8 Haziran 2016 Çarşamba

Gezi'nin masumiyeti

Yusuf Nazım
T24 | 31 Mayıs 2016


Bir süredir yeni bir sözcüğün adıydı lügatimizde Gezi.

Hiç beklenmedik bir anda hayatımıza giren, düşlerimize umut olan, apansız çekip giden.

2013 yılı Haziran’ının hayatlarımıza bıraktığı eşsiz bir armağanın adıydı o.

Mayıs denince hep kanamalı olurdu; işte yine, Kiraz Zamanı gibi kanamıştı hüzün...

Peşinden koşup da bir türlü yetişemediğimiz o görkemli baharın habercisi gibiydi Gezi; düşleyip de bir türlü sahip olamadığımız, susuz kalıp kana kana içemediğimiz, müjdesini bekleyip sevinemediğimiz; henüz yaşanmamış bir aşk, bitirilmemiş bir serüvendi o.

Hayatlarımızda hep var olan bir hayalin, bir anda parlayıp sönmesi gibiydi o. Gelişi, göğü tutuşturmak üzere peşinden koştuğumuz bir heyecana benziyordu. Büyük ateşler yakmak uğruna yaşayamadığımız çocukluğumuz, âşık olmaya bile zaman bulamadığımız gençliğimiz, en çok da özlemlerimizdi bizim Gezi.

Çölün ortasında fışkıran berrak bir su gibiydi o; yüreklere şırıl şırıl akan bir dere, dağların sarp yamaçlarından gürül gürül çağlayan bir şelale, denizi özleyen bir nehirdi Gezi.

Düşlerimizin kısa bir özeti gibiydi


Kayıkhaneleri yok edilmiş, silüeti çizik, tepeleri tarumar,; sırça köşkler sarmış her yanını, sırtından bıçaklanmış, kurtlar sofrasında bir şehrin çığlığıydı o.

Çoktandır unutulmaya yüz tutmuş bir düşün, ruhumuzda taze bir filiz gibi uç vermesiydi Gezi. Bundan böyle, umut denildiğinde yüreğimizde kıpırdayacak şeyin adıydı o. Nice hayaller kurmuş, nice fırtınalara göğüs germiş, nice ateşlerde yanmış bir kuşağın yeniden yazılmaya başlayan hikâyesi gibiydi.

Gezi’de yaşananlar düşlerimizin kısa bir özetiydi sanki.

Bir şehrin karanlık, izbe sokaklarının bali koklayan, esrar içen, tiner çeken çocuklarıydı o… Direnişle birlikte yaşadıklarını fark eden, barikatlarda direnişçilerle kol kola duran; abla, dayı, anacığım diyen, baba diye seslenen; güvenilen, sevilen, değer gören… Direniş yenilip de herkes evlerine çekildiğinde yetimler gibi ortalıkta yapayalnız, boynu bükük kalan Civan’ıydı sokakların Gezi; Ziya’sıydı, Rizgar’ıydı, Zülfikar’ıydı…

Hayalleri futbol sahalarına hapsolmuş “apolitik” taraftar gruplarının Barbaros Bulvarı’nda kahramanca direnişiydi Gezi.

Taksim’in soluk alınacak son parkının adıydı o. Sökülmüş ağaçları yeniden dikmek üzere Taksim’e koşarken, bir cehennem ateşinin ortasında kalan Rizeli Mükerrem Amca’nın, göğsünü açıp polislere “vurun beni!” diyen haykırışıydı o.

Gezi’nin masumiyeti, hayatında hiç eyleme katılmamış küçük oğlumun, Taksim’deki kalabalığa yetişmek üzere çantasına limonu, solüsyonu, gaz maskesini tıkıştırırken “yanına biraz da para al oğlum” diyen annesine, “saçmalama anne, orada para geçmiyor” diyen hiç kirlenmemiş masumiyetiydi.

Gençlere, barikatta kol kanat germeye çalışan yaşlı 68’linin babacanlığıydı; onu “dayı sen gel, biz gerekeni yaparız” diye kolundan çekiştirip arkalara götüren delikanlının özgecanlığıydı… Ciğerleri gazdan pare pare olmuş bir gencin, yüzünde ince bir tebessümle, az önce hayatı kendine zehir etmeye çalışan zırhlı, coplu, kalkanlı polislerin yüzüne dikilerek inadına kitap okumasıydı Gezi.

Öfkeden gözü dönmüş, üzerine gaz püskürten polislere, ısrarla karanfil uzatan kadının inatçı sevgisi; çiçeği burnunda üniversiteli gencin zehir ve duman bulutu içinde akordeon çalması, on beşinde ekmek almaya giderken karakaşlı, kara gözlü bir çocuğun bir kuş gibi yığılıp kalmasıydı...

