21 Mart 2016 Pazartesi

Sur’un gözyaşları - II

Surda yas, Dicle Fırat Kültür Merkezi, Foto Sevil Doğan
Yusuf Nazım
T24 | 21.03.2016


Sur! 9000 yıllık Diyarbakır şehrinin kalbi. 2015 yılında UNESCO Dünya Tarihi Listesi’ne alınan dünyanın ikinci büyük surlarınca çevrelenmiş bir şehir.

Bölgede, çatışma ortamında, güç koşullar altında çalışan gazetecilerle dayanışma amacıyla oluşturulan haber nöbeti ekibine İzmir’den katılan tek kişiyim. Üstelik İzmir’in Seferihisar ilçesinden geliyorum. Bu durum bende, ayrı bir duygu yoğunluğu oluşturuyor.

Zira Seferihisar ve Sur iki kardeş şehir. 2015 yılında iki ilçe, belediyeler arası yapılan protokol ile kardeş belediye olarak ilan edilmişti.

Sokağa çıkma yasakları başladığında Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer,


“Operasyon ve çatışmalarda insanlar ölüyor. Dünya mirası tahrip oluyor. Elimizden bir şey gelmiyor. Utanç içindeyiz, içimiz kanıyor, kahroluyoruz.”

Dicle Fırat Kültür Merkezinde kayıplar
demişti. Bu yüzden, Sur’un harap sokaklarında dolaşırken yüreğimde, bir kardeşten diğerine buruk bir selam taşıyorum.
Dicle-Fırat Kültür Merkezi adeta bir yas yeri olmuş durumda. Yakınları Sur’da mahsur kalanların bekleme yerine dönüşmüş. Kültür Merkezi’nin girişinde karşıya, kendilerinden haber alınamayanların resimleri asılmış. 106 gündür içerde olan on iki kişiden onunun resimleri var. İçlerinde 14, 16, 17 yaşlarında çocuklar da var; Lice’den arkadaşını ziyarete gelip, yasaktan sonra çıkamayan Coğrafya öğretmeni de.
Kayıp yakınlarının yüzlerinde donuk bir çaresizlik var. Bakışları hep birbirine benziyor, tümünün yüzü, Sur’un sokakları gibi harap. Kolay değil şu sokakların arkasında 106 gündür bekleyen çocukları var. Belki ölüler, belki bir yerleri kanıyor, ölüyorlar. Dokunmaya korkuyorsun, çünkü yaralılar. Çünkü bir dokunsan, bin ah işitmeye hazırsın.

Nitekim dokunuyoruz;

14 yaşındaki Cihat’in babası Cahit Morgül ve 16 yaşındayken Sur’da öldürülen ve cenazesi bir türlü teslim edilmeyen Rozerin’in babası Mustafa Çukur’la görüşüyoruz.

Buralar bizim toprağımız” diyorlar; “ölürüz de gitmeyiz” diyorlar. “Artık kardeş falan olamayız” diyorlar. HDP vekillerine kızgınlar. Yeteri kadar sahip çıkmadıklarını düşünüyorlar.  Tek istedikleri çocuklarının ölüsü ya da dirisi. Cizre’deki gibi kemiklerini bile bulamamaktan korkuyorlar. Ölüyse, hiç değil el sürecekleri bir mezarları olsun istiyorlar. Ziyaretçiler girip çıkıyor durmadan; her adım atanı bir umut, her el uzatanı bir çare, onları dinleyen herkesi dertlerine bir ilaç gibi görüyorlar.

Hendek ve barikatlar

Surda bir sokak
Haber nöbeti esnasında görüşme yaptığımız Suriçi’nden ya da diğer semtlerden Diyarbakırlılara hendek ve barikatları soruyoruz. Çoğu devleti suçluyor. Seçimlerden önce Sur’da tek bir hendek, barikat olmadığını söylüyorlar. Çözüm masası devrilip başkanlık işi çıktıktan sonra devletin mahallere saldırmak için hazırlık yaptığını, gençlerin de mahallerini savunmak amaçlı barikatlar kurduklarını söylüyorlar.
Bunun bir istisnasını Suriçi’ndeki Balıkçılarbaşı’nda Bayrampaşa Camii karşısındaki yaşlı bir bakkaldan duydum. Gençleri suçluyor. Dükkânın çerçevesine isabet eden tek kurşun yerini göstererek, “aha” diyor, “bu gençlerin silahından çıktı”.
Anlattığına göre kendi sokaklarında tek bir çatışma olmuş. Gencin biri gelmiş direği mevzi alarak kolluk güçlerine ateş açmış. Ateş ederken merminin birisi kendi dükkânına isabet etmiş… Tabii ardından sokağa zırhlı araçlar girmiş. Biraz ilerliyoruz, sokağın bir yanında viran halde birkaç bina. Bakıyorum, anlam veremiyorum önce; iki katlı binaların üst katlarında duvar yıkıkları mevcut. Soruyorum, top atışları diyorlar. Öyle ya, ancak yukarıdan bir darbeyle bu hale gelebilir bu binalar.

