İNSANCIL
Ekim 2015, Sayı:303
Otobüse
binerken heyecanlıydı. Koltuğunun altındaki paketi koluyla iyice sıkıştırdı, kartını
bastı. Otobüsün, kimselerin olmadığı arka bölümüne doğru ilerledi. Boş
koltuklardan birine kendini bırakıverdi.
ESHOT
otobüsü, kalabalık araç trafiğinde güçlükle yanaştığı duraktan keskin bir dönüş
yaparak çıktı.
Koltuğunun
altındaki paketi eline aldı. Ağırlığını tartar gibi yokladı. Bantlarını, bir
ucundan özenle sökerek açtı. Parmaklarını, paketin açılan ucundan içeri yavaşça
daldırdı. Çekiştire çekiştire çıkarmaya çalıştığı şeyin bir kitap olduğu biraz
sonra anlaşıldı. Gözünü, elindeki kitaptan ayırmadan, paketi ayaklarının dibine
bıraktı.
Kitabın
kapağını, avucunun içiyle okşar gibi ovuşturdu. Yüzüne, yeni doğmuş çocuğunu
ilk defa kucağına alan birinin mutlu, sevecen bakışları gelip yerleşti. Sayfalarını
açtı, yüzüne yaklaştırdı. Birçok yazarın ilk kitabında yaptığı gibi, taze
matbaa ve mürekkep kokusunu derin derin içine çekti. Bunu yaparken mest olmuş gibi
gözlerini kapadı. Kitabı iki eli arasında tuttu, kapağındaki mavi dalgalı desenlere
dikkatlice baktı.
“Kapak için özgün bir resim çalışmak iyi oldu”
diye geçirdi içinden.
Gözleri,
resmi tasarlarken, hayal gücünü olmadık ölçüde zorlayan soyut desenlerin, şimdi
kitabın kapağında vücut bulmuş desenleri arasında daldı gitti.
Adam,
otobüsün, tıslayarak yeni bir durağa yanaşmasını fark etmedi bile. Bakışları,
kitabın kapağında, desenlerin soyut dünyasında hayran hayran dolaşmaya devam
ediyordu.
“Merhaba
efendim” dedi nazik bir ses.
Başını
kaldırdı. Karşısındaki koltukta, bakımlı, temiz giysili, alnındaki saçları
dökülmüş, kalanları ise beyazlaşmış bir adamın sevecen bakışlarıyla göz göze
geldi.
“Merhaba”
diye karşılık verdi, elindeki kitabı kapatarak.
Sevecen
gözlerini saran ince kırışıklıklar dışında, yüzünün açık kahverengi tenine
yayılmış benekleri, hayattan emekliliğini çoktan hak etmiş birinin işaretleri
gibiydi. Yanaklarına kondurduğu gülümsemeyle, yüzünden baştan aşağı bir
sevimlilik akıyordu. Gözleriyle kitabı işaret ederek;
“Kitap,” dedi, “öykü galiba?”
Otobüs, ani
bir frenle sarsıldı. Yeni bir durağa geldiğinin işaretiydi bu. Arka sıralardan
birkaç yolcu indi, yeni binenler boş koltukları doldurdular.
Elindeki
kitabı sıvazlayarak,
“Evet, öykü” dedi.
Yüzüne,
yaşlı adamınkinden geri kalmayan bir gülümseme yayılmıştı.
"Sorduğunuza göre kitaplarla aranız…"
"Sorduğunuza göre kitaplarla aranız…"
“Sorulur mu efendim, kitapsız hayat çöldeki
ağaca benzer ”
Bunu
söylerken gözlerini iyice kısmış, başını olur mu dercesine, bir yana
sallamıştı. Yeniden gözleriyle kitabı işaret etti;
“Kızak, yeni bir kitap mı?” dedi.
Elindeki
kitaba baktı, yeniden gülümsedi.
“Evet, yeni bir kitap” dedi. “Hem de çok yeni. Matbaadan henüz çıktı.
Bakın, mürekkep kokuyor hala.”
“Yazarı pek tanıdık gelmedi de?”