Bir Türk’ün bir Kürt’ü ilk defa sevmesi gibi


Daha sayamadığım öyle çok şeydi ki Gezi. Yüz yıllık tarihimizde, gelecek kuşaklara kalacak en değerli mirasımızdı o.

Yeni bir umudun yüreklere serpilen kokusu, düşlerde parıldayan rengi, Gezi Parkı’nda yeşermiş haliydi o.

Yeni doğan güneşin, ışığa hasret kalmış bir çiçeğin özüne ilk defa dokunması gibiydi; kelebek kanadında açmış binlerce çiçeğin bir araya gelmesi, bir Türk’ün bir Kürd’ü ilk defa sevmesi gibiydi Gezi.

Ezan sesiyle kutsanmış; ahlakla, vicdanla, dualarla kazanılmış değerlerin; Kabataş’ta bayağı bir yalana kurban edilmesi, bir ülkenin yaralı vicdanının Dolmabahçe’de bir camide acımasızca kirletilmesiydi… 

Gaz bombaları arasında gitar çalan bir çocuğun bakışlarındaki heyecan, gözlerindeki umut, kalbindeki direnişti.

Sığındığı belediye otobüsünde küçük bir kız çocuğunun, “baba, polis amcalar bize niye gaz sıkıyor” diyerek gözyaşları içinde kalmasıydı Gezi.

Gezi Günleri boyunca, genç kadın doktorun yardımcısı gibi çalışan, yaralılara ilaç verip bandaj takan, her gün direnişçilerle yatıp kalkan, on sekizindeki tinerci gencin, direnişin kırıldığı gün hüngür hüngür ağlamasıydı. Yüzünü, göğsüne gömdüğü kadın doktordan “abla, yanınızda ilk defa kendimi insan gibi hissettim” deyip hıçkırıklara boğularak ayrılmasıydı.

Baharda yaşanan bir aşk gibiydi o, gelecek güzel günlerden alınmış bir avans, ölümle yapılan bir dans gibiydi Gezi.

Yıllardır yalanla, kinle, nefretle beslenmiş; başka bir dilde konuşan, başka bir biçimde düşünen, başka bir tutkuyla seven insanların ilk defa bir araya gelmesiydi; bir araya gelmesi ve hiç olmadık şekilde birbirini sevmesiydi. Yıllardır birbirini düşman gören Türk’le Kürt’ün, ateş altında ele ele vermesiydi Gezi. Bir çocuk kalbi gibi temiz, suyunu arayan bir ağaç kadar masumdu o.

Elinde taşıdığı iki şişe sütle yaşlı bir ninenin, “oğlum göze iyi gelirmiş” diyerek kalabalığın arasında oradan oraya sekmesiydi Gezi.

Hayalleri yorulmuş bir kuşağın izi vardı onda. Çünkü umut vardı onda; çocuklarımızın özlediği savaşsız, sömürüsüz bir hayat vardı. Bizim de özlediğimiz yarınlarımız vardı; aşk vardı, sevgi vardı, yedi veren güllerinin kokusu, rengi vardı.

Gezi’nin masumiyeti bir ülkenin masumiyeti gibiydi


Gezi’nin masumiyeti, her türlü gaza ve zehire karşı gençlerin sevgiden, aşktan ve danstan ibaret direnişiydi.

Gezi demek, yaraları açık kalmış, sevinçleri yasaklanmış, umutları çalınmış gençliğimiz demekti; düşleri hep yarım kalmış, hep üşümüş, hep bastırılmış, hep ötekileştirilmiş ülkemin onurlu bir yaşamı arayışıydı Gezi. 

Gezi demek, sevince derin bir aşkla sevmenin, gülünce ağız dolusu gülmenin; paylaşmanın, dayanışmanın, el ele vermenin; en az insan kadar ağacın, ağaç kadar ormanın, orman kadar parkın; mavinin, sarının, yeşilin; aç kalan, üşüyen, tiner çeken çocukların; toprağa suya, yaprağa hasret kalmasının; börtünün, böceğin ve çiçeğin cümlesiydi.

Gezi’nin masumiyeti, bir ülkenin masumiyeti gibiydi.

Hepimize yurt olan bu topraklarda billur bir ay ışığı gibi parlayan cümle renklerin, cümle seslerin, cümle ahenklerin bir araya gelme cesaretiydi Gezi.

Gezi’nin masumiyeti, hepimizin masumiyetiydi…


https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/gezinin-masumiyeti,14688

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com