Bölgede gazetecilik yapmak
Surdan yasağın kalktığı bir sokak
Surdan yasağın kalktığı bir sokak
Haber nöbetinde olduğumuz günün ikincisinde, DİHA’da bulunuyorum.

Genel olarak bölgede gazetecilik faaliyeti yapanlar, kolluk güçlerinin başlıca hedefi durumunda. Son üç aylık süreçte ajans çalışanlarından Antep, Antalya, Malatya, Silopi ve Sur’da olmak üzere beş kişi tutuklanmış. Alınıp bırakılanlar da var. Bunlardan Mazlum Doğan, Sur’da 80 günden fazla haber akışı sağladıktan sonra, yaralı sivillerden Fatma Ateş’i çıkardıktan sonra tutuklanmış. Tabii, gecikildiği için Fatma Ateş daha sonra ölüyor. Geçenlerde, Azadiye Welad’ın yazı işleri müdürü Rohat Aktaş Cizre’deki bodrumlardan birinde cesedi yanmış olarak çıkarılmıştı. Bir de Beritan var tabii. “Heyecanlı Beritan.” Diyarbakır’ın Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağını protesto etmek için yapılan yürüyüşü takip ederken “heyecanlı tavırları” nedeniyle gözaltına alınan JİNHA muhabiri Beritan Canözer.

Görevlerini yapma heyecanında, çoğu genç, pırıl pırıl insanlar… Gazetecilik mesleği her yerde aynı, gazeteciler de öyle. Sadece burada, habere konu olan şeyler daha sert, daha acı yüklü ve ölüm kıvamında.

İki haberci heyecanla içeri giriyorlar. Haber sepetlerinde iki olay var:

Rozerinin babası Mustafa Çukur
Kayapınar’da bir gün önce Hizbullah tarafından dört gencin vurulduğu, ikisinin öldüğü, birinin ağır yaralı olduğu, diğerinin hastaneden kaçtığı haberini getiriyor ajanstan iki genç arkadaş. On bir kurşunla ağır yaralı olanın konuşamadığı, doktora yazarak bilgi verdiğini paylaşıyorlar.

Gaziler’de bir evin basılarak, daha önceden aranan bir gencin infaz edildiği haberi ise diğeri… Detaylarını giriyorlar ajans çalışanları bilgisayarlarından…

Sakarya Caddesi’nde üç gencin başları duvarlara vurularak gözaltına alınmaya çalışması ise başka bir haber olarak düşüyor masaya. Halk tarafından müdahale edildiği bilgisi var beraberinde. Bunun üzerine araya girmeye çalışan halkın üzerine gerçek mermilerle ateş edilmesi ise cabası…

Ajans binasında çalışırken aşağıda mühimmat kamyonları geçiyor kolordu komutanlığına doğru.  Kayda giriliyor ama artık haber değeri taşımakta bile güçlük çekiyor, sıradanlaşıyor bu tür şeyler. 

Taştan, betondan ve çelikten bir kuşatma içinde

Bir gün önce Sur’dan çıkan dolu kamyonları görmüştük. Sokağa çıkma yasağı bulunan ve girişleri “özel kuvvetler” tarafından kum torbaları, çelik bariyerlerle kapatılarak mevziiye dönüştürülen sokaklardan çıkan kamyonlar. Bunların yüklerini boşalttıkları alanı görmek istiyoruz.

Bu arsa, Dicle Üniversitesi yeni Meslek Yüksek Okulu Binası’nı geçince, okul binası ile Tanoğlu Mezarlığı arasında, sağ tarafta bulunuyor.

Kimseyi bırakmadıkları, özel önlemler alındığı söyleniyor ama olsun, deneyeceğiz. Uzaktan bile görsek en azından bir tanıklıktır. Yeni yapılmış Meslek Yüksek Okulunu geçer geçmez, sağda Tanoğlu Mezarlığı’nın Dicle Havzası’na bakan yönünde, büyükçe bir alan. Kamyonlar girip çıkıyor durmadan. Mezarlığın yanından aşağıya inen toprak yola giriyoruz. Yolun, mezarlığın bitim noktasında itibaren hafriyat alanı başlıyor. Önümüzde, tepe gibi bir toprak dolgu alanı yükseliyor; arkasında birbiri peşi sıra kamyonlar, paletli bir araç, kepçe ve diğerleri. Harıl harıl çalışıyorlar. Tam ortalarında, beyaz renkli bir akrep bekliyor. Geri dönüyoruz. Zira başımıza gelecek olanı tahmin etmek güç değil. Akrep içinde zum yapan kameralarla kuşkulu gördükleri araçları çevirdiklerini dinlemiştik. Böyle bir karşılama yaşayıp hiç de nazik olmayan bir tarzda sorgulanmaya muhatap olmak istemiyoruz. Tedirgin bir şekilde mezarlığın başına çıkıyoruz. Uzaktan birkaç noktadan daha kısa gözlemler yapıyoruz. Yüklü kamyonlar, eskortlar eşliğinde geliyorlar. Bazen bir akrep oluyor bu, bazen de bir Toma. Kamyonlar alana mütemadiyen ikişerli, üçerlli gruplar halinde giriyor, yükünü boşaltarak çıkıyorlar. Paletli kepçe durmaksızın çalışıyor, kamyonların boşalttığı yükün üzerini toprakla örterek kapatıyor. Mıcır dökülüyor mu, göremiyoruz.

