Bir ülke.
Hemen yanı başımızda.
Sınırları sınırlarımıza dayalı.
Ve belki de kaygıları kaygımız.
Uzaklarda, nasıl da maviye bulanmış dorukları
dağların.
Nasıl da heybetle yükseliyorlar.
Ufukta, ucu bulutlara uzanmış bir dağ
seçiliyor.
Dağın eteklerinde bir köy. Evleri insan
kokuyor, ocakları duman.
Köyün içinde derince açılmış bir çukur!
Sanırsın yer yarılmış.
Köyün içinde derince açılmış bir çukur!
Sanırsın yer yarılmış.
Ya da bir devin ayak izidir.
Tıpkı, kötü masallardaki gibi; bir dudağı
yerde, bir dudağı gökte!
Sanırsın Gök Tanrısı gürlemiş, sanırsın gazabına
uğramış tanrıların...
Çukurun içinde parça parça taşlar, siyahlaşmış
kayalar, isli eşyalar…
Yanmış, yıkılmış bir evden geriye kalan ne
varsa.
Oraya buraya savrulmuşlar; taşların arasında bir bez bebek, toza bulanmış giysiler, yanmış pencereler, kapılar.
Oraya buraya savrulmuşlar; taşların arasında bir bez bebek, toza bulanmış giysiler, yanmış pencereler, kapılar.
Ve parçalamış cesetler tabii...
Cesetlerin arasında yaşlı bir kadının ölüsü.
Ayakları dibinde renkli bir bez parçası, bir
seccade…
* * *
Yine bir fotoğraf!
Yine bir fotoğraftan sızan acı; Zergele!
Yine bir fotoğraftan sızan acı; Zergele!
Uzaklarda bir köyün, cesetlerden, lime lime
olmuş etlerden, oyuncak bebeklerden mürekkep hali.
Yani, artık bir köy olmaktan çıkmış, meali.
Artık köy adına bir şey kalmamış orada.
Ne sıra sıra dizilmiş eski yüzlü evler, ne
camiden bir eser, ne okula benzer bir şey.
Sadece bir enkaz yığını kalmış geride.
Ateşle, barutla, ölümle sınanmış bir yığın.
Nasıl yanmışa bir gecede, nasıl yıkılmışsa
bir dağın etekleri, öylesine insan kokuyor şimdi cesetleri.
Öylesine ölüm hıçkırıyor insanların çığlıkları.
Belli ki, oralarda bir yerde, kuşkuya
çalınmış bir dağın yamaçları.
Belli ki bir dağın yamaçlarına sığınması çok
görülmüş bir köyün.
Çoktandır, insansız hava araçları gönderilmiş
semalarına, radarlar çalışmış durmadan, haritalar çizilmiş, fotoğraflar
çekilmiş bol bol.
Adına terör yuvası denmiş; Jetlerle, uçaklarla, yüzlerce kiloluk bombalarla hücum edilmiş üzerlerine.
Adına terör yuvası denmiş; Jetlerle, uçaklarla, yüzlerce kiloluk bombalarla hücum edilmiş üzerlerine.
* * *
İnsansız hava araçları ne kadar hassastır
sizce?
Evlerinin bahçesinde oyun oynayan küçük bir
çocuğu seçer mi mesela?
Ya da seccadesinde namaz kılan yaşlı bir
nineyi?
Çocukların vazgeçilmez oyuncağı, el yapması bez bebeği nasıl resmeden ekranlara?
Çocukların vazgeçilmez oyuncağı, el yapması bez bebeği nasıl resmeden ekranlara?
Sahi, bir vuruşta koca bir tepeyi yerle bir
edecek bombayı nasıl fırlatır hedefe uçaklar?
Bir pilotun nasıl dokunur parmakları, bir
anda onlarca insanı ölüme götürecek bombanın tetiğine?
* * *
Bir çocuğu tanımıştım bir zamanlar; köyü
boşaltılmış, acılar yüklenmiş bir ailenin en küçük ferdiydi.
“Bombalar
yapacağım” diyordu, “barış bombaları”;
Eliyle tarif ediyordu çocuk, gözlerinde
sevinç ışıkları;
“insanlığın
üzerine atacağım, o bombaların etkisinde kalanlar barış ve sevgiden başka bir
şey düşünemez olsunlar”, diye…
Oysa ki bilmiyordu çocuk; savaş bombaları
üretmekle meşguldü büyükler. En büyüğünü, kuşkusuz en korkuncunu 1945 yılında üretmişti. Üretmiş ve aynı
yılın 6 Ağustos’unda Hiroşima'ya, 9 Ağustos’unda da Nagazaki’ye atmışlardı.
Havanın durumunu, nemini; rüzgârın şiddetini, yönünü bile ölçmeyi ihmal etmemişlerdi. Hatta, iki kent halkının
en çok sokakta olduğu saati, dakikayı bile titizlikle seçmişlerdi: Saatler 08.15’i
gösterdiğinde, tarihte görülmemiş bir ölüm yağmıştı bu iki şehire…
Çünkü akıllıydı büyükler. Bir kez düşünmeye
başlayınca korkunç bir ölüm makinesine dönüşüveriyorlardı hemen. İlkinde, 140 bin insan
ölmüştü! İkincisinde rüzgâr suçluydu; son anda yön değiştirmiş, planlanandan
daha az sayıda, yalnızca 74 bin insanın ölmesiyle kalmıştı. Ne varki, ilk anda
ölenlerin sayısıydı bu. Sonra ölenlerle birlikte, 143 bini
bulacaktı ölenler.