Bu soru
biraz rahatsız etmişti, belli etmemeye çalıştı:
“Şey..” dedi… Sıkılmış gibiydi. “Doğru, tanımıyorsunuz. Ama artık tanıdınız,
yazarı benim”
“Ooo!” dedi şaşkınlıkla, “öyle
mi?”
Yaşlı
gövdesinden beklenmeyen çabuklukla ayağa fırladı, elini uzattı.
“Demek bir yazarla müşerref oluyorum?”
Beriki, aynı
çabuklukla hamle yapmaya çalıştıysa da geç kalmıştı. Elini sıktı.
“Çok rica ederim efendim, ne demek, o şeref bana
ait”
Yanakları,
mahcup kırmızısı bir renk aldı. Babası yaşındaki adamın, elini sıkmak için
ayağa fırlamasınaydı bu mahcubiyet.
Yaşlı adam,
bir yandan da kitabın kapağını incelemeye çalışıyordu.
“Nazım bey, ne büyük mutluluk sizinle
tanışmak! Bu arada benim adım da, Orhan Köymen.” dedi, “Sadece bir okur.”
Ayaktaki yolcular,
hep birlikte aynı yöne yaylanır gibi oldu. Otobüs yavaşlamış, yeni bir durağa
giriyordu. Elinde bastonuyla bir kadın, ön kapıdan destek alarak binmeye
çalıştı. Kendini yukarı çekemedi. İçerden fırlayan orta yaşlı biri koluna
girdi, çıkmasına yardımcı oldu. Kendi yerine oturttu.
Her davranışında
ince bir nezaket hissediliyordu Orhan Bey’in. Beyaz
dişleriyle gülümsüyor, konuşmaya devam etmek için fırsat kolluyordu.
“Kim derdi ki bu otobüse bindiğimde bir
yazarla tanışacağım?”
“Estağfurullah efendim.”
“Sizi meşgul etmiyorum ya?”
“Hayır efendim, ne demek, bir kitapseverle
tanışmak benim için mutluluk”
İçinde, bir
an önce kitaba göz atmak yönünde sabırsız bir heyecan duyuyordu. Elindeki
kitabı araladı. Sayfaları çevirdi, yeni bir öykü başlığına gelince durdu. “Yağmur Saçlı Gece” yazıyordu.
“Bu başlığı seçmem iyi oldu” diye
geçirdi içinden, “Keşke editörü
dinlemeyip kitaba Kızak yerine bu adı verseydim.” Artık çok geçti. Öyküye
göz gezdirmeye başladı. Sanki ilk defa okuyormuş gibiydi. Hâlbuki daha önce
sayısız kez okumuştu. Ama bu seferki farklıydı. Önceki okumalarında istediği değişikliği
yapma şansı vardı; kelimelerle oynayabilir, isimleri, yerleri değiştirebilir,
hoşlanmadığı imgeleri kaldırabilir, ya da aklına yeni gelenleri ilave edebilirdi.
Oysa şimdi… Artık mümkün değildi bu. Belki de heyecanı bundandı. Kitap basılmış,
çoktan okuyucuya mal olmuştu.
Aynı nazik
sesin, ürkekçe araya girişiydi düşüncelerini bölen:
“Efendim ukalalık etmek istemem ama çağdaş
edebiyatımızda öykü deyince Sait Faik, Orhan Kemal, Haldun Taner ’siz olmaz
derim. Siz ne düşünürsünüz bu konuda acaba?”
Şaşırmıştı.
Gözlerini aceleyle kitaptan kaldırdı. Bozuntuya vermeden yanıtladı:
“Aklınızla bin yaşayın Orhan Bey. Ancak çok
değerli başka öykücülerimiz de var; Nezihe Meriç’i, Sabahattin Ali’yi, Adnan
Özyalçıner’i; keza geçenlerde kaybettiğimiz Tarık Dursun K.’yı da unutmamak
gerekir.”
Duruşunu
düzeltti, bacak bacak üstüne atarak devam etti:
“Sahi, bu arada edebiyata olan bu derin ilginiz
nereden Orhan Bey?”