Tuhaftır, döndüğümde haritadan bakıyorum. Dicle Nehri’nin bir yakasında 5000 yıllık tarihi surlar yükseliyor. Taştan, betondan ve çelikten bir kuşatma içinde kamyonlar, iş makineleri harıl harıl çalışıyorlar. Surların hemen karşısında, nehrin öte yanındaki yamaçlarına, Sur’un içinden çıkartılanlar boşaltılıyor. Surlardan itibaren sadece iki bin beş yüz metre mesafe var.

Sur’un içinden çıkartılanlar, gençlerin kurmuş oldukları hendek ve barikat artıkları, ya da kazara yıkılmış birkaç binanın molozları olabilir. Hadi diyelim öyle, peki bu gizlilik neden? Niye başka illerden iş makineleri, sürücüler getirtiliyor? Neden fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor? Sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı yerlerde bile neden gazetecilerin sokaklara girmesine keyfi olarak engel olunuyor? Fotoğraf makinesi, cep telefonları, kameralardan olan bu korku niye? Normalde olması gereken, gazetecilerin hafriyat alanına götürülerek haber yapmalarına olanak tanınması değil midir?  “Bakın kuşkuya gerek yok, bu dökülenler taş ve beton parçaları, moloz, isteyen görüntü alsın, belgelesin, dileyen dilediği gibi araştırıp haber yapsın” şeklinde bir özgüveni neden gösteremesinler?

Durup düşünüyorum; nasıl bir hale geldi bu ülke, ne zaman başladı bu yarılma, nasıl böylesine uzaklaştık birbirimizden? Diyarbakır’ın gözü önünde, adeta Sur’un içi, dışına boşaltılıyor. Yirmi yedi kavmin ayak izinin olduğu bir tarih, taşıyla, toprağıyla, insanı ve ruhuyla görülmemiş bir yıkıma uğruyor.  Diyarbakırlı seyrediyor, Surlu seyrediyor, biz seyrediyoruz…

Bask Bölgesi’nin Guernica’sı

Guernica, Picasso’nun dünyaca ünlü bir tablosudur. Adını, 26 Nisan 1937’de Alman ve İtalyan Hava Kuvvetlerinin İspanya’nın Bask Bölgesi’nde bombaladığı Guernica Kasabası’dan alır. Dünya katliamlar tarihine mal olmuş bu bombalama sonucu 300 ila 400 arası kişi ölür. Almanya bu olaydan dolayı 1997 yılında Alman milleti ve devleti adına Basklılardan özür diler…

Genelkurmay’ın rakamlarına bakıyorum. Şırnak, Yüksekova ve Nusaybin’deki sokağa çıkma yasaklarından önceki son dört aylık sürede; Cizre’de 666, Sur’da 286, Silopi’de 145, İdil’de 125, Nusaybin’de 50, Dargeçit’te 33, Silvan’da 15 ve Derik’te 7 Kürt’ün öldürüldüğü yazılıyor.

Eğer doğruysa bu rakamlar; başka topraklarda ölüm böylesine pahalı, Kürtlerin topraklarında bu kadar ucuz mu diye düşünmeden edemiyorum…

*   *   *

Nusaybin, Silopi, Cizre, Dargeçit, İdil, Silvan, Derik, Sur… Devamı da var; Şırnak, Yüksekova ve yeniden Nusaybin… Ve belki daha niceleri!

Bu ülkenin kanayan yaraları bunlar; Haber Nöbeti için bulunduğum Özgür Gün TV’nin ofisinde, birbirinden sert haberler düşüyor ekranlara. Ölü rakamlarını saymakla meşgul haber ajansları. Bağlar’daki çatışmadan sonra Koşuyolu Parkı’nın ortasına mevziler kurduğu haberini alıyoruz; parkın yarısını kapatmış kolluk kuvvetleri. Dışarda, sabırsızca baharı karşılamaya hazırlanıyor ağaçlar. Yandaki televizyon ekranından eski bir video haber geçiyor;

“Yüksekova’da sokağa çıkma yasağı ilan edilmeden önce halk, ihtiyaç malzemelerini temin ederek evlerine çekildi!”

