Surda yas, Dicle Fırat Kültür Merkezi, Foto Sevil Doğan |
T24 | 21.03.2016
Sur! 9000 yıllık Diyarbakır şehrinin kalbi. 2015 yılında UNESCO Dünya Tarihi Listesi’ne alınan dünyanın ikinci büyük surlarınca çevrelenmiş bir şehir.
Bölgede, çatışma ortamında, güç koşullar altında çalışan gazetecilerle dayanışma amacıyla oluşturulan haber nöbeti ekibine İzmir’den katılan tek kişiyim. Üstelik İzmir’in Seferihisar ilçesinden geliyorum. Bu durum bende, ayrı bir duygu yoğunluğu oluşturuyor.
Zira Seferihisar ve Sur iki kardeş şehir. 2015 yılında iki ilçe, belediyeler arası yapılan protokol ile kardeş belediye olarak ilan edilmişti.
Sokağa çıkma yasakları başladığında Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer,
“Operasyon ve çatışmalarda insanlar ölüyor. Dünya mirası tahrip oluyor. Elimizden bir şey gelmiyor. Utanç içindeyiz, içimiz kanıyor, kahroluyoruz.”
Dicle Fırat Kültür Merkezinde kayıplar |
Dicle-Fırat Kültür Merkezi adeta bir yas yeri olmuş durumda. Yakınları Sur’da mahsur kalanların bekleme yerine dönüşmüş. Kültür Merkezi’nin girişinde karşıya, kendilerinden haber alınamayanların resimleri asılmış. 106 gündür içerde olan on iki kişiden onunun resimleri var. İçlerinde 14, 16, 17 yaşlarında çocuklar da var; Lice’den arkadaşını ziyarete gelip, yasaktan sonra çıkamayan Coğrafya öğretmeni de.
Kayıp yakınlarının yüzlerinde donuk bir çaresizlik var. Bakışları hep birbirine benziyor, tümünün yüzü, Sur’un sokakları gibi harap. Kolay değil şu sokakların arkasında 106 gündür bekleyen çocukları var. Belki ölüler, belki bir yerleri kanıyor, ölüyorlar. Dokunmaya korkuyorsun, çünkü yaralılar. Çünkü bir dokunsan, bin ah işitmeye hazırsın.
Nitekim dokunuyoruz;
14 yaşındaki Cihat’in babası Cahit Morgül ve 16 yaşındayken Sur’da öldürülen ve cenazesi bir türlü teslim edilmeyen Rozerin’in babası Mustafa Çukur’la görüşüyoruz.
“Buralar bizim
toprağımız” diyorlar; “ölürüz de
gitmeyiz” diyorlar. “Artık kardeş
falan olamayız” diyorlar. HDP
vekillerine kızgınlar. Yeteri kadar sahip çıkmadıklarını düşünüyorlar. Tek istedikleri çocuklarının ölüsü ya da
dirisi. Cizre’deki gibi kemiklerini bile bulamamaktan korkuyorlar. Ölüyse, hiç
değil el sürecekleri bir mezarları olsun istiyorlar. Ziyaretçiler girip çıkıyor
durmadan; her adım atanı bir umut, her el uzatanı bir çare, onları dinleyen
herkesi dertlerine bir ilaç gibi görüyorlar.
Hendek ve barikatlar
Surda bir sokak |
Bunun bir istisnasını Suriçi’ndeki Balıkçılarbaşı’nda Bayrampaşa Camii karşısındaki yaşlı bir bakkaldan duydum. Gençleri suçluyor. Dükkânın çerçevesine isabet eden tek kurşun yerini göstererek, “aha” diyor, “bu gençlerin silahından çıktı”.
Anlattığına göre kendi sokaklarında tek bir çatışma olmuş. Gencin biri gelmiş direği mevzi alarak kolluk güçlerine ateş açmış. Ateş ederken merminin birisi kendi dükkânına isabet etmiş… Tabii ardından sokağa zırhlı araçlar girmiş. Biraz ilerliyoruz, sokağın bir yanında viran halde birkaç bina. Bakıyorum, anlam veremiyorum önce; iki katlı binaların üst katlarında duvar yıkıkları mevcut. Soruyorum, top atışları diyorlar. Öyle ya, ancak yukarıdan bir darbeyle bu hale gelebilir bu binalar.
