25 Aralık 2016 Pazar

Bu fotoğrafa bakınca ne görüyorsunuz?

Yusuf Nazım
T24 | 25.12.2016


Bir fotoğraf.

Bildik bir fotoğraf.

Bu fotoğrafa iyi bakın, ne görüyorsunuz?

Bir elinde, az önce kurbanına ölüm kusmuş bir silah, diğerinde Allah’ın tekliğine işaret etmek üzere havaya kalkmış bir parmak!

İşte bu fotoğrafa iyi bakın!

Yok etmenin, can almanın, ölümün histerik çığlıklarıyla, kendinden geçercesine her şeye meydan okuyan bir adanmışın, öfkeyle bilenmiş, gergin yüz ifadesi.

Bakışlarında, mutlak bir şekilde ölmeye, öldürmeye koşullanmış bir canlının halet-i ruhiyesi okunuyor.

Yerde, ayakları dibinde başka biri, sere serpe uzanmış, öylece yatıyor.

Onu, bu yaşamdan koparmak üzere bedenine saplanmış ateş hala sıcak.

İrkilerek yere düşmüş o kocaman gövde şimdi hareketsiz.

Belki son nefeslerini solumada.

Damarlarındaki kan ağır ağır boşalıyor, ciğerlerindeki hava tükeniyor, canı yavaşça çekiliyor.

Davetliler huzurunda, dostluk ve ikili ilişkiler üzerine sözler kuran; tarihe, sanata dair konuşma yapan o ses, sonsuza dek susmuş gibi.

Az önce onu, ebediyen bu yaşamdan alıp götürecek patlamadan habersiz konuşurken, çevresini ışıl ışıl aydınlatan gözlük, hemen ötede, savrulduğu köşede boş boş bakıyor.

*  *  *

Aslında, önümdeki bildik fotoğrafı boşuna süzüyor gözlerim.

Çünkü bu fotoğrafa bakınca bunların hiçbirini görmüyorum ben!


Peki, bu fotoğrafa bakınca ne görüyorum.


Bu fotoğrafa bakınca, kökü derinlerde bir stratejinin izlerini görüyorum ben!

Sıfır sorun hayaliyle yola çıkmış bir siyasetin cümle dostlukları sıfırladığını görüyorum.

Namazını, komşunun camisinde kılmak uğruna, cehenneme dönüşmüş topraklar görüyorum bu fotoğrafta.

Cihatçılara, silah yetiştirmek için yarışa girmiş bir “Hür Dünya”, çağdaş devletler eliyle ihraç edilen özgürlük, Afrika’ya özenle götürülen demokrasi, TIR’larla taşınan mühimmatları görüyorum mesela; genç yaşta yıkılan hayatları, yok yere düşürülen uçakları, menşei malum potasyum nitratları; yalanlarla, dolanlarla aldatılmış bir ülkenin kararmış geleceğini görüyorum.


Bu fotoğrafa bakınca ne görüyorum ben?

Kalabalıklar görüyorum bu fotoğrafa bakınca; resmi üniformaları içinde tekbirler getiren, bozkurt marşları söyleyen.

Mesela bir kışlada, meydanda, sokakta ya da bir okulda...

Parmakları havada, tekbirler eşliğinde, devletin özel harekât birliklerini görüyorum; sınırsız kurşun sıkıyorlar havaya bir kentin ortasında.

Bir okul görüyorum bu fotoğrafa bakınca.

Bağcılar’da, üstelik bir devlet okulu.

Çocuklar Türkçe öğrenmek için oradalar; matematik, fen, coğrafya öğrenmek için.

Koro halinde “Zafer İslam’ın, Allahu ekber” diye tekbir getiren öğrenciler görüyorum okul sıralarında.


Bu fotoğrafa bakınca ne mi görüyorum?


Cemaat okullarında beslenen, alnı secdede büyüyen darbecileri görüyorum bu fotoğrafa bakınca.

Her türlü çılgınlığı yapmaya hazırlar!

Akıldan, bilimden, eğitimden kopmuşlar; sanattan, müzikten, edebiyattan uzaklaşmışlar.

Tek bir sese, tek bir insana, tek bir fikre biat etmişler!

Ölmeye, öldürmeye adanmışlar.

Bir de, tüm bunları besleyen bir siyaset görüyorum; kürsülerde, meydanlarda, statlarda çoğalan…  

Televizyon televizyon koşuyorlar, ajans ajans coşuyorlar.

Bu fotoğrafa bakınca, “öfkeli çocuklar”  görüyorum.

Ellerinde türlü türlü silahlar, ağızlarında tekbir sesleri; sakallı, cüppeli, sarıklı!

Sınırlarımıza dayanmışlar.

Bombalar yağdırıyorlar her gün şehirlerimize, ölüler veriyoruz yok yere, günaşırı.

Öfkeli çocukları” öven kolluk görüyorum sokaklarımızda.

Sempatik sloganları düşüyor ajanslara.

Bazen Esadullah Tim, bazen Ermeni’ye nefret olarak imzalar atıyorlar Kürtlerin harap olmuş sokaklarında.


Bu fotoğrafa bakınca ne mi görüyorum ben?


Ankara’da hilafet üzerine konferans yapmak serbest.

Şeriat bayraklarıyla yürüyor kalabalıklar başkentin göbeğinde.

Sayısı binlere varıyor göstericilerin.

Korumak için önlem almayı ihmal etmiyor kolluk kuvvetleri.

Üsküdar’da, bir belediye aracı görüyorum bu fotoğrafa bakınca; yüksek perdeden bir anons duyuluyor, kalabalıkları hilafete davet ediyor bir ses.


Daha başka şeyler de görüyorum bu fotoğrafa baktıkça.


Derin bir hoşgörü görüyorum mesela.

Yanlış duymadınız; alkollü diyerek mekân basana hoşgörü, şort giydiği için tekme atana tolerans, cihatçı/şeriatçı bayraklarıyla namaz kılana müsamaha görüyorum.

Her gün, sayfa sayfa tecavüz ve istismar haberleri duyuluyor.

En muteber kurum eliyle çocuk istismarına af girişimi, trans kadınlara linç, klasik müzik konserine palalı tehdit görüyorum.

Bir ülke görüyorum bu fotoğrafa bakınca.

Darbelerle beslenmiş, zorunlu din dersleriyle eğitilmiş, imam hatiplerle zenginleşmiş; aydınlarını yakan; cemaatçisine, tarikatçısına, hilafetçisine hoşgörüyle bakan; yazarını, bilim insanını, gazetecisini cezaevine tıkan.
Hayalleri çalınmış, onuru kırılmış, ruhu incinmiş bir ülke görüyorum.


Bu fotoğrafa bakınca başka ne mi görüyorum?