Hiroşima ve Nagazaki’nin sağ kalanları şanslı
mıydı dersiniz? Buna evet demek mümkün değil. Sağ kalanlar, bir süre
sonra, ilk anda ölenler kadar şanslı olmadıklarını anlamışlardı. Günler, aylar,
yıllar sürecek bir sürede, acılar içinde can çekişerek ölmekti onların kaderleri.
Sonraki yıllarda 500 bini bulacaktı bu iki şehrin ölüleri…
Paul Tibbets… Enola Gay isimli ölüm uçağından
Hiroşima’ya atom bombasını bırakan ABD’li subayın adıydı. Görevini başarıyla
tamamladı. Tinian Adası’ndaki Hava Üssü’ne indiğinde, onun, 145 bin
Hiroşimalıyı öldüren parmakları, bir general tarafından göğsüne takılan seçkin
hizmet madalyasını okşamakla meşguldü…
Tibbets hiçbir zaman pişmanlık getirmedi.
Yaptığıyla hep övündü. İyi bir şey
yaptığına inanmıştı/inandırılmıştı.
* * *
Hayallerinde barış bombası yapan çocuk
bilmiyordu. Oysa ki savaş bombaları üretiyordu büyükler. Üretiyordu ve
atıyordu… Üstelik çocukların, kadınların, yaşlıların üzerine. Niye mi? Belki de savaştan, acıdan,
ölümden başka bir şey düşünemesinler diye! Zergele’de, tek vuruşta koca bir tepeyi
yerle bir edecek bombayı fırlatırken pilot, emri verirken komutan, kararı onaylarken
siyasetçi…
Acaba, onların da çocukları, barış bombaları yapmayı
hayal ederler mi bir gün?
Onca insanı, tek seferde yok etmeyi başaran pilot,
Diyarbakır’daki üssüne döndüğünde onu da karşılayan bir general olmuş mudur? Onun
da göğsüne, uçağından ölüm atışları yaptığı parmaklarıyla okşayacağı bir üstün
hizmet madalyası takılmış mıdır? Kariyerine yazılmış mıdır; 150 kilometre, 2
saatlik uçuş, 8 ölü; biri namaz kılarken, bir diğeri hamile, gerisi 27 yaralı;
başarılı bir hücum, yerle bir edilmiş köy, yıkık evler, 1 cami, 1 okul…
Sahi, barış bombası icat edebilir mi bir gün,
bu ülkenin acıya doymuş çocukları?
Barış bombası üretirse bir gün çocuklar,
büyükler insan öldürmekten vaz geçerler mi?
* * *
Zergele!
Seni nasıl anlatırız çocuklara bir gün,
bilmem?
Öyle çok alıştık ki, hemen her
gün ölüm haberlerinin düşmesine sofralarımıza.
Öyle çok alıştık ki topluca ölmelere.
Silmek öyle kolay mıdır, derin acıları? Üstünü örtmek mümkün müdür durmaksızın kanayan yaraları?
Barış bombası yaparsa bir gün çocuklar, unutmak
nasıl mümkün olacak, bunca yaşananı?
Belki kasa kasa paraları; dolarları, euroları
sıfırlamak kolay.
Belki fısıldaya fısıldaya kupon arsaları,
gemileri, villaları; çikolata ve ayakkabı kutularını sıfırlamak da kolay!
Peki nasıl unuturuz 1977’nin 1 Mayıs’ını,
Taksim’ini; 78’de Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı?
Nasıl unuturuz alev alev yanarken Madımak’ı, Sivas’ı; Diyarbakır’ı, Iğdır’ı ve Lice’yi?
Akıllar ne kadar tutulmuş olabilir sizce bu ülkede, vicdanlar ne ölçüde kanamalı?
Nasıl unuturuz alev alev yanarken Madımak’ı, Sivas’ı; Diyarbakır’ı, Iğdır’ı ve Lice’yi?
Akıllar ne kadar tutulmuş olabilir sizce bu ülkede, vicdanlar ne ölçüde kanamalı?
Her gün, deniz aşırı büyüyor filolar; dolar
dolar, petrol petrol çoğalıyor; ağrımızsa katmer katmer…
Fısıltılar telefondan telefona ulaşıyor, ajanslar
birbirinin yalancısı, gazeteler ağlamaklı.
Azarlanmış alt yazılardan öğreniyoruz gerçekleri.
Sizce nasıl hatırlarız Gazi’yi, Gezi’nin
güzel çocuklarını?
Roboskili köylüleri, Somalı işçileri, Ermenekli Madencileri.
Roboskili köylüleri, Somalı işçileri, Ermenekli Madencileri.
Yaralı oyuncaklarıyla Suruç’un gül yüzlü
gençlerini.
Bir fısıltı gibi gelip geçer mi bütün bunlar?
Sizce nasıl sıfırlanır bu acılar?
@yusufnazim
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/sizce-nasil-sifirlanir-bu-acilar,12494
Sizce nasıl sıfırlanır bu acılar?
@yusufnazim
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/sizce-nasil-sifirlanir-bu-acilar,12494
Video: Zergele (+18)
https://www.youtube.com/watch?v=MjZm2wZL3x0
Elim sanata düşer usta
YanıtlaSilDilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?
Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?
Gurbet olmasa da, acı ve ölüm düşmüş gibi sanki bu topraklara ustam :(
Sil