Bölgede gazetecilik yapmak
Surdan yasağın kalktığı bir sokak |
Surdan yasağın kalktığı bir sokak
Haber nöbetinde olduğumuz günün ikincisinde, DİHA’da bulunuyorum.
Genel olarak bölgede gazetecilik faaliyeti yapanlar, kolluk
güçlerinin başlıca hedefi durumunda. Son üç aylık süreçte ajans çalışanlarından
Antep, Antalya, Malatya, Silopi ve Sur’da olmak üzere beş kişi tutuklanmış.
Alınıp bırakılanlar da var. Bunlardan Mazlum
Doğan, Sur’da 80 günden fazla haber akışı sağladıktan sonra, yaralı
sivillerden Fatma Ateş’i çıkardıktan sonra tutuklanmış. Tabii, gecikildiği için
Fatma Ateş daha sonra ölüyor.
Geçenlerde, Azadiye Welad’ın yazı
işleri müdürü Rohat Aktaş Cizre’deki
bodrumlardan birinde cesedi yanmış olarak çıkarılmıştı. Bir de Beritan var
tabii. “Heyecanlı Beritan.” Diyarbakır’ın Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağını
protesto etmek için yapılan yürüyüşü takip ederken “heyecanlı tavırları”
nedeniyle gözaltına alınan JİNHA muhabiri Beritan Canözer.
Görevlerini yapma heyecanında, çoğu genç, pırıl pırıl insanlar… Gazetecilik mesleği her yerde aynı, gazeteciler de öyle. Sadece burada, habere konu olan şeyler daha sert, daha acı yüklü ve ölüm kıvamında.
Görevlerini yapma heyecanında, çoğu genç, pırıl pırıl insanlar… Gazetecilik mesleği her yerde aynı, gazeteciler de öyle. Sadece burada, habere konu olan şeyler daha sert, daha acı yüklü ve ölüm kıvamında.
İki haberci heyecanla içeri giriyorlar. Haber sepetlerinde
iki olay var:
Rozerinin babası Mustafa Çukur |
Kayapınar’da bir
gün önce Hizbullah tarafından dört gencin vurulduğu, ikisinin öldüğü, birinin
ağır yaralı olduğu, diğerinin hastaneden kaçtığı haberini getiriyor ajanstan
iki genç arkadaş. On bir kurşunla ağır yaralı olanın konuşamadığı, doktora
yazarak bilgi verdiğini paylaşıyorlar.
Gaziler’de bir evin basılarak, daha önceden aranan bir
gencin infaz edildiği haberi ise diğeri… Detaylarını giriyorlar ajans
çalışanları bilgisayarlarından…
Sakarya Caddesi’nde üç gencin başları duvarlara vurularak gözaltına alınmaya çalışması ise başka bir haber olarak düşüyor masaya. Halk tarafından müdahale edildiği bilgisi var beraberinde. Bunun üzerine araya girmeye çalışan halkın üzerine gerçek mermilerle ateş edilmesi ise cabası…
Ajans binasında çalışırken aşağıda mühimmat kamyonları
geçiyor kolordu komutanlığına doğru.
Kayda giriliyor ama artık haber değeri taşımakta bile güçlük çekiyor,
sıradanlaşıyor bu tür şeyler.
Taştan, betondan ve çelikten bir
kuşatma içinde
Bir gün önce Sur’dan çıkan dolu kamyonları görmüştük. Sokağa
çıkma yasağı bulunan ve girişleri “özel kuvvetler” tarafından kum torbaları,
çelik bariyerlerle kapatılarak mevziiye dönüştürülen sokaklardan çıkan
kamyonlar. Bunların yüklerini boşalttıkları alanı görmek istiyoruz.
Bu arsa, Dicle Üniversitesi yeni Meslek Yüksek Okulu
Binası’nı geçince, okul binası ile Tanoğlu
Mezarlığı arasında, sağ tarafta bulunuyor.
Kimseyi bırakmadıkları, özel önlemler alındığı söyleniyor
ama olsun, deneyeceğiz. Uzaktan bile görsek en azından bir tanıklıktır. Yeni
yapılmış Meslek Yüksek Okulunu geçer geçmez, sağda Tanoğlu Mezarlığı’nın Dicle
Havzası’na bakan yönünde, büyükçe bir alan. Kamyonlar girip çıkıyor durmadan.