Ortadoğu halklarına âşık, “uluslararası hukuka saygılı, insan haklarında kusur etmeyen” ülkeler görüyorum; Asya’da, Avrupa’da, Amerika’da.

Ülkeler görüyorum; kimi beton duvarlarla örmüş hudutlarını, kimi dikenli teller çekmiş, kimi kuyular kazmış sınır boylarına.

Niye ki, ateşten, ölümden, vahşetten kaçmasınlar diye.

Niye ki, Ortadoğu’nun yenilmiş “vebalıları”; Arapları, Kürtleri, Türkmenleri; Çerkesleri, Ezidileri ve Süryanileri demokrasilerine bir virüs gibi bulaşmasınlar diye!

İnsan hayatlarını, üstelik milyonlarcasını, Dolarlara, Eurolara tahvil eden anlı şanlı devletler görüyorum; demokrasiye beşiklik yapmış, insan haklarına eşiklik; ikiyüzlü, arlanmaz, şarlatan bir medeniyet görüyorum bu fotoğrafa bakınca.


Bu fotoğrafa bakınca başka ne mi görüyorum?


Bu fotoğrafa bakınca paramparça olmuş hayatlar, sönmüş ocaklar, yıkılmış umutlar görüyorum; dağların ıssız doruklarında, uzak denizlerde, göç yollarında telef olmuş halklar görüyorum; yakılmış köyler, harap olmuş şehirler, viran ülkeler...

Başını örtmeyene tecavüzü mubah gören akıl, itaat etmeyen kadına dayak atmayı öven zihniyet, eğitimli insana kötü gözle bakan zevat; profesör ünvanlı zatlar eliyle büyüyen bir cehalet görüyorum!

Bu fotoğrafa bakınca, Alevinin kanını içmeye, kendinden olmayanı düşman belleyip kafasını kesmeye, insanları sapkın diye damgalayıp linç etmeye hazır, bir tuhaf eşref-i mahlûkat görüyorum.


En çok da, ne mi görüyorum bu fotoğrafa bakınca?


Artık bize ait olmayan, bizim gibi olmayan, bizim olmayan, “yeni bir Türkiye” görüyorum bu fotoğrafa bakınca.

Peki, bu yazıyı okuyan; bu yazıyı okuyup da, bu fotoğrafa yeniden, yeniden bakan siz!


Sahi, bu fotoğrafa bakınca ne görüyorsunuz siz?

30 Kasım 2016 Çarşamba

Baba, bana odanın resmini çizer misin?

Yusuf Nazım
T24 | 30.11.2016


Anne!

O gece beni niye uyandırdın?

Uykuluydum, bunu hiç yapmazdın sen.

Üstelik çişim de gelmemişti.

Beni niye uyandırdın anne?

“Kalkın hazırlanın, babanız gidecek, yolcu edelim”
demiştin.

Babam nereye gidecekti anne?

Hatırlıyorum, daha önce anlatmıştın, babanız bir yolculuğa çıkabilir çocuklar, hazırlıklı olun demiştin.

İnanmıştık, hazırdık, bekliyorduk.

Kapının zili çalıyordu.

Ama sen böyle bir gece vakti, ansızın dememiştin anne?

Babam da uyanmıştı şimdi, ablam da.

Kapının zili durmadan niye çalıyordu anne?

İlk defa olarak, zil çaldığında kapıyı açmıyordunuz.

Babamın şefkatli avuçları her zaman ki gibi sıcacıktı,  yanaklarımdaydı, “korkma kızım” diyordu, elimde değildi, korkuyordum anne.

Kapının zili hala çalıyordu.

“Açın!”
diyordu kalın bir ses; “savcılık” diyordu, “tebligat” diyordu, yine başka şeyler söylüyordu, ben küçüktüm, anlamıyordum.

Çok korkmuştum, “açın kapıyı!” diyordu kapıdaki ses, ağlıyordum.

Göz ucuyla görmüştüm.

Bir yandan babamın çantasını hazırlıyordun, niye anne?

Mavi gömleğini de koymuştun içine, yün çoraplarını, atkısını, kazaklarını, acelen var gibiydi.

Babam, gecenin karanlığında nereye gidecekti anne?

Polis amcalardan biri girmişti içeri, babama kâğıtlar uzatmıştı, “avukat” diyordu babam, “bekleyin” diyordu.

Beklemiyorlardı!

Polis amcalar babamı niye götürmek istiyorlardı anne?

“Çocuklar korkmayın, geri döneceğim”
diyordu babam, eğilip parmaklarıyla gözyaşlarımı siliyordu.

Sahi, geri dönecek miydi babam anne?

Kapı aralığından görmüştüm, polis amcalar niçin o kadar kalabalıktı?

Niye silahları vardı anne?

“Baba!”
diye bağırmıştım arkasından, “beni de götür, ne olur!”

“Beni de götür!”

Geri dönmüştü, o sıcak gülüşüyle sarılmıştı bana.

“Olmaz kızım, polis amcalar yalnız beni çağırmışlar,”
demişti.

Polis amcalar, niye yalnızca babamı çağırmıştı anne?

“Baba!”
diye bağırmıştım arkasından.

“Baba gitme!”

“Baba gitme!”

Bana dönmüştü.

Son kez bakmıştı ıslak gözlerime.

Eser’di o.

Benim babamdı!

Umut vardı gözlerinde.

Cesaret vardı.

Barış vardı.

En çok da sevgi vardı gözlerinde anne.

Sevgi vardı…

*   *   *

Baba!

“Gitme!” demiştim sana.

“Gitmem gerekiyor, sonra geri döneceğim kızım” demiştin.

Sen gitmiştin!

Ama dönmemiştin baba!

Sahi, niye geri dönmemiştin baba?

Bak seni nasıl özledim!

Ben senin kokunu özledim baba.

Her akşam eve geldiğinde bana sarılıp öpüşlerini özledim.

Barış derken gözlerine inen o çocukça sevinci özledim.

Ben senin bağlama çalışını özledim baba!

Annem söylemişti geçende, eve gelmeyecekmişsin, öyle mi?

Bir süre başka bir yerde konuk olacakmışsın sen.

Biz, şimdiden seni çok özledik, sen bizi özlemedin mi baba?

“Nasıl bir yer”
diye sordum geçenlerde anneme, bakışlarını kaçırdı benden.

Bir de arkasını döndü.

“Güzel bir yer”
dedi “merak etme kızım, güzel bir yer.”

Orası güzel bir yer mi baba?

Kaç odalı, duvarları ne renk boyalı, balkonunda çiçekler var mı?

Ya koltuklar, ya üzerinde sere serpe uzanmaya bayıldığın renkli halı, ya çalışma masan?

Bizim evdeki kadar büyük mü baba?

Üstünde, senin o çok sevdiğin çerçeveli resmimize yer var mı?

Ya bilgisayarın, kalemliğin, kitapların?