“İstirham ederim efendim, benimkisi sıradan
bir okurluk ilişkisi. Sadece bir ara tiyatroyla ilgilenmiştim, o kadar. Asıl
işim tıp teknisyenliği. Uzun yıllar İstanbul’da bir tıbbi laboratuvar işlettim.”
Aldığı üç
yeni yolcuyla birlikte salınarak çıktı otobüs duraktan. Önde, el ele tutuşmuş iki genç, arkalarında,
ellerinde dolu pazar poşetleriyle orta yaşlı kadın.
Aklı
kitabındaydı yazarın. Elini, henüz sürmüştü. Uzun süredir beklediği kitabına
yeni kavuşmuş sabırsız bir okur gibiydi.
Yol arkadaşının, onu rahatsız etmeme
kaygısıyla gösterdiği ince, alçakgönüllü hali olmasa oralı olmayacaktı. Ancak,
onun nezaket dolu cümleleri kayıtsız kalınacak gibi değildi.
Göz ucuyla kitabına
döndü:
Yirmili yaşlarda bir delikanlıyı anlatıyordu
öyküsünde. İstanbul’da geçen gerçek bir yaşam öyküsüydü bu. Yağmurlu, fırtınalı
havalarda bilinçaltındaki korkularıyla evine sığınan, tüm pencereleri,
perdeleri kapatan Can’ın öyküsü…
“Aslında efendim, tiyatro aşkı çocukluğumda
vardı bende. Malumunuz, hayat meselesi işte, babam tutturdu tiyatro para etmez
diye…”
“Üzülmeyin, çoğumuzun başına gelen şey bu.”
“Affedersiniz, sizi meşgul etmiyorum değil
mi?”
“Yoo, yo, devam edin lütfen, sizi dinliyorum.”
“Teşekkür ederim efendim. Sonra, sağlık
meslek lisesi, derken yüksek okul..”
Araç,
frenleyerek sağa doğru yumuşak bir kavis yaptı. Yeni bir durak olmalıydı. Bir
kadın, elinden sıkı sıkıya tuttuğu küçük bir kız çocuğuyla basamakları
tırmandı. Çocuk, elinde yarısı yenmiş bir simidi kemirmekle meşguldü.
Bakışları,
yeniden kitaba kaymıştı:
Can’ın, insanlarla iletişimini keserek yine
evine kapandığı, yağmurlu, fırtınalı bir gün. Onun, bütün cesaretini toplayarak
kendini, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sokağa atışını bir
çırpıda okuyuverdi…
“Yüksel okul bitti ama iş yok tabii.”
“Ne yaptınız peki?”
“Bir doktor arkadaşımla birlikte bu
laboratuvar işine başladık.”
“Böylece tiyatro aşkı bitti yani?”
“Yok efendim, aşk dediğin kolay biter mi?”
“Tıbbi laboratuvarı işletirken bir yandan da
amatör tiyatro kurslarına devam ettim.”
Otobüs, peş
peşe dizilmiş birkaç araçtan dolayı durağa yanaşamadı. Biraz beride durdu. Araca
doğru koşturan insan kalabalığı ön kapıdan içeri doluşuverdi. Yaşlı bir kadın, ortalara
kadar yürüdü, oturanlara göz gezdirdi. Cam kenarındaki delikanlı, gözlerini
kapadı, uyuyormuş gibi yaptı.
Kısa bir
sessizlik oldu. Nazım, fırsattan istifade, kaldığı yerden devam etti öyküye:
Delikanlının Hasanpaşa dolmuşlarında başını
cama yaslayarak gözlerini kapayışını; çocukluğunu, annesi Gülcihan’ı, onunla
olan anılarını hayal edişini, gözlerini satırlarda hızla gezdirerek okudu…
Orhan Bey'in
nezaket dolu cümlesini duymasaydı devam edecekti:
“Lütfen sizi meşgul ediyorsam söyleyiniz, çok
üzülürüm yoksa?”
“Hayır, hayır efendim, devam edin. Zevkle
dinliyorum sizi. Aşk demiştiniz, yani tiyatro…”
“Evet, tiyatro aşkım devam etti. Akşamları
iple çekiyordum.”
“İkisi birden zor olmuyor muydu peki?”