Mezarlığın yanından aşağıya inen toprak yola giriyoruz. Yolun, mezarlığın bitim
noktasında itibaren hafriyat alanı başlıyor. Önümüzde, tepe gibi bir toprak
dolgu alanı yükseliyor; arkasında birbiri peşi sıra kamyonlar, paletli bir
araç, kepçe ve diğerleri. Harıl harıl çalışıyorlar. Tam ortalarında, beyaz
renkli bir akrep bekliyor. Geri dönüyoruz. Zira başımıza gelecek olanı tahmin
etmek güç değil. Akrep içinde zum yapan kameralarla kuşkulu gördükleri araçları
çevirdiklerini dinlemiştik. Böyle bir karşılama yaşayıp hiç de nazik olmayan
bir tarzda sorgulanmaya muhatap olmak istemiyoruz. Tedirgin bir şekilde
mezarlığın başına çıkıyoruz. Uzaktan birkaç noktadan daha kısa gözlemler
yapıyoruz. Yüklü kamyonlar, eskortlar eşliğinde geliyorlar. Bazen bir akrep
oluyor bu, bazen de bir Toma. Kamyonlar alana mütemadiyen ikişerli, üçerlli
gruplar halinde giriyor, yükünü boşaltarak çıkıyorlar. Paletli kepçe
durmaksızın çalışıyor, kamyonların boşalttığı yükün üzerini toprakla örterek
kapatıyor. Mıcır dökülüyor mu, göremiyoruz.
Tuhaftır, döndüğümde haritadan bakıyorum. Dicle Nehri’nin
bir yakasında 5000 yıllık tarihi surlar yükseliyor. Taştan, betondan ve
çelikten bir kuşatma içinde kamyonlar, iş makineleri harıl harıl çalışıyorlar.
Surların hemen karşısında, nehrin öte yanındaki yamaçlarına, Sur’un içinden
çıkartılanlar boşaltılıyor. Surlardan itibaren sadece iki bin beş yüz metre
mesafe var.
Sur’un içinden çıkartılanlar, gençlerin kurmuş oldukları
hendek ve barikat artıkları, ya da kazara yıkılmış birkaç binanın molozları
olabilir. Hadi diyelim öyle, peki bu gizlilik neden? Niye başka illerden iş
makineleri, sürücüler getirtiliyor? Neden fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor?
Sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı yerlerde bile neden gazetecilerin sokaklara
girmesine keyfi olarak engel olunuyor? Fotoğraf makinesi, cep telefonları,
kameralardan olan bu korku niye? Normalde olması gereken, gazetecilerin
hafriyat alanına götürülerek haber yapmalarına olanak tanınması değil
midir? “Bakın kuşkuya gerek yok, bu dökülenler taş ve beton parçaları, moloz,
isteyen görüntü alsın, belgelesin, dileyen dilediği gibi araştırıp haber yapsın”
şeklinde bir özgüveni neden gösteremesinler?
Durup düşünüyorum; nasıl bir hale geldi bu ülke, ne zaman
başladı bu yarılma, nasıl böylesine uzaklaştık birbirimizden? Diyarbakır’ın
gözü önünde, adeta Sur’un içi, dışına boşaltılıyor. Yirmi yedi kavmin ayak
izinin olduğu bir tarih, taşıyla, toprağıyla, insanı ve ruhuyla görülmemiş bir
yıkıma uğruyor. Diyarbakırlı seyrediyor,
Surlu seyrediyor, biz seyrediyoruz…
Bask Bölgesi’nin Guernica’sı
Guernica, Picasso’nun dünyaca ünlü bir tablosudur. Adını, 26 Nisan 1937’de Alman ve İtalyan Hava Kuvvetlerinin İspanya’nın Bask Bölgesi’nde bombaladığı Guernica Kasabası’dan alır. Dünya katliamlar tarihine mal olmuş bu bombalama sonucu 300 ila 400 arası kişi ölür. Almanya bu olaydan dolayı 1997 yılında Alman milleti ve devleti adına Basklılardan özür diler…
Genelkurmay’ın rakamlarına bakıyorum. Şırnak, Yüksekova ve Nusaybin’deki sokağa çıkma yasaklarından önceki son dört aylık sürede; Cizre’de 666, Sur’da 286, Silopi’de 145, İdil’de 125, Nusaybin’de 50, Dargeçit’te 33, Silvan’da 15 ve Derik’te 7 Kürt’ün öldürüldüğü yazılıyor.