Orada da kitapların çok mu baba?

Annem, güzel bir yer deyince, umutlandım.

“O halde biz de gidelim babamın kaldığı yere anne”
dedim.

“Hayır kızım”
dedi, “henüz erken, baban bir süre yalnız kalacak orada.”

Sen orada yalnız mı kalacaksın baba?

Oysaki sen arkadaşsız yapamazsın, sevenlerin çoktur, biliyorum.

Orada yapayalnız nasıl kalacaksın baba?

Gece yatarken seni merak ediyorum, hep aklıma geliyorsun.

Neredesin acaba, nasıl bir yerdesin?

Kaldığın yerdeki yemeklerin anneminki gibi güzel mi?

Pencereden bakınca, bahçesinde ağaçlar var mı?

Dalına kuşlar konarlar mı?

Onlara el salladığında ötüyorlar mı?

Konuk olduğun yerde polis amcalar sana iyi bakıyorlar mı?

Sahi, amcalar seni götürürlerken görmüştüm, bağlamanı almamıştın yanına.

Hâlbuki sen bağlama çalmadan yapamazsın baba.

Evimizde, duvarda hala asılı duruyor, özlemişsindir.

Balkonda çiçekleri okşardın akşamları, tıpkı beni okşadığın gibi.

Yeşil yapraklarından, taze sürgünlerinden severdin onları, tıpkı beni sevdiğin gibi.

Baba, orada da çiçekler var mı?

Taze sürgünlerinden ışkınlar verip renk renk açarlar mı?

Annem, bir süre sonra, seni ziyarete gelebileceğimizi söyledi.

Gelirken bağlamanı getireceğim sana; bir de kırmızı kravatını, çerçeveli resmimizi bir de.

Başka bir isteğin var mı?

Peki ya, büyük annemin el örgüsü patiklerini, onu da ister misin?

Sana kalem ve boş bir kâğıt göndereceğim.

Baba, bana odanın resmini çizer misin?

Not: Bu yazı, barışı en az babaları kadar özleyen bütün çocuklar için yazılmıştır.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/baba-bana-odanin-resmini-cizer-misin,16017

18 Kasım 2016 Cuma

Aslında ev de yoktu!

Yusuf Nazım
T24 | 18.11.2016


Dile kolay, tam 246 gün!

Sokağa çıkma yasağı kısmen kaldırılmıştı.

Duyar duymaz çadırdan dışarı fırladı.

Bir anda, etrafta heyecanla toplaşan çadır kalabalığının arasında buldu kendini.

Heyecan içindeydi herkes.

Aylardır uzak kaldıkları şehirlerine bir an önce yetişme, mahallesinden, evinden, eşyasından bir haber alma telaşıydı bu.

Üzerine atladığı pikap, şehrin girişine kilometrelerce kala kolluk kuvvetlerince durduruldu.

Yüreği yerinden fırlayacakmış gibiydi.

Uzaktan, üzerine kümelenen siyahi bulutların altında, hiç olmadığı kadar gri gözüküyordu Şırnak.

Asfalt yolu tüketip şehre vardıklarında, yol birden toprağa dönüşmüştü.

Araçtan inmek zorunda kaldılar.

Üzerinde yürüdükleri inişli çıkışlı toprak yığınının, bir zamanlar Şırnak’ın ana caddesi olduğuna inanmak bile istemediler.

Heyecanlı kalabalık bir anda dağılmış, herkes kendi mahallesinin yolunu tutmuştu bile.

İlk saptığı yoldan bir süre sonra geri döndü, önü kapalıydı!

 Sonra, iş makineleriyle açılmış başka bir toprak yola girdi. Biraz ilerledi,
sağa sola hamle yaptı, çevresini tanımaya çalıştı. Kafası karışmıştı. Bastığı toprak altında dalgalandı, başı döner gibi oldu. Yönünü çıkaramadı, tekrar gerisin geri yürümeye başladı. 


Birçok denemeden sonra uzakta, taş ve toprak griliğinin ortasındaki camii siluetine takıldı gözü.

Delik deşik olmuş duvarları, parçalanmış kubbeleri, yara bere içindeki duvarlarıyla Agit Uğur Camii, bunca griliğin ortasında, büyük bir depremden ayakta kalmayı başarmış yegâne bir anıt duruyordu! Çifte şerefeli minaresi nasıl olmuşsa sapasağlamdı.

Caminin siluetini takip etmek işini kolaylaştıracaktı. İyi bir fikirdi bu. Düşündüğü gibi de yaptı. Kısa sürede istediği yere varmıştı bile.

O güne dek hayatında, görmüş ve belki de görecek olduğu en büyük şaşkınlığın onu beklediğindense habersizdi.

Tanınmaz halde, bir moloz yığınından ibaret mahallesini inanmaz gözlerle süzdü.
“Sokağı bulmalıyım!” diye diye geçirdi içinden. Sağa sola çaresizce koştu, moloz yığınlarından oluşan irili ufaklı birçok tepeciği, onların arasındaki çukurları aştı.

Nihayet, bir süre sonra evinin bulunduğu sokağın başındaydı. Yalnızca silik bir iz kalmıştı sokağından geriye!

İçinde, ölmeye yüz tutmuş bir umudun cılız beklentisiyle önünde kıvrılan toprak izini takip etmeye başladı...

*  *  *

Birden “Evim, evim!” diye bağırdı!

Sonunda bulmuştu!

Yıllardır, harcına emeğini katarak, çimentosuna terini akıtarak yaptığı evinin kapısındaydı.

Yorulmuştu. Ama olsun, sonunda değmişti buna!

Dış kapı aralıktı, sessizce süzüldü içeri.

Merdivenleri bir solukta çıktı.

Gözü, merdiven boşluğunda yan yatmış, tamir edilmeyi bekleyen küçük oğlunun kırık bisikletine takıldı.

Dudaklarından acı bir gülümseme koptu.

Ayakkabılarını çıkardı, köşedeki ayakkabılığa özenle yerleştirdi.

Karısının kapı pervazına astığı mavi nazar boncuklarına ilişti gözleri.

Bakışları onu, 22 yıl öncesinden kopup göçtükleri o dağ köyüne götürdü.

Zemheri bir kış soğuğunda, yangınlar ve alazlar içinde terk etmek zorunda bırakıldıkları köylerine!

Sonraları, zoraki sığındıkları bu kentte, nice meşakkatlerle sahip oldukları evin kapısında bir süre bekledi.

Nazar boncuğundaki gülümseyen bakışlarını sessizce çekip aldı.

*  *  *

Birazdan, anahtarıyla kapıyı açacak, sessizce süzülecekti içeriye.

Eve adımını atar atmaz, tatlı bir hararet saracak bedenini, yüreğindeki sıcaklık yüzüne vuracaktı.