“Peki ya sonra?” diye düşünüyorum, içimden, “peki ya sonra?”

Halkın, toplu ihtiyaçlarını karşılayarak kentin bir ölüm sessizliğine bürünmesinden sonra ne yapacak bu insanlar?

“Bütün ihtiyaçlarımız tamam, nasılsa sokağa çıkmak da yasak; evimizin ücra bir köşesine de çekildik, artık bizi rahatça bombalamaya başlayabilirsiniz” diyebilirler mi mesela?

Hani, gece yarıları onları yarım uykularından uyandıracak çeşit çeşit ölüm silahlarının seslerini, aç-susuz kalmadan dinleyebilirler mi?

Otuzuncu, altmışıncı veya doksanıncı günde mi geleceği belli olmayan arsız bir ölümü, artık huzur içinde bekleyebilirler mi?

Balıkçılarbaşından dört ayaklı minare
“Bizi unutmayın…”

Dönme vakti geldi.
Haber Nöbeti’nin yedinci ekibinde bir avuç insan, vedalaşıyoruz.
Ne kadar sokulduk bu kente, bilmiyorum. Ne kadar dokunabildik onların hayatlarına. Kanayan yaralarının üzerine el basıp, biraz olsun hissedebildik mi yaşadıklarını…

Uçaktayım…

Gözlerimin önünde sarı, yeşil kamyonlar, durmaksızın geçmeye devam ediyorlar hala. Dağkapı’dan sağa kıvrılıp gidiyorlar. Kulaklarımda, Özgür Gün Televizyonu’nun sevimli program sunucusu sevgili Mehmet’in kanıma işleyen sıcak, sevecen sesi;

“Bizi unutmayın, sesinizi duymak iyi geldi, arada bir arayın.”

Uçağın penceresinden Diyarbakır’ı izliyorum. Bazalt kayalar üzerinde yükselen surlar; Keçi Burcu’na, Yedi Kardeşler’e, Hevsel’e doğru bakıyorum. Bir toz bulutu yükseliyor, Sur’a mezar oluyor sanki Dicle’nin yamaçları.


Başımı bulutlara yaslıyorum, gözlerim aşağılara düşüyor. İçimde, derinden derine çoğalan, önünü alamadığım bir sızı. Tanıyorum; Sur’un gözyaşları bunlar. Uzanıp silmek istiyorum bir an, yetişemiyorum…

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/surun-gozyaslari-ii,14154

Sur’un gözyaşları - I

Yusuf Nazım
T24 | 20.03.2016

Ankara’daki insanın bir damla kanı akmasaydı da ben parça parça olaydım keşke… Ağlamayı unuttuk, bize bir şeyler oldu, ağlayamıyoruz artık. Örneğin Sur’a girmeye dayanamıyorum. Kamyonlar gelip geçiyor yanımızdan; içi taş dolu, toprak dolu, hafriyat dolu; sandalye-koltuk kırıkları sarkıyor üzerinden, kanlı bezler, kemikler, ceset parçaları…”

Diyarbakır’a gitmeden önce telefonda konuştuğum emekli öğretmen böyle konuşuyordu. Ankara patlamasından bahsediyordu telefonda. Sur’u anlatırken, kendi acılarını bir an için unutmuş, Ankara’da ölenlere yanıyordu canı:

“Keşke onların bir damla kanı akmasaydı da ben parça parça olaydım!”

Okurlarımdan Diyarbakırlı emekli öğretmen geleceğimi öğrenince nasıl da heyecanlanmış. Telefonda sesi titriyor. Yöre insanı işte, biliyorum. Yeter ki bir dost sesi işitsinler, yeter ki bir el uzansın onlara, kus kurban olmaya hazırlar; öylesine hasretler ki dostluğa, öylesine alçak gönüllü, öylesine paylaşmaya açık…

Haber Nöbeti için Diyarbakır’dayız

Kürt illerindeki zor koşullar altında çalışan gazetecilerle dayanışmak amacıyla Fırat’ın Batısından bir Haber Nöbeti Koordinasyonu oluşturulmuş. Her hafta 8-10 kişilik gazeteci grubu bölgeye giderek oradaki meslektaşlarının çalışma koşullarını gözlemliyor. Onlarla birlikte habere çıkıyor, gerçeklerini izini sürmeye çalışıyorlar…

Haber Nöbeti Koordinasyonu’ndan rica edip bu gruplardan yedincisine dâhil oluyorum.