Eğer doğruysa bu rakamlar; başka topraklarda ölüm böylesine
pahalı, Kürtlerin topraklarında bu kadar ucuz mu diye düşünmeden edemiyorum…
* * *
Nusaybin, Silopi, Cizre, Dargeçit, İdil, Silvan, Derik, Sur… Devamı da var; Şırnak, Yüksekova ve yeniden Nusaybin… Ve belki daha niceleri!
Bu ülkenin kanayan yaraları bunlar; Haber Nöbeti için bulunduğum Özgür Gün TV’nin ofisinde, birbirinden sert haberler düşüyor ekranlara. Ölü rakamlarını saymakla meşgul haber ajansları. Bağlar’daki çatışmadan sonra Koşuyolu Parkı’nın ortasına mevziler kurduğu haberini alıyoruz; parkın yarısını kapatmış kolluk kuvvetleri. Dışarda, sabırsızca baharı karşılamaya hazırlanıyor ağaçlar. Yandaki televizyon ekranından eski bir video haber geçiyor;
“Yüksekova’da sokağa
çıkma yasağı ilan edilmeden önce halk, ihtiyaç malzemelerini temin ederek
evlerine çekildi!”
“Peki ya sonra?”
diye düşünüyorum, içimden, “peki ya
sonra?”
Halkın, toplu ihtiyaçlarını karşılayarak kentin bir ölüm
sessizliğine bürünmesinden sonra ne yapacak bu insanlar?
“Bütün ihtiyaçlarımız tamam, nasılsa sokağa çıkmak da yasak; evimizin ücra bir köşesine de çekildik, artık bizi rahatça bombalamaya başlayabilirsiniz” diyebilirler mi mesela?
“Bütün ihtiyaçlarımız tamam, nasılsa sokağa çıkmak da yasak; evimizin ücra bir köşesine de çekildik, artık bizi rahatça bombalamaya başlayabilirsiniz” diyebilirler mi mesela?
Hani, gece yarıları onları yarım uykularından uyandıracak
çeşit çeşit ölüm silahlarının seslerini, aç-susuz kalmadan dinleyebilirler mi?
Otuzuncu, altmışıncı veya doksanıncı günde mi geleceği belli olmayan arsız bir ölümü, artık huzur içinde bekleyebilirler mi?
Otuzuncu, altmışıncı veya doksanıncı günde mi geleceği belli olmayan arsız bir ölümü, artık huzur içinde bekleyebilirler mi?
Balıkçılarbaşından dört ayaklı minare |
“Bizi unutmayın…”
Dönme vakti geldi.
Haber Nöbeti’nin yedinci ekibinde bir avuç insan, vedalaşıyoruz.
Ne kadar sokulduk bu kente, bilmiyorum. Ne kadar dokunabildik onların hayatlarına. Kanayan yaralarının üzerine el basıp, biraz olsun hissedebildik mi yaşadıklarını…
Uçaktayım…
Haber Nöbeti’nin yedinci ekibinde bir avuç insan, vedalaşıyoruz.
Ne kadar sokulduk bu kente, bilmiyorum. Ne kadar dokunabildik onların hayatlarına. Kanayan yaralarının üzerine el basıp, biraz olsun hissedebildik mi yaşadıklarını…
Uçaktayım…
Gözlerimin önünde sarı, yeşil kamyonlar, durmaksızın geçmeye
devam ediyorlar hala. Dağkapı’dan
sağa kıvrılıp gidiyorlar. Kulaklarımda, Özgür
Gün Televizyonu’nun sevimli program sunucusu sevgili Mehmet’in kanıma işleyen sıcak, sevecen sesi;
“Bizi unutmayın,
sesinizi duymak iyi geldi, arada bir arayın.”
Uçağın penceresinden Diyarbakır’ı izliyorum. Bazalt kayalar
üzerinde yükselen surlar; Keçi Burcu’na,
Yedi Kardeşler’e, Hevsel’e doğru bakıyorum. Bir toz
bulutu yükseliyor, Sur’a mezar oluyor sanki Dicle’nin yamaçları.
Başımı bulutlara yaslıyorum, gözlerim aşağılara düşüyor.
İçimde, derinden derine çoğalan, önünü alamadığım bir sızı. Tanıyorum; Sur’un
gözyaşları bunlar. Uzanıp silmek istiyorum bir an, yetişemiyorum…
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/surun-gozyaslari-ii,14154
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/surun-gozyaslari-ii,14154
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com