Biliyordu, hole bitişik odanın kapısından küçük oğlu yine bisikletim diye atlayacaktı üzerine. Yine mahcup olacak, yine kızaracaktı yüzü. Oradan, her zamanki gibi eşi yetişecekti imdadına. “Sıkıştırma babanı, yorgundur, gelecek ay” diye arka çıkacaktı ona.

Salona açılan holü iki adımda geçecek, mutfaktan gelen mis gibi kokuların baştan çıkarıcı davetine aldırmayacaktı.

Zemini, kök boyalı bir halı, duvarları şahmaran desenli kilimle kaplı salona akacaktı ayakları.

Gözleri kucaklar gibi saracaktı, beşikte uyuyan üç aylık çocuğunu.

Soğuk kış günlerinde, kemiklerini ısıtmak için önünde herkesin sıraya girdiği sobaya doğru yönelecekti hemen.

Sıcaktan mest olmuş anacığının pamuktan ellerini şefkatle öpecek, yanaklarını koklayacaktı.

Oğlu, bir kış günü getirmişti onu. Tek gözü görmüyordu kedinin. O günden beri, her daim yurt eylemişti keçi postunu. Malum yerinde, kıvrılmış uyuyor olacaktı yine. Titreyen kulağına hafifçe dokunacak, gözünü, kaygısız bakışlarla, hafifçe aralayacaktı.

Sonra balkona çıkacak, akşamın serin havasını derin derin çekecekti ciğerlerine. Sabah suyunu çoktan tüketmiş çiçeklerin pıtrak pıtrak açmış çiçeklerine hayran hayran bakacaktı.

Yemeğin ardından, her akşam yaptığı üzere, demli bir çay isteyecekti küçük kızından. Yüzünde apak bir gülümseme, elinde tepsiyle çıkıp gelecekti mutfağın kapısından.

Üzerine bağdaş kurup oturacaktı el dokuması halının. Çayı beklerken, desenleri renk renk, ilmek ilmek bezeli halının, yumuşak püskülleri arasında dolaşacaktı parmakları.

Uzaklardan, Agit Uğur Camii’nden belki de bir ezan sesi duyulacaktı. Çok sevdiği halı seccadiyesini yere serecek, akşam namazına duracaktı birazdan anacığı.

*  *  *

Elini uzattı.

Parmaklarını ovuşturdu, uçlarındaki tozları silkeledi.

Koyun yününden dokuma, desenli halının üzerine, her gün bağdaş kurup oturuyordu; parmaklarıyla püsküllerini okşadığı halı yoktu!

Akşamları, çocukların borularında ellerini ısıttığı çıtır çıtır yanan kuzine soba da; sobanın arkasındaki keçi postu, keçi postuna kıvrılmış mır mır uyuyan tek gözlü kedi, kedinin bir dokunuşta kendinden geçmeye hazır sevimli hali…

Hiçbiri yoktu!

Peki ya oğlunun, içeri girer girmez ok gibi fırlayarak üzerine atladığı, hole bitişik odanın kapısı?

Onu niye göremiyordu?

Hâlbuki orada olmalıydı, bakıyor ama görmüyordu.

Yorgundu.

Belli ki, kötücül bir perde inmişti gözlerine.

Gördüğü hemen her şey bir bir siliniyordu.

Derken karısı da çekip gitmişti; sonra birer birer çocukları, ona tepsiyle demli çay getirmeyi bekleyen kızı, sobanın arkasında ileri geri mürgüleyen yaşlı anası…

Hepsi gitmişti!

Beşiğiyle birlikte üç aylık bebeği de terk etmişti evi; duvarda şahmaran desenli kilim, yanında asılı kuran, altında namaz saatini bekleyen derli toplu seccade…

Birer birer gitmişlerdi.

Hâlbuki az önce hepsi buradaydılar!

Burada ve hazırdılar; sevmeye, sevilmeye, okşanmaya; sobanın karşısında ısınmaya, karşılıklı sohbete etmeye, demli çay içmeye, bakışmaya, pıtrak pıtrak açmaya, sulanmaya, beşikte ağlamaya, keçi postunda mırlamaya, kucağa fırlamaya…

Hazırlardı hepsi!

Oysa şimdi…

Oysa şimdi, pazar pazar dolaşıp, tuğla tuğla ördüğü evinin içerisinde sessizce duruyor; şaşkın, inanmaz, anlamaz gözlerle etrafa bakıyordu.

Evin içinde kimsecikler yoktu!

Yirmi yılda ne zorluklarla tüttürmüştü bacasını! Kendi elleriyle daha yeni yapmamış mıydı badanasını?

Niye böyle her yer griydi, toz bulutu gibi duruyordu şimdi duvarları?

Mesela pencereler niye yoktu?

Karısının her sabah sevgiyle suladığı balkondaki çiçekler neredeydi? Hani şu kahverengi, kırmızı, yuvarlak saksıların içindeki çiçekler?

Ya o, içinde renk renk çiçeklerle saksıların sıra sıra dizildiği mermer küpeşteli balkon?

O niye yoktu?

Evin giriş kapısına bakıyor, bir şey göremiyordu; korkuluklarla çevrili merdiven boşluğunu, köşedeki ahşap ayakkabılığı, orada aylardır tamir edilmeyi bekleyen kırık bisikleti…

Niye yerinde durmuyordu hiçbir şey!

Mesela, üzerine şahmaran desenli kilimin çivilendiği salon duvarları, tavanda sağlam olsun diye iki demir daha fazla attıkları kirişler, üzeri kahverengi parke kaplı zemin, dış cephe duvarları…

Hiçbiri, hiçbiri yerinde değildi!

Evin içi yoktu!

Eğreti, bir beton parçasının üzerinde, ayakta öylece bekliyordu.

Yavaşça yere çömeldi, elini kederle dizine koydu.

Bildiği bütün sesler, sözler, kelimeler boğazında erimiş gibiydi.

Arkasına döndü, üzerine tünediği moloz yığınına anlamsız gözlerle boş boş baktı.

Yaşadığı her şey, bir yanılsamadan ibaretmiş gibi duruyordu.

Aslında ev de yoktu!

31 Ekim 2016 Pazartesi

Müebbetlik düşler

Yusuf Nazım
T24 | 31.10.2016

Aslı Erdoğan.

Düşlerinin korkusuzluğunda bir yazar.

Ölüm ve parçalanmışlıklar üzerine sözü olan, hayata ve adaletsizliklere dair sorular soran…

Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin Yayın Danışma Kurulu üyesi, yazarı.

Hrant’ın dostu, arkadaşı.

Onun bir güvercin ürkekliğindeki duygularının yoldaşı.

*  *  *

Yazarları olurdu bazen şehirlerin, fırtınalı bir hayatın kıyısında yaşayan.

