T24 | 12.06.2016
Haziran günleriydi.
Tarih, yüzyılımızın bu topraklardaki, belki de en büyük toplumsal hareketinin adını yazmakla meşguldü sayfalarına.
Tarih, yüzyılımızın bu topraklardaki, belki de en büyük toplumsal hareketinin adını yazmakla meşguldü sayfalarına.
İstanbul’da, Gezi Parkı’nda bir ağaç yerinden sökülmüş, ülkede ve dünyada
yer yerinden oynamıştı.
Tarihimize Gezi Parkı Direnişi olarak geçti.
Her şeyden önce nice zamandır kaybettiğimiz umuttu, sevinçti,
heyecandı.
Karanlıktan fışkıran bir ışıktı o.
Belki de bizim küçük Paris Komünü’müzdü.
Karanlıktan fışkıran bir ışıktı o.
Belki de bizim küçük Paris Komünü’müzdü.
Hayalleri çalınmış, geleceği çürütülmüş, umudunu yitirmiş bir ülkenin
üzerinde, bir anda parlayıp sönen güneşti sanki.
İşte bu güneşten püsküren sihirli bir ışığa benziyordu.
Cümlemizin gözümüzü kamaştıran, kalabalıkları peşine takıp da sürükleyen…
İşte bu güneşten püsküren sihirli bir ışığa benziyordu.
Cümlemizin gözümüzü kamaştıran, kalabalıkları peşine takıp da sürükleyen…
Haziran hüzünle gelirdi çoğu zaman
Oysaki ışığa tahammülü yoktu karanlığın.
Bu yüzden, bir yandan dalga dalga yayılırken aydınlık, korkusu da
giderek büyüdü karanlığın. Büyüdü, büyüdükçe zalimleşti.
Bilirdik, haziran hüzünle gelirdi çoğu zaman.
Ve bazen haziranda ölümün yüzü, ölümden de beter çirkin olurdu.
Derken, ölüm haberleri gelmeye başladı dört yandan.
Derken, ölüm haberleri gelmeye başladı dört yandan.
Keskin bir direnişin uğultusu yayılmıştı Ankara’nın caddelerine.
Kalabalığın ortasında bir polis hışımla silahına davranıyor, Ethem Sarısülük’ün kafasını parçalayarak yazıyordu destanını.
Gülüşleri soluyordu gözlerinde Ethem’in, yığılıp kalıyordu yere…
Kalabalığın ortasında bir polis hışımla silahına davranıyor, Ethem Sarısülük’ün kafasını parçalayarak yazıyordu destanını.
Gülüşleri soluyordu gözlerinde Ethem’in, yığılıp kalıyordu yere…
Tarihin sayfaları bir gün daha dönüyor, 2 Haziran 2013’ü gösteriyordu.
Eskişehir’de sinsi bir ölüme doğru ağır ağır yol alıyordu zaman.
Polisler yeni bir destan yazmak üzere ara sokaklara dalıyor, genç bir
üniversite öğrencisini karanlık, izbe bir köşede kıstırıyordu.
Karanlık ölüm kokuyordu yine.
Beyni jöleli, ağzı salyalı bir güruh polislere beraber, on dokuz yaşındaki
genci, kafasına vura vura linç ediyorlardı.
Ölüm ne kadar da ağırdı Eskişehir’de. Ne kadar zalim ve inanılmazdı
karanlık bir sokağın birinde, Ali İsmail’in kısılmış nefesinde…
Sabırsızdı haziranda ölüm
Tarihin yaprakları 3 Haziran’da durmuştu. Bu sefer Mehmet Ayvalıtaş’ın
ölüm haberi düşmüştü sokaklara. Mehmet, Ümraniye’deki gösteriler sırasında, üzerine
sürülen bir araç tarafından ezilerek öldürülmüştü.
Haziran kanamıştı bir yanından, kanadıkça kanıyordu.
Ve Haziran’ın kanayan bir yanında, bir güne iki ölüm birden sığıyordu.
Ve Haziran’ın kanayan bir yanında, bir güne iki ölüm birden sığıyordu.
