yer griydi, toz bulutu gibi duruyordu şimdi duvarları?

Mesela pencereler niye yoktu?

Karısının her sabah sevgiyle suladığı balkondaki çiçekler neredeydi? Hani şu kahverengi, kırmızı, yuvarlak saksıların içindeki çiçekler?

Ya o, içinde renk renk çiçeklerle saksıların sıra sıra dizildiği mermer küpeşteli balkon?

O niye yoktu?

Evin giriş kapısına bakıyor, bir şey göremiyordu; korkuluklarla çevrili merdiven boşluğunu, köşedeki ahşap ayakkabılığı, orada aylardır tamir edilmeyi bekleyen kırık bisikleti…

Niye yerinde durmuyordu hiçbir şey!

Mesela, üzerine şahmaran desenli kilimin çivilendiği salon duvarları, tavanda sağlam olsun diye iki demir daha fazla attıkları kirişler, üzeri kahverengi parke kaplı zemin, dış cephe duvarları…

Hiçbiri, hiçbiri yerinde değildi!

Evin içi yoktu!

Eğreti, bir beton parçasının üzerinde, ayakta öylece bekliyordu.

Yavaşça yere çömeldi, elini kederle dizine koydu.

Bildiği bütün sesler, sözler, kelimeler boğazında erimiş gibiydi.

Arkasına döndü, üzerine tünediği moloz yığınına anlamsız gözlerle boş boş baktı.

Yaşadığı her şey, bir yanılsamadan ibaretmiş gibi duruyordu.

Aslında ev de yoktu!