Issız sokaklarına sokulurlardı, insanların terk ettiği, kedilerin ve köpeklerinse sahipsiz kaldığı…

Kimseler duymazdı.

Müebbetlik düşler kurarlardı kıyılarında.

Çok renkli, çok sesli, çok dilli düşler.

Ayın altında bir yakamoz parıltısı, güneş vurduğunca apaydınlık, billur bir su damlasının berraklığı gibi düşler.

Son derece samimi, naif ve gerçek olan düşler.

*  *  *

“Cennetin ve ölümün sınırında.”

TRT’nin, bir zamanlar yaptığı belgeselin adıydı.

Cennetin ve ölümün sınırında yaşayan bir kadını anlatıyordu.

Aslı Erdoğan’ı yani…

Günahkâr bir zaman diliminin içinden, arkamıza bakmadan koşar adım ilerliyoruz.

Gölgelerimiz birbirine çarparak devriliyor.

“Bir hastane koridorunda parmak uçlarında yürürcesine ağır ağır geçiyoruz” diyordu “bu günlerin de içinden”  yazar.

Aslı’ydı.

Sözlerin sakıncalı, yazıların hep şüpheli görüldüğü talihsiz bir devrin yazarıydı.

Duvarları cam kırıkları, keskin çivilerle kaplı kocaman bir hapishaneye benziyordu ülke.

Ne kadar da acımasız geçiyordu hayat.

Ve ihbar etmekte gecikmiyordu kelimeler; cümleleri ele veriyordu onu, kırık dökük hayalleri, sınırsız umutları; kaygıları ele veriyordu…

Vaz geçtikleri ele veriyordu çünkü onu, ardına bakmadan terk edip gittikleri, bir çırpıda unutuverdikleri…

İşte bu yüzdendir ki, vakitsiz çalındığı oluyordu kapıların.

Kökleri derinde bir korkunun, çağlar öncesine aitmişçesine bir nefretin, ötekisi olmayan bir tahammülsüzlüğün duvarları arasında buluyordu kendini.

Bir hapishanenin ağır kokulu, rutubetli hücresinde kalıyor, ışıksız koridorlarında parmak uçlarına basar gibi yürüyordu.

*  *  *

Cennetin kıyısında dolaşıyordu daima.

Hep aykırı düşler kuruyordu sokaklarında eski şehirlerin

Bazen Galata’nın, bazen Rio’nun, bazen de Diyarbakır’ın.

Cizreli çocukların kaybolmuş hayallerinde soluyordu gülüşleri; oğullarının ellerine, torbayla tutuşturulan, babaların yanmış kemiklerinde.

Ölümün sınırında yürüyordu durmadan.

Aradığında, nedense hep ötekilerin dünyasında buluyordu kendini.

En alttakilerin ölümcül çaresizlikleriyle dolu, sessiz ama kırılgan, karmaşık ama duygu yüklü dünyalarında.

Edebiyatı, yazmayı, üretmeyi; konu insan olunca sevmeyi, inceliği düşlerine yelken yapıyordu.

Memnun olmadığı, ona sunulan bu hayattan başka, daha özgür bir hayatı düşlüyordu daima.

Sebahattin Ali Öykü Ödülü’nü, edebiyatımızın çınarı Yaşar Kemal’in elinde aldığında müebbetlik düşlerinin doruğundaydı.

Koca çınarın eline tutuşturduğu ödülüne bakarken, bir kez daha hırçın bir denizin köpüklü dalgalarında hissediyordu düşlerini.

İtirazı vardı bu hayata.

İtirazını yazdığı öykülere, gazete yazılarına, denemelerine işliyor, borcunu ödemek için şerhini düşüyordu böyle bir hayata. 

*  *  *

Sorular evreninde yalnızız…

Zifiri bir karanlık hükmünde çoğalıyor karşılıklar.

Işıl ışıl parıldayan Samanyolunda öyle küçük bir nokta ki şimdi kimliğimiz.

Gözlerim, görünmeyen bir yıldızın yokluğunda huzursuz.

Müebbetlik düşler kuruyorum bir başıma.

Büyük bir mahpushanenin pencere mazgallarında.

Yaralı bir kuşun kanatlarında.

Yanıtlar biriktiriyorum gelecek nesillere, özenle seçiyorum sözcükleri.

Henüz görünmeyen bir ufkun berisindeyiz, kirlenmemiş kelimeler arıyorum kendime.

Birden Aslı Erdoğan takılıyor usuma, Necmiye Alpay ve diğerleri…

Hayatın kirletemediği, gizli hesapları olmayan, hepsi saf, hepsi birbirinden güzel, hepsi apak çocuklar...

*  *  *

Biliyorum.

Bize ırak diyarlarda, henüz keşfedilmemiş acıları var şehirlerin.

Hep beraber, bize ırak şehirlerin acılarını taşıyoruz kalbimizde.

Biliyorum, ağır bir suç, bize ırak şehirlerin acılarını taşımak!

Ama çare yok, bir adı olmalı dışımızdaki bu başıboş sahipsizliğin.

Ruhum bir tsunaminin dalgaları gibi ağır ve yalnız.

Kalbimin surlarını dövüyor durmaksızın.

Ne ben durdurabilirim bunu, ne dışımızdaki soğuk karanlık.

Kelimelerden siperler kazıyorum kendime, bıkıp usanmadan siperler.

Biliyorum, bu ben değilim, giderek yaklaşan bir ölümün sıcaklığı bedenimi sardığında ben olmayacağım o siperin içinde.

Belki bu yüzdendir korkusuzluğum.

Belki bu yüzden işte, en cesur sözlerimi hep yarınlara saklıyorum.

İçimde asla teslim olmayacak duygular, dayanamıyor, müebbetlik düşler kuruyorum.

Açıyorum gözlerimi, bütün sorular çürümede.

Apansız yıkık bir kente dönüyor cümlelerim.

Ahh Cizre!

Tarihe yeri göğü delen çığlıklar, bilinmeyen dilde acılar, yanık et kokuları bırakan şehir!

Bir süredir güvercin sesleri yükselmiyor semalarından, niye?

Elimde mi yoksa bu ölümcül çaresizlik!

Adını her söylediğimde ışıksız bodrumlara düşüyor hecelerim, yanık bir ses olup parça parça oluyor cümlelerimde.

Bir bir diziliyor adları usuma semtlerin.

Kalemim tutuşuyor karanlık bir çukurda, yaralarım açık, biteviye is kokuyor yazdıklarım.

Sesim, soğuk bir metal yığınının arkasında paramparça, koyu, mavi bir derinliğe akıyor durmaksızın.

Anlıyorum, aklım, güpegündüz bana yeni tuzaklar kurmaya hazır.

Rüyalarım, henüz oyun oynamaya doymamış, çocuk ölülerinin donuk bakışlarında saklı.