Havalimanında, yer hizmetlerinde taşeron bir firmada çalışan genç bir çocukla konuşuyorum. Sendikasız, zor koşullar altında bir yaşam. Sosyal haklar dersen, ne gezer! Vardiya usulü çalışıyorlar. Adeta soluk aldırmıyor işveren. Böyle diyor. Askerliğini 8 ay önce Hakkari Dağ Komando Tugayı'nda yapmış. Kürt illerindeki durumu soruyorum ona. Anlatıyor; askerde nöbet beklerken karşılıklı birbirimizi görürdük, gelip geçerlerdi, ilişmezdik birbirimize. Üstelik biz acemiyiz, ateş etsek bizi indirirler! Emir almadan ateş edemeyiz, diyor.

Şimdi, diye soruyorum; PKK’ya çok öfkeli, çağırsalar bir daha giderim diyor askere. Ardından nefret içeren sözler… Elindeki telsiz birden şarlıyor. Delikanlı fırlayıveriyor yerinden,

“Abi” diyor, “bana müsaade, iki soluklanayım dedim, amirim şimdi basacak fırçayı.”

Hızla ayrılıyor yanımdan…
Uçak havalanıyor. Yanıma oturan yolcuyla konuşmayı deniyorum. Diyarbakır Kayapınar’dan bir emlakçı. Tereddüt ediyor konuşmaya. Birkaç şey söylüyorum. Bir sıcaklık yakalamış olmalı sözcüklerimde, şöyle bir dönüp bakıyor gözlerime; sanki sarılır gibi oluyor bakışları, gözlerinin içi parlıyor birden. Tanıdık bir parıldama bu; içten, sevecen, güven duyan…
“Biz ne yaptık bu devlete?” diyor. “Bizi düşman belledi! Hani çözüm olacaktı! Kaç yıl oyaladı, kandırdı bu milleti. Şimdi nasıl birden bire düşman olduk yani? Bizim Türklerle ne alıp vereceğimiz olur, asker de bizim evladımız, polis de. Hiç ölsün ister miyiz; onların da aileleri var; anneleri, babaları, çocukları var. Diğerlerinin de öyle…”
“Hendek, barikat” diye soruyorum; “gençlerin hendek, barikat kurması yüzünden mi bu olanlar?”

“Yok” diyor; “hendek işin bahanesi benim abim, çözüm masasını devirdikten sonra belli oldu zaten niyetleri. Bunu fark eden gençler savunma amaçlı hendek ve barikatlar kurmaya başladılar.”

Peki ya Sur?” diye devam ediyorum sorularıma.

“Sorma” diyor, “Sur dediğin Diyarbakır’ın kalbidir, Sur’u yıkarsan Amed’i de yıkmış olursun. Diyarbakır’ın tüm toptancıları Sur’dadır. Üç aydır bu yüzden tüm şehirde  işler durmuştur…”

Yanımızdaki üçüncü koltukta oturan kadın özür dileyerek girmek istiyor konuşmamıza. İstemeyerek dinlemiş bizi. Adı Gonca, İzmirli, Bornava’dan, eşi ise Mardinli. O da, olup bitenin batıda çok yanlış aksettirildiğinden yakınıyor. Medya gerçeği vermiyor, diyor. Alıp gösteriyorum yanlış haberleri, sonra bana PKK’yi mi savunuyorsun diyorlar. Adım PKK’liye çıkıyor.

“…kanlı bezler, kemikler, ceset parçaları…”

Diyarbakır’a indiğimizde “mamoste” karşılıyor bizi. Altmış sekiz yaşında bir “mamoste”, yani Kürtçe’de “hoca” diyorlar ona. Hani şu telefonda Sur’u anlatan okurum.

“Altmış yıldır Amed’in toprağıyla kaynaştım ben” diyor…

Aklıma telefonda  söyledikleri geliyor yeniden;

“…kanlı bezler, kemikler, ceset parçaları…”

Söyledikleri ne kadar duygusal, ne kadar gerçekçi emin olamıyorum. Daha önce Cizre’de yaşanılanları düşününce, doğru olması ihtimal dâhilinde bir şey tabii.         
*   *   *
Haber Takibi ekibiyle ilk gün öğleden sonra Gazi Caddesi’ne gidiyoruz. Dağ Kapı Meydanı’nda soğuk yüzleriyle ilk mevziler karşılıyor bizi. Meydanın başına, Gazi Caddesi girişinin iki yanında kum torbaları ve çelik bariyerlerle oluşturulmuş korunaklar bunlar. İçinde mevzilenmiş silahlı, maskeli kolluk güçleri.

Gazi, Sur ilçesini Dağ Kapı’dan Mardin Kapı’ya doğru ikiye ayıran ana caddenin adı. Caddeye giriyoruz. Esnaflar çoğunlukla işyerlerini açmışlar. Soruyorum, üç aydır yasak yüzünden kapalılar. Bir hafta olmuş ki, henüz yeni açılıyor dükkanlar. Esnaf siftah yapma telaşında. Kaybolan, yıkılan, harap olan umutlarını yeniden kazanır mıyız telaşı bu aynı zamanda. Caddede gezenler daha çok merak için gelenlerden oluşuyor. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, meraklı, tedirgin gözlerle süzüyorlar etrafı.