“Zor olmaz mı efendim, oluyordu tabii ki. Ama
elden ne gelir; gündüzleri midemi, akşamları ruhumu doyuruyordum.”
Tıslayan
fren pistonları yeni bir durağın habercisiydi. Bekleyen tek kişi de oralı
olmayınca hızlanarak yoluna devam etti otobüs.
Bir sessizlik
oldu. Fırsattan istifade, gözleri tanıdık satırlarla buluştu yeniden:
Öyküyü, kendi yazmamış gibi sabırsızlıkla
okuyordu. Aslında okumuyor, düşünüyordu. Yazdıkları öylesine ezberindeydi ki,
bir paragrafın başına göz atması yetiyordu. Kahramanımızın, Hasanpaşa'ya varışını,
dolmuştan inişini, yokuşu tırmanarak sağa dönüşünü, biraz ilerde dört katlı bir
apartmanın karşı kaldırımında, kurumuş bir ağacın dalları altında bekleyişini…
Başını
kaldırdı. Bu sefer kendisi sordu:
“Ne kadar sürdü bu durum?”
“Sormayın! Bazı işler vardır, bir kez
bulaşınca kolay yakanızı bırakmaz. Benimki de böyleydi işte!”
“Mutlu değildiniz o zaman?”
“Nasıl mutlu olunur ki efendim?
Bedeninizle ruhunuz farklı dünyalarda yaşıyorsa...”
“Peki ya sonra?”
“Bu arada, işi birlikte kurduğumuz doktor
arkadaşımla evlenmiştim. Tam on beş yıl sürdü bu durum. Tabii başarısız bir
evlilik oldu. Sonunda her ikisinden de ayrıldım; hem işimden, hem eşimden…”
“Peki, İzmir’de ne yapıyorsunuz?”
“Malum yaşlılık. Karadeniz’in rutubeti
dokunuyor bacaklarıma. Burası sıcak
memleket.
Yerleşmek için kiralık ev bakmaya geldim.”
Uzun bir
sessizlik girdi araya...
Boşalmaya
başlamıştı otobüs. Belki de son durağa yaklaşıyordu. Önce, sarmaş dolaş olmuş
iki genç, sonra elinde pazar poşetleriyle kadın, ardından birkaç durak önce
güçlükle araca binen yaşlı olanı, sırayla indiler.
Gözleri,
öykünün son paragrafına kendiliğinden düşüvermişti Nazım’ın:
Apartmanın karşısında Can’ın, yağmurda, kuru
bir ağacın duldasında beklerken belleğinin karanlık dehlizlerinde on altı yıl
öncesine yaptığı yolculuk; 1991’in Kadıköy, Hasanpaşa’sı, yine yağmur saçlı bir
gece. Karanlıkta, sokaktan sokağa süzülen siluetler, -şu anda önünde beklediği-
dört katlı apartman, bir polis baskını; merdivenlerde koşturan ayak sesleri,
kırılan kapılar, devrilen masalar, ortalığa saçılmış kitaplar, bildiriler; yere
yatırılmış Gülcihan’ın dağılmış saçları, başına dayalı bir silah… Çocuk
gözlerinin, odanın aralık kapısından süzülen bakışları, annesiyle göz göze gelişi…
“Hiç değilse çocuğun önünde yapmayın!” diye çığlıkları annesinin … Dışarda,
polis araçlarının acı sirenleri, telsizlerin geceye tükürür gibi sesleri…
Kulakları tırmalayan bir cayırtı…
Birden
irkildi. Orhan Beyin, mütevazı sesiydi onu kendine getiren.
“Peki efendim,” demişti ayağa kalkarken “izninizle ben bu durakta ineceğim.”
“Aaa, iniyorsunuz demek! Ben de bir sonraki
durakta ineceğim.”
“Sizin gibi değerli bir yazarla tanışma
şerefine nail olmak beni bahtiyar etti.”
Bunu
söylerken saygıyla öne eğilmiş, elini uzatmıştı bile. Nazım, aynı çabuklukla
ayağa fırladı, elini sıktı. Yüzünün yuvarlakları yine pembeydi.