Zaman, serseri bir kurşun gibi saplanıyor etlerime, lime lime oluyor, savruluyor.

Çıkmaz bir sokakta yaşlı bir bedeni ararken rastlıyorum ölüme!

Zaman geçtikçe daha çok bulanıyor zihnim, kelimelerimdeki o hırçın çaresizlik ucun ucun kanıyor.

Göğsüm, ilk nefesini soluyan yeni doğmuş bir bebeğin ciğerleri gibi yanıyor.


*  *  *

Aslı Erdoğan.

Cennetin ve ölümün sınırlarında dolaşan yazar.

Özü de, sözü de bir olan insan.

Doğru bildiği yoldan şaşmayan, içinden geldiği gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan.

Kelimeleri sırlı, sözleri heyecanlı, gözleri bir sonsuzluk denizindeki yeşil ada parçacıkları gibi ışıl ışıl.

Düşleri, acının, gözyaşının, bodrumların, yanık ağıtların olmadığı bir ülke tasavvurunda.

Hep çılgın ve asi, hep korkusuz ve mert, hep aykırı ve sevecen.

Her daim umutları olan, sonsuz umutları; gidilmemiş denizlerin kıyısında alışılmadık düşler kuran.

Henüz keşfedilmemiş, ele avuca sığmayan düşler…

*  *  *

Ülkeyi istila eden kirli siyasetin güç ve servet savaşında safını özgür basından yana seçti, kalemini dik tuttu.

Göğünü aydınlatmak için yollarına düştüğü ülkenin yeryüzü de bir o kadar karanlıktı.

Ama olsun, o yine de korkusuzdu.

Her zaman olduğu gibi sözünü esirgemedi.

Müebbetlik düşler kurmaya devam etti.

Kendisi olmaktan asla vaz geçmedi.

Her zaman aslı gibiydi yani.

Tutuklandı!

Cennetin ve ölümün sınırlarında dolaşmaya tam teşebbüsten ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor şimdi.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/muebbetlik-dusler,15781

12 Ekim 2016 Çarşamba

Sen gökyüzüne bak

Yusuf Nazım
T24 | 12.10.2016

Tarih 10 Ekim 2015.

Çok mu şey istemiştik biz, diye düşündü adam.
Sınıfsız, sömürüsüz, ayrımsız bir dünya istemek suç mu?
Barış istemek suç mu?
Hâlbuki umut doluyduk biz, kuşlar gibi cıvıl cıvıldık.
Arkadaşlarım halay çekiyorlardı.
Sevinçliydiler, gülüyorlardı.
Çünkü hep beraber barış için yürüyorduk.


Barış için yürüyen insanlar mutlu olamaz mı?
Elbette ki olabilir.
Olmalılar.
Çünkü barış iyi bir şeydir.
Çoktandır unuttuk onu biz.
Hep savaş, hep ölüm haberleri, hep ağlayan insanlar gördük hayatımızda.


Alıştık mı yoksa ne?
Hayır hayır, alışmadık!
Alışmamalıyız!
Alışmak kötü bir şey olmalı.
Alışmamak için gelmiştik zaten Ankara’ya.
Barış için gelmiştik.
Tek amacımız buydu.
Barış olsun, insanlar konuşsunlar, birbirlerini dinleyip anlasınlar.
Boş zamanlarında gezsinler, sabahlara kadar eğlensinler; oyun oynamaya, balık tutmaya gitsinler, mis gibi ormanlarda dolaşmanın tadını çıkarsınlar.
Örneğin bahçelerinde çiçekler yetiştirsinler; zambaklar, açelyalar, kasımpatılar, menekşeler, begonviller…
Bahçeleri yoksa, rastladıkları ilk toprak paçasına ağaç diksinler, onu sulasınlar; diktikleri ağacın dallarına konan kuşları, gölgesinde uyuyan köpekleri, kedileri seyretsinler.
Daha bir sürü şey yapsınlar ne bileyim; evliyseler çocuklarıyla sinemaya gitsinler; bekarsalar aşık olsunlar, dans etsinler, sevişsinler…


Ölüm mü bu, beni konuşturan yoksa?
Niye böyle sayıklıyorum ki ben?
Niye çocuklarım geldi şimdi birden aklıma?
Özellikle dört yaşındaki oğlum!
Hani arkamdan, benimle gelmek için ağlayan oğlum.
Bilmem, nedense o geldi aklıma işte.
Ölmek böyle bir şey galiba.
Eğer henüz ölmediysem, o halde yavaş yavaş ölüyorum.
Evet evet, ölüyorum ben.
Hem de hiçbir acı hissetmeden...
Tatlı bir uyuşukluk içinde bedenim.
İlk defa bir pişmanlık duygusu sarıyor benliğimi.
Gelmese miydim ne?
Ankara’da, bir meydanda, niye böyle sere serpe yatıyorum şimdi ben?


Barış!
Sahi barıştı!
Beni buraya getiren o sihirli kelimenin adı.
Barış için yürümek kötü bir şey mi sizce?
Olabilir mi böyle bir şey?
Barış için yürüyen insanların içinde hiç kötülük bulunabilir mi?
Barış isteyen insanlar ölebilir mi?
Bedenleri paramparça olur mu onların, etleri savrulur mu havaya, kadınlar parmaklarıyla, saçlarında et parçaları ayıklamak zorunda kalırlar mı?


Son hatırladığım şiddetli bir ses ve ışık!
Kulak zarımı patlatan bir ses.
Gözlerimi kör eden bir ışık.
Etrafımı saran bu karanlık da neyin nesi?
Niye nefes alamıyorum ben?
Genzimi yakan bu gaz bulutu da nereden çıktı!
Göğsümde düğümlenen bu hıçkırıklar da neyin nesi?
Kaçabilenler kaçtı, sadece yaralı ve ölüler kaldı geride.
Her tarafım kırmızı.
Kanıyorum.
Sadece ben mi?
Kaçamayan herkes kanıyor.
Kanıyoruz birlikte.


Beni barışa sardılar.
Hayır hayır, bunu ben istememiştim.
Ben yalnızca barışı istemiştim.
Ben yalnızca barış için yürümek istemiştim.
Tek isteğim buydu.
Sadece bu.
Güneşli bir Ankara gökyüzünün altında barışa yürümek istemiştim.
Tıpkı diğerleri gibi…


Oysa şimdi, bir meydanda, uzanmış yatıyorum.
Beni niye barışa sardılar, bilmiyorum.
Başımda on yedi yaşında bir kız var, onu seçebiliyorum.
Ben bilmiyordum.
Yaşını, bana o söyledi.


Bu nedir?
Bir pankart mı?
Üzerinde barış yazıyor.
Başka şeylerde var, renk renk, desen desen.
Ama en çok barışı görüyorum ben.
Üzerindeki kırmızı lekelerin oynaştığı bir barış.
Beni ona sardılar.
Beni, üzerinde barış yazan bir bez parçasına sardılar.