Kamyonlar, kamyonlar, kamyonlar…

Sur'da gördük ki ilçenin yasaklı mahallelerinden gün boyu kamyonlar içerisinde moloz, curuf, eşya artıkları vb taşınıyor. Kamyonlar ağzına kadar taş, toprak, eşya ve bez parçalarıyla dolu. Çoğu 23 plakalı (Elazığ), Antep ve Kayseri plakalı. Bu kamyonların taşıdığı yükü tanımlamakta zorluk çekiyorum. Moloz ve cüruf desem olmuyor; çünkü içinde parçalanmış ev eşyaları, koltuk kırıkları, bez parçaları var. Bunlar gözle görülenler tabii. Rivayet odur ki ceset parçaları da var içlerinde.
Nihayet bunu, taşıdıkları molozların (ya da ne demeliyse) içinden, boşalttıkları yerde ceset parçaları da çıktığını ağzından kaçıran ama konuşmaktan çekinen bir kamyon sürücüsünün tanıklığına dayandıranlar var. Kamyonlar başka illere ait, sürücüleri de yabancı. Özellikle, yöre halkından, yani Kürt olmayan sürücülerin kullanıldığı konuşuluyor.

Gazi Caddesi’nin Doğu yakasındaki altı mahallede 104 gündür sokağa çıkma yasağı sürüyor. Bu caddeden doğu yönündeki bu mahallere açılan 20 sokağın da girişlerine “devlet birlikleri” kum torbalarından oluşan barikatlar kurmuş. “Devlet birlikleri” diyorum, çünkü bu siperleri askeri birlikler mi, JÖH mü, PÖH mü, özel kuvvetler mi açıyor, kestiremiyoruz. Barikatlara kimseyi yaklaştırmıyorlar. 

Yanımızdaki arkadaş caddenin hemen girişinde bir fotoğraf çekmek istiyor. O esnada önümüzden geçen akrepten hemen sert bir anonsla uyarılıyoruz. Fotoğraf çekilmemesi üzerine bir anons bu! Ardından bir dakika bile geçmeden tam teçhizatlı, çelik yelekli, iri kıyım biri koşar adım yanımıza geliyor. Anında haber verilmiş olmalı. Doğrudan elinde fotoğraf makinesi olana yöneliyor. Konuşmaları tehditkâr; polislerin resimlerini çektiğini söyleyerek, fotoğraf makinesine bakıyor. Sadece basit bir cadde resmi oysaki. Yine de sildiriyor. Aynı şeyi, caddeden çıkarken de yaşıyoruz. Bize rehberlik eden emekli öğretmenin selam verdiği kameralı şahıs, yanımızdan ayırılır ayrılmaz, arkasından, siperden çıkarak koşup gelen silahlı kolluk tarafından geri çağrılıyor. Oysaki adamın geri dönüp, rehberimizin selamını alarak, hal hatır sorması ancak bir dakika sürüyor. Kamerayı soruyor, “kimi çektin” diyor. Aralarından biraz konuşma geçiyor. Alıp siperin içine götürüyorlar. Mamoste, “selam vererek adamı durdurdum, buna ben sebep oldum” diye üzgün. On beş dakika kadar bekliyoruz. Sonra bırakılıyor delikanlı. Diyarbakır’ın olağan sokak manzaraları bunlar.

Taştan, betondan ve çelikten oluşan bir kuşatma

Sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı Gazi Caddesi’ndeki bazı mevzilerin içinde sobalar bile görmek mümkün. Şaşırıyorum. Nereden bulunmuş, nasıl planlanmış, anlamak güç. Şaşkınlığımı yanımdaki Diyarbakırlı gideriyor. “İçerde yıktıkları evlerden almışlardır”, diyor.

Tahir Elçi’nin öldürüldüğü Dört Ayaklı Minare’ ye açılan sokağın girişini ayrıca çok büyük beyaz bir brandayla kapatmış durumdalar. Tuhaftır, daha önceden mahalle gençleri tarafından keskin nişancılara hedef olmamak amacıyla gerilen brandaların yerini, bu sefer devletin germiş olduğu brandalar almış. Adeta, içerde olanı, biteni kimsenin görmesini istemedikleri bir şeyler olduğunu hissettiriyor insana. Cadde boyunca, doğu yönündeki mahallere açılan bütün sokak başlarında kolluk mevzileri var, kuş uçurtmuyorlar. Gazi Caddesi’ni daire biçimindeki Sur’un çapı olarak düşünürsek, bu çapın doğu tarafını yarım daire biçiminde kuşatan surlar var. Bu surların duvarlarında, insanların diğer tarafa geçmek için açmış oldukları kimi geçitler bulunmakta. Buralardaki geçitler de şimdi beton bloklar tarafından kapatılmış durumda. Kısacası Sur, taştan, betondan ve çelikten bir zırhla kuşatma altında. İçerde nelerin olup bittiğini anlamak mümkün değil. Bildiğimiz bir şey varsa, ardı ardına boş girip dolu çıkan kamyonlar. Bunlar dışında haber alamıyoruz Sur’un yasaklı mahallelerinden.