“Beni mahcup ediyorsunuz Orhan Bey. Şunun
şurasında çömez bir yazarım. Umarım, okuyucuda bir karşılığı olur yazdıklarımın.”
Yaşlı adam,
sohbetin başından beri yüzünün beyazlığında eksik olmayan gülümsemeyle devam
etti:
“Gevezeliğimle başınız ağrıttıysam, lütfen
bağışlayın! Cide’de yaşıyorum, biliyorsunuz rahmetli Rıfat Ilgaz’ın memleketi.
Bir gün yolunuz düşerse mutlaka beklerim. ”
Orhan
Bey arka kapıya doğru ilerlerken Nazım, elindeki kitap olduğu halde ona eşlik
etti. Bir süre daha ayaküstü konuşmaya devam ettiler.
Otobüs
bir kez daha tıslayarak durdu. Araç hareket ettiğinde, bunu niye yaptığını
kestiremediği bir şekilde Nazım, arka pencereden el sallamaya devam ediyordu…
* * *
Aradan
birkaç gün geçmişti. O günü ve o adamı çoktan unutmuştu. Baskıdan yeni çıkan
ilk kitabının heyecanını, tümüyle olmasa da hala üzerinde taşıyordu.
Kutlamaları kabul ediyor, arayan, tebrik eden, kitabını soran dostlarıyla
konuşuyor, uzun yıllardır hiç görüşmediği, adını bile unuttuğu tanıdıklarından,
okul arkadaşlarından mesajlar alıyordu. Hiçbir mesajı yanıtsız bırakmıyordu.
Telefonundaki yanıtsız çağrılara geri dönüşler yapıyor, gelen elektronik
posaları özenle yanıtlıyordu. Çok sevdiği kimi dostlarının davetlerini
kıramıyor, onlarla buluşuyor, bazıları gece geç vakitlere dek süren sohbetlere
katılıyordu.
Yine böyle
bir gündü. Bakırköy’de arkadaşlarıyla buluşmuştu. Florya Sahili’nde yürüyüş
yapmış, ekmek arası balıkla karınlarını doyurmuşlardı. Bir çay bahçesinde
içtikleri demli çaylara, sanat, edebiyat, eleştiri ve kitaplar üzerine keyifli
bir sohbet eşlik etmişti.
Eve
geldiğinde duvardaki saat gece yarısını biraz geçeyi gösteriyordu. Verimsiz bir
gündü. Bütün günü dışarıda geçirmiş, hiçbir şey yazamamış, okuyamamıştı. O
günkü elektronik postalarına bakmak için çalışma odasına geçti. Bilgisayarını
açtı. Gelen mesajlarının en başındakine takıldı gözü. Tuhaf bir başlığı vardı:
“Sanki bin yıl geriye; buruk anımsamaya…”
Orhan Köymen
adlı kişiden geliyordu. Ne mesajın başlığına anlam verebildi, ne de gönderen
kişiyi anımsayabildi…
Merakla
mesajı okumaya başladı. Şöyle yazıyordu:
“Sevgili Nazım!
Cide’ye döndüm. Bana hediye etmek lütfunda
bulunduğunuz 'KIZAK'' ı bir solukta
okudum. Kitap bittiğinde sanki bin yıl geriye, Hasanpaşa'ya gittim. Fenerbahçe
İşkembe Salonu’nu sağımda bırakıp hafif yokuşu tırmandım. Yol kendiliğinden
sağa sapıyordu. Yaklaşık yirmi metre ileride, sağdaki dört katlı evin giriş katındaydım.
Duyar gibi oldum:
'Hiç değilse çocuğun önünde yapmayın!'
…
Gülcihan, bizim tıbbi tahlil laboratuvarında yetiştirdiğimiz
laboranttı. Biz onu hep Hatice olarak bildik, tanıdık, sevdik… O bunun farkında
değildi; gözleriyle konuşur, sevdiklerine su verir gibi gülümserdi.
Çok sevgiler...
Orhan Köymen”
Gözleri mesajın
içeriğinde, hareketsiz, öylece dona kaldı. Neden sonra başını hafifçe kaldırdı.
Buğulanmış bakışlarını zamanın boşluğuna bırakmış gibiydi.