*  *  *

Adam yaralıydı.
Bir kız çocuğu geldi yanına, ellerinden tuttu.
Tanımıyordu.
İsmi Güneş'ti.
Hayır, ölemezsin, ölemezsin” diye bağırdı kız;
Ben on yedi yaşındayım, bana bu acıyı yaşatma lütfen.”
Ağlıyordu.
Hıçkırıklara boğulmuştu.
Elleri, ellerindeydi.
Seni bırakmayacağım, sen de beni bırakma ne olur,” diye yalvardı adama.
Birbirlerinin ellerinden sımsıkı tutmaya devam ettiler.

Peki,” dedi adam, “yalnız,” diye ekledi;
Şu dizimin altındakini al, dayanamıyorum.
Kızın gözleri, adamın dizine doğru kaydı.
Tamam,” dedi, “sen gökyüzüne bak, onu alacağım.”

Adam gökyüzüne baktı.
Bulutsuz bir maviydi gördüğü.
Dizinin altından, bileğinden kopmuş, kanlar içindeki ayağı aldı kız.
Sen gökyüzüne bak,” dedi bir kez daha,” sen gökyüzüne bak!”

7 Ekim 2016 Cuma

Renklerin, seslerin, kimliklerin ölümü

Yusuf Nazım
T24 | 07.10.2016


Renkler!

Birer birer ölmeye başladılar.

Hayata rengini veren, iç içe geçen, birbirine karışan, örtüşen bütün renkler.

Tamamı, beklenen, o akıl almaz, büyük dağılmanın habercisi gibiydi.

Zerrecikler ansızın ağırlıklarını kaybetti.

Kendini durmaksızın yineleyen kısır bir zaman döngüsü içerisinde soğuk, ıssız, bulanık bir hiçliğin içine doğru ağır ağır düşmeye başladılar.
Kırmızılar turuncuya, turuncular sarıya, sarılar yeşile doğru hücum etti; yeşiller maviye, maviler çivit mavisine, bu sonuncusu da menekşeye doğru…

Hiçbiri bir diğerine üstün gelemiyordu.

Sınırlar giderek belirsizleşiyor, biri diğerinin içine geçiyor, koyu renkler donuklaşıyor, açık olanlarıysa görünmez oluyorlardı.

Tam ve mutlak bir çözülme haliydi bu!

Niceliğin bu kadar seyrekleşip niteliğin böylesine azaldığı bir iklimde, gün geldi sokaklar da renk vermez oldu.

Yüzlerin, gözlerin, tenlerin rengi değiştikçe acıma, üzülme, sevinme gibi duygular zayıflıyor, anlamını kaybediyordu. Zamanla, sokakların hemen her gün şaşıran, heyecanlanan, umut eden, hayrete düşen, ağlayan, gülen yüzü yerini, anlamsız, donuk, sarımsı kalabalıklara bıraktı.   

Okul tabelalarında, yazı tahtalarında, kitap kapaklarındaki renkler dahi silinmeye başladı.

Aynı renkten kâğıtlara, aynı renkten mürekkeple yazılan bildirilerin hükmü kalmamış, matbaalarda basılmaz, gazetelerde okunmaz olmuştu.

Gecekondu semtlerinin, kenar mahallelerin, okul sıralarının eski zamanlara ait yarım kalmış aşklarını, umutlarını, heyecanlarını anlatan bütün duvar yazıları solmuştu.

Cümleler giderek daha da kısalmış, sözcüklerin sayısı azalmış, heceler düşmüş, konuşmalar yarım kalmıştı. Kimi seslerin ve harflerin ne kadar gereksiz, hatta tehlikeli olduğu üzerine tartışılmalar bile yapılıyordu. .

Renkler, iyiden iyiye kendileri olmaktan çıkmış, asıllarından uzaklaşarak çürümeye başlamış, eski canlılığını yitirip silikleşmişti.

Aslını kaybeden hemen her şey daha çok birbirine yaklaşma, yeni duruma alışma, aşırı bir beyazlaşma halindeydi…

En sonunda canlı ya da cansız, hareketli ya da hareketsiz, sesli veya sessiz, gözün gördüğü hemen her şey, üzeri ölü toprağıyla örtülmüş, duygularını yitirmiş, heyecanını kaybetmiş bir sükût içinde donuk, mat, kirli bir beyazın içine hapsoldu...

*  *  *

Sesler!

Giderek silinmeye başladılar.

Önceleri sadece kısılıyordu. Kısılıyor, ince, cılız, anlaşılması güç bir gürültüye dönüşüyor, bir süre sonra duyulmaz oluyorlardı.

İnce, cılız, duyulmaz olanların dışındakilerse, geride kalanlardı. Onların payına ancak birbirine benzemek düşüyordu. Öyle ki, ileride bunları birbirinden ayırt etmek bile mümkün olmayacaktı.

Zaman ilerledikçe, aynı olmaya başlayan sesler birbirine daha çok yaklaşıyor, şaşılası bir uyumla, hep bir ağızdan, koro halinde çıkmaya başlıyordu.

Bu koronun sesi, kalabalıkları derinden derine coşturup gönüllerini fethediyordu. Gönülleri fethetmekle kalmıyor kentleri, kasabaları aşıyor, sokakları ve meydanları dolaşarak biteviye yapılan tekrarlar halinde, dinleyenin kalbini ve ruhunu okşayan mukaddes, ulu bir sese dönüşüyordu.

Önceleri kulağa hoş gelen bu ses, zamanla birleşip kalınlaşıyor, nihayetinde birbirine benzeşerek aynı notalara sahip, aynı perdeden çıkan, aynı tonları kullanan, ünsüz harfleri bile kendine çok gören şaşmaz, yanılmaz, tek bir ses haline geliyordu. Gittikçe daha üst perdeden çıkan, ürkütücü, kalın, tok bir ses!

Bu kalın, tok ses artık her şeyin sahibiydi.

Bütün sesleri bastırıyordu.

İnsana, toprağa, suya, ağaca; bütün bir börtü böceğe ait sesleri...

Rüzgârın uğultusunu, böceklerinin ötüşünü, okul çocuklarının şarkılarını; binbir çeşit enstrümanın melodisini, birbirine cilve yapan kuşların cıvıltısını, kendi yatağında derelerin şırıl şırıl akışını...

Artık güçlükle çıkabilen ince, cılız, zayıf sesler duyulmaz olmuştu. Her yerden, o bildik, üst perdeden, kalın, tok sesin ünlemesi işitiliyordu.