Hatay’ın gaza ve zehire boğulmuş bir sokağında yeni bir ölümü tarifliyordu
zaman. Mehmet Ayvalıtaş’ın öldüğü gün, ülkenin başka bir yanında, başka bir
kentinde, Abdullah Cömert’in başından kurşunla vurulmuş bedeni soğuyordu yavaş
yavaş, kuru bir asfaltın üzerinde.
Tarihin yaprakları 16 Haziran’daydı şimdi.
Karanlık, ekmek almaya giden bir çocuğun can evinde büyüyordu.
Kaşları karaydı, gözleri karaydı; bakışları aydınlıktı ama; aydınlık
ve çocuktu.
Adı Berkin Elvan olan bir çocuktu.
Bu sefer, göz yaşartıcı gaz kapsülü kılığına giriyordu ölüm.
On dört yaşında bir çocuğu vuruyor, on beş yaşında soluksuz
kılıyordu...
Bir kez büyümüştü karanlık, büyümüş ve kokmuştu, can almaya doymuyordu.
Sokaklar, parklar, kaldırımlar… Hep kan kokuyordu artık! Kan kokuyordu
meydanlar; evler, yollar, camiler…
Ve karanlık kirli yüzünü, 20 Haziran’da yeni bir kente doğru dönüyordu.
Bu kez, Mersin’in gaza boğulan sokaklarında ölümün adı Mehmet, soyadı İstif
oluyordu.
Sesi yine gür çıkıyordu; Haziran’ın yirmi sekizinde, Diyarbakır’ın
Lice’sinde. On dokuz yaşındaki Medeni Yıldırım’ın başında bir asker mermisiydi şimdi
ölüm!
Haziran bitiyordu yavaş yavaş. Ülkenin sokaklarında hala bir direnişti
Gezi. Temmuz da, Ağustos da tıpkı Haziran gibiydi, direniyordu. Direniyor ve
evlatlarını bir bir vermeye devam ediyordu karanlığa.
Hatay’da yazılacak son bir destanın tarihiydi şimdi dokuz Eylül. Yirmi
iki yaşındaki Ahmet Atakan’ın adıydı o. Armutlu Mahallesi'nin Gündüz
Caddesi’nde apansız gelen bir ölümün unvanıydı…
Çocuk gülüşleri vardı yüzlerinde
İstanbul’da, Gezi Parkı’nda bir ağaç yerinden sökülmüş, ülkede ve
dünyada yer yerinden oynamıştı.
Gezi’nin en güzel günleriydi, mayısta, haziranda bizim olan.
Biraz da gidenlerin iziydi içimizde kalan.
Her biri, hayatı çekincesiz, pırıl pırıl bakışlarında taşıyan genç
insanların adıydı.
Kolları dövmeli, kulakları küpeli, yüzleri maskeliydi; müzikle,
dansla, mizahla direnen; muzip, sevecen, karıncayı bile incitmeyen…
Hep güzel şeyler olsun istemiştiler bu hayattan.
Hepsi çatal civan delikanlı, hepsi yakışıklı, güzel, kız kızandılar.
Üstümüzdeki bu zalim karanlığa çekincesiz meydan okumuştular.
Yaşasaydılar eğer, onların da hayalleri olacaktı.
Hepsi çatal civan delikanlı, hepsi yakışıklı, güzel, kız kızandılar.
Üstümüzdeki bu zalim karanlığa çekincesiz meydan okumuştular.
Yaşasaydılar eğer, onların da hayalleri olacaktı.
Tıpkı bizim gibi hayalleri…
Bir de hayallerini süsleyen Gezi Parkı’na sığmayan umutları.
Hepsinin çocuk gülüşleri vardı yüzlerinde, Vandetta maskeleriyle
gizlenen.
Gezi’nin en güzel yüzleri, masumiyetin çocuklarıydı onlar.
Sorsan, zaten yaralıydılar.
Çocuk gülüşlerini bırakarak gittiler...
Çocuk gülüşlerini bırakarak gittiler...
* Gezi’nin güzel
çocuklarının anısına
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/masumiyetin-cocuklari,14779
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/masumiyetin-cocuklari,14779
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com