Dolu kamyonların yüklerini boşalttıkları yerin Dicle Üniversitesi Hastanesi'ne ait bir arsa olduğunu öğreniyoruz. İlginç olanı, buranın önce düz bir alan olduğu ve Sur’da operasyonlar başladıktan hemen sonra, hafriyat yapılarak hazırlanmış olması. Belediye önce ceza kesiyor bu kamyonlara. Sonra, alelacele üniversite, valiliğe yazı yazarak kendi arsasındaki çukurluğunun doldurulmasını talep ediyor. Bu talep yazısını göstermek suretiyle kamyonlar, dolayısıyla valilik ceza ödemekten kurtuluyor. Mevcut cezalarsa iptal ediliyor.

Dolu kamyonların birbiri ardına yüklerini boşalttığı alanı, sürekli gidip gelen kolluk güçleri kontrol ediyor. Buraya dökülenlerin üzerinin toprak ve mıcırla kapatıldığı (belki sonradan beton bile dökülebilir) anlatılıyor. Bir sonraki gün burayı görmeyi planlıyoruz.

İçinde taş, toprak, moloz yığınlarıyla birlikte, parçalanmış ev eşyaları, giysiler; kumaş, tahta, ceset parçaları olan kamyonlar… Düşünüyorum da, böyle bir şeyi ilk defa görüyor, duyuyor, tanık oluyorum. İleride tarih nasıl adlandıracak bunu, nasıl yazacak,  şimdiden kestirmek zor. “Bir kentin artıkları” diyecekler belki adına, ya da “katliam artıkları…”

Gazi Caddesi’nin ortasında, Balıkçılar Başı’nda anlamlandırmaya çalışıyorum bütün bunları. Sarı bir kamyon daha geçiyor önümden; üzeri taş, toprak, cüruf yüklü; battaniye ve bez parçaları sarkıyor bir yanından… Dört Ayaklı Minare’nin bulunduğu sokağa doğru kayıyor gözlerim; önünde kum torbalarından yapılmış bir siper, büyük bir brandayla kapatılmış girişi; biliyorum, arkalarda korkuyla bekliyor Surp Giragos Ermeni Kilisesi, önümde ağlamayı unutmuş bir şehir; tanıyorum, Sur’un gözyaşları bunlar…



5 Mart 2016 Cumartesi

Beş kilo kemik, bu senin baban

Yusuf Nazım
T24 | 5 Şubat 2016


Cizre!

İsmi, bugünlerde dillerde hep acıya çalan şehir.

Bugünler kara günler.

Kapkara günler.

Cizre’de bir süredir, adına demokrasi denilen komediye bir kulp bulup rafa kaldırmışlardı.

Güya, demokrasi şimdi raftan indi.

Cizre’de 79 günün sonunda sokağa çıkma yasağı sona erdi!

Hangi çağın vebasıdır adı konulmamış bu zalimlik

Artık sonu kestirilemeyen kanlı, karanlık bir dönemin girdabındayız.

Nasıl türemiştir, hangi çağın vebasıdır adı konulmamış bu zalimlik, bundan böyle önemi yok.

Seni bir gecede aldıkları bir kararla evinden, barkından, yurdundan uzaklaştırıyorlar.

Terk-i diyar eyliyorsun.

Emeğinle, alın terinle, göz nurunla kurduğun bir hayattan bir anda, alıp başını gitmek zorunda kalıyorsun.

Komşu ilçelerin, köylerin, tanımadığın insanların evlerine sığınıyorsun.

Şehrinin tepelerine tanklar, sokaklarına zırhlı araçlar, kapına maskeli adamlar diziyorlar.

Ne bir arama kararı, ne savcılık izni, ne de içeri girmek için müsaadeye gerek duyuyorlar.

Hakkın, adaletin, vicdanın bir hükmü yok artık!

Burası göze ırak, gönle ırak, Tanrının bile görmediği bir cihan.

Burası başka bir coğrafya, başka bir dünyanın insanları bunlar.

Balyozlarla kırıyorlar kapılarını.

Gerisi bir muamma…

Burada insanın, onun teninin, nefesinin, acılarının, sevinçlerinin ve kederlerinin zerre kadar önemi yok!

Burada, göstermelik bile olsa işlemiyor adalet, hukuk, siyaset...

Gittik baktık, beş kilo kemikti

Cizre’de yasak kalktı.

Güya kalktı ama şehre giriş hala yasak.