Issız dağlardan, çırılçıplak tepelerden, kupkuru ovalardan; tıka basa kalabalıklara boğulmuş şehirlerden, yolu izi bulunmayan köylerden, gününü gün etmekten başka derdi olmayan, umursamaz tatilcilerle dolup taşan sahillerden…

Sayısız radyo ve televizyon kanalları, her yaştan öğrencinin gittiği okullar, anlı şanlı üniversiteler, camiler ve minareler sabah akşam hep bu sesle çınlıyor; insanlar bu sese kulak veriyor, aynı sesi dinliyor ve tekrarlıyor, güne bu sesle başlayarak geceleri bu sesle uyuyorlardı...

*  *  *

Kimlikler!

Biteviye parçalanıyordu.

Sınırsız bir nefretle hükmetmenin, hadsiz, hesapsız bir şiddetle bastırmanın karşısında susuyor, silikleşiyor, kayboluyor, zamanla unutuluyorlardı.

Ne kadar zorlansa da, ne kadar ısrar edilse de, ne kadar bastırılsa da, yine de hiçbir kimlik, hiçbir zaman, hiçbir suretle bir diğerinin yerini alamıyordu.

Böyle olunca, bütün bir tarihle gelenler, şehirleri yapanlar, yıkanlar, onaranlar, oralarda yaşayanlar, iz sürenler hepsi birden parçalanmaya, dağılmaya, ufalanmaya devam ediyorlardı.

Hemen her şey tek bir kimliğe dönüşüyor, tarihin onlara ödev olarak verdiği kutsal öğretilerin ışığı altında şaşmaz, hata götürmez, yanılmaz bir iradenin efendisi durumuna yükseliyordu.

Eğilip bükülen, bölünüp parçalanan, dağılıp ufalanan bütün kimlikler tek bir yüzün, tek bir bedenin, tek bir ruhun, tek bir ismin altında toplanıyor, çok geçmeden çelikten bir zırhın içine sokularak buradan kaya gibi dayanıklı, mermer gibi sert yeni bir kimlik yaratılıyordu.

Sayılar ve isimler mütemadiyen azalıyordu; şehirlerin sayıları, semtlerin sayıları, evlerin sayıları… İsimler bile, bu azalmadan nasibini alıyordu.

Bu yüzden çoğu şeye aynı isimle hitap etmek zorunda kalıyorlardı insanlar.

Tuhafı, sayılar ve isimler azaldıkça, insanlar da azalıyor, azaldıkça daha çok birbirine benziyorlardı.

Binalar, mağazalar, dükkânlar, alış veriş merkezleri… Bütün bunlar, değişimin bu olağan dışı, bu aykırı, ayrıştırıcı etkisinden kurtulamıyordu.

Caddelerin, yolların, durakların, bahçelerin çehreleri giderek daha çok birbirine benziyor, benzeşen ve aynılaşan bunca şeyin arasında insanlar gidecekleri yerleri bulamaz, varacakları adreslere ulaşamaz oluyorlardı.

Uzak şehirler, ıssız kasabalar, isimsiz köyler, hep susmuştu.

Meydanlar mütemadiyen küçülüyor, ormanlar eriyor, parklar azalıyor, mahalleler birbirinin üzerine yıkılıyordu. Hatta şehirlerin sayısı bile azalıyordu.

Kalanlarsa yüzlerini, zamanın o kalın, kirli perdesiyle örtüyor, gün geçtikçe zorlanan, zorlandıkça daha çok yıpranan, yıprandıkça küçülen ve iyiden iyiye birbirine benzeyen suretlerini herkesten gizlemeye çalışıyorlardı. 

Hiçbir kimlik kendi kabuğuna sığmaz olmuştu artık.

On yıllardır kabuklarının içinde sıkışıp kalanlar, yol bulamamanın, ışığa ulaşamamanın, nefes alamamanın ağırlığı altında küçülüyor, uyuşuyor, sertleşiyor, en sonunda devasa bir değirmenin çarkları arasında öğütülürcesine büyük bir hızla parçalarına ayrılıyor, ufalanıyor ve aynılaşıyorlardı.

*  *  *

Dayanılmazdı!

Sonunda şekilsiz, bulanık, amorf bir gökyüzünün altında bütün sesler, bütün renkler, bütün kimlikler toplandı, bir araya gelmeye başladı.

Toplasan, cümlesi tek bir renk, tek bir ses, tek bir kimlikten ibaret sessiz, sedasız, durgun bir kalabalıktı bu.  

İçlerinden biri Türkçe baktı…

Başka biri, çocuktu, Kürtçe sustu…

Diğeri ise kadın, Zazaca ağlamaya başladı...

Biri daha vardı, ayağa kalktı, elini göğsüne vurdu, değirmen gibi uğulduyordu, döndü, semaha durdu.

Bu kadar dünya yükü, bunca vicdan azabı ve kahır, bu ölümcül çaresizlik, bu kanlı gözyaşı, bu dinmeyen ağıt…

Çoktu!

Ne var ki artık, geride kalanların tamamı yalnızdı, bir başınaydı.

Sanki güneş, bir daha hiç doğmamak üzere batmış ve onları kasvetli, hazin, hoyrat bir karanlığın tam ortasında bırakmıştı. 

Sanırsın hepsi aynı kalıptan çıkmış, hepsi aynı çarkın dişlileri arasına sıkışmış, hepsi aynı kalın duvarların arasında hapsolmuş gibiydi…

*  *  *

Zaman iyice daralmıştı.  

Önce, son kalan sesler sustu.

Renkler çoktan solmuş, her şey beyazdan griye dönüşmüştü bile.

Gri, önce bütün tonlarına parçalandı, sonra bunlar da yavaş yavaş görünmez oldu.

Orada, geçmişten geleceğe baki kalan bütün sözlerin, seslerin, kelimelerin tarif edemediği daracık bir dehlizde sıkışıp kalmıştı zaman.

Çok parlak, gözleri kör edecek denli bir ışık demetinin apansız parlayıp sönmesine benziyordu.

Geride kalan her şey, son bir gayret, küçük de olsa bir umut, dermansız bir kıpırdanış ile her nasılsa hâlen kalmış son yaşam belirtisine sığınmaya çalıştı.

En ince damarlarında can çekişen bu son refleks, bu son hayatta kalma çabası, bitip tükenmekte olan bir şeylerle, bir daha asla geri gelmeyecek olanın umutsuz, beklentisiz, hazin bir karşılaşması gibiydi.

Sonunda bunca bölünmüşlüğün, parçalanmışlığın, dağılmışlığın dünyasında beklenen şey oldu.

Çoktandır kaybolmaya yüz tutmuş kimlikler de gitti!

İçinde bulunduğu sonsuzluk evreninde, insan neslinin payına düşen sadece küçük bir boşluktan ibaretti.

Derken, uzunca süredir bu nadide boşlukta titreşen ışık da söndü.

Ve hayat derin, renksiz, ışıksız, köksüz bir sessizliğe gömüldü…