Ancak 79. gününde insanlara, geride bıraktıklarını görmelerine sınırlı bir şekilde izin veriyorlar.

Sadece yarım gün; geceleri Cizre hala yasak şehir.

Cizre’yi görüntülerden izliyorum.

Uzun araç konvoyları bekliyor yollarda.

Şehre araç girişine hala izin yok!

Kimlik kontrolüyle, yürüyerek giriyorlar Cizreliler şehirlerine.

Yüzlerinde, onları bekleyen tarifi imkânsız bir acının ızdırabı.

Gelenler bildik bir mekâna yöneliyorlar; adını artık bir vahşetten almış o bodrum katlarına…

Sanki bir cehennem çukuruna iniyorlar; her taraf kara, delik deşik, harabe; her yan demir, beton, barut…

Yüzler…

Nasıl anlatmalı o yüzleri, bilmem?

O yüzlerde asılı, ölüm gibi duran sessizliği, nasıl not düşmeli yarınlara?

Hangi sözcüklerle anlatmalı yağ olmuş, yanmış ceset parçalarının, yüzlerdeki donuk yüzlü çaresizliğini?

*  *  *

Kalabalığın içinde yağız bir delikanlı duruyor.

Yıkıntıların arasında konuşmaya çalışıyor.

Kelimeler boğazında düğüm düğüm.

 “Babam” diyor, “babam

Yüzü, Cizre’nin yıkık duvarlı gibi harap.

Başlıyor anlatmaya:

Haber verdiler, 60 kişi yanmış halde. Biz önce inanmadık. Sonra DNA örneği verdik.”

Bir kadının zalime, feveran eden sesi giriyor araya, devam ediyor delikanlı:

"Gittik baktık, beş kilo kemikti" diyor.

Yutkunuyor...

"Dediler, bu senin baban…"

….

Ağıtım oluyor benim Cizre

Biraz ileride, yıkıntılar arasında iki kadın.

Evlerini görmek için gelmişler.

Oysaki yerinde yeller esiyor evlerinin.

Ateşe, dumana, ölüme bulanmış yeller.

Geride, yalnızca bir moloz yığını kalmış evlerinden.

Ne hayatlarını sürdürmek için iki göz oda, ne kullanabilecekleri kap kacak, ne de çocuklarına ait birkaç oyuncak.

Hiçbir şey kalmamış geride; sadece sönen ocaklar, bir daha geri gelmeyecek hayatlar, solup gitmiş beklentiler.

Hayatları moloz yığınları arasında sıkışıp kalmış, moloz yığınları gibi artık un ufak.

Şimdi, paramparça olmuş Cizrelilerin umutları.

Oysa, “hasar tespiti” diyor muktedir, yukarıdan…

Kibirle sürüyor kelimeleri dişleri arasından:

Tespit edeceğiz, yıkacağız, yapacağız” diyor; “az hasarlı” diyor, “çok hasarlı” diyor… “Kentsel dönüşüm” diyor, “para” diyor, “proje” diyor…

Oysaki ömürler öylesine heder, öylesine çok hasarlı, öylesine ölü ele geçirilmiş…

Artık ne adaletin adı kalmış, ne eşitlikten bir haber, ne barıştan eser var.


Sözler, derme çatma dolanıyor ağızlarda.

Kelimeler ise birer enkaz.

Güçlükle telaffuz ediliyorlar.

Cizre, yüzü griye boyanmış bir şehir ajansların haritalarda.

Her sokağın girişinde derin bir keder, her adımda bir dram, her şeyde bulaşıcı bir hüzün.

Her tarafta ölüm gibi ağır bir sessizlik.

Yıkıntılar arasında patlamamış bombalar, ceset parçaları, yanık et kokusu.

Moloz yığını arasında çaresizliğin, kırılmışlığın, öfkenin abidesi gibi duruyor iki kadın.

Yıkılmış duvar yığınları arasında, şoktalar.

Dirseğini, parçalanmış bir çamaşır makinesinin üzerine dayıyor.

Yüzü dağlara dönük, elini kulağına veriyor kadın.

Başlıyor söylemeye…

Anlamıyorum!

Ne de olsa, bilinmeyen bir dilden yakıyor türküsünü.

Keskin bir bıçak gibi yarıyor sessizliği, ciğerlerime saplanıyor sesi.

Öylesine yanık, öylesine acı dolu, öylesine kendiliğinden.

Göğsümde, çözülmesi olanaksız bir düğüm.

Bir şeyler koparak savruluyor sanki yüreğimden.

Ruhumda, son umuttan baki kalan çırpınışlar.


Bir şeyler çekiliyor sanki içimde, sessizce.

Biliyorum, artık bütün düşler kanamalı.

Ağıtım oluyor benim Cizre.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/bes-kilo-kemik-bu-senin-baban,14035