Erdoğan Aydın |
Cumhuriyet Kitap/22 Ağustos 2013
"Kızak": Yusuf Nazım'dan Öteki yüzün öyküleri
Yusuf Nazım, geleceğe güzel bir ülke bağışlamaktan başka hayalleri olmayan “o ay yüzlü çocuklara” adamış öykülerini; okuru sarsan ayrıntılarda onları anlatmış bizlere.
“Bazen, en gizemli anlamını çok küçük şeylere borçluydu hayat. Ve bazıları, işte bu hayattan alırlardı sevinçlerini; yanaklarında gülüş yığınaklarıyla çekincesiz yürür ve bazen tereddütsüz ölürlerdi. Tıpkı bir çocuk saflığıyla inanırlardı onlar bu hayata... Çünkü bilirlerdi, bugün olmasa bile elbet, onu yaratandan başka sahibi olmayacaktı hayatın…”
Eylül 2012’de yayımlanan Kızak, son zamanlarda değişik gazete ve edebiyat dergilerinde denemelerine de rastladığımız Yusuf Nazım’ın ilk öykü kitabı. Önsözünü, öykücülüğümüzün yaşayan ustalarından Adnan Özyalçıner’in yazmış olduğu ve nisan ayında ikinci baskısını yapan kitap, okura usta bir öykücüyü okuma tadı yaşatıyor.
Öykülerde, içimizden birilerinin bir zamanlar tanığı olduğu hayatlar, geçmişte yaşanılan ama unutulmaya yüz tutmuş olaylar, yakın tarihimizin karanlık labirentlerinde kabuk bağlamış yaraların izleri mevcut; dahası onların, sanki yeniden yaşıyormuşçasına kendini hissettiren bir gerçekliği. Her öyküde, bir zamanlar yaşanmış olanların, çarpıcı ve iç acıtıcı yüzüne dair izler görünüyor. Hilesiz ve yer yer güçlü imgelere dayanan anlatımıyla yazar, bizi hayatın üstü örtülen yanlarına doğru cesur bir yolculuğa çıkarıyor.
Adnan Özyalçıner’in kitabın önsözünde işaret ettiği gibi, “Yusuf Nazım’ın çoğu öyküsünde doğa önemli bir yer tutuyor. Canlı bir varlık olarak yaşananları adeta yönlendirdiği gibi yaşanacak olanların da habercisi. Aynı zamanda olan bitene tanıklık ediyor.” O, bazen “bir kadının kanlı rahminden, sanki yere yeni düşmüş bir çocuk yanağı kadar nemli ve yumuşacık”, bazen de “kışın ve zemherinin eksik olmayacağı” kadar sert. “Bin bir renkli çiçeklerin açtığı dağların, yeşilin her rengine boyanmış kırların, harman sarısı bozkırların coğrafyasının” öykülerini aktarıyor okuyucuya.
Öykülerde içli ve sıcak bir anlatım göze çarpıyor. Her öykü, okuru biraz daha olayların içine çekiyor, adeta onunla bütünleştiriyor. Çoğu kez anlatılanlar, canlı bir resim gibi okuyucunun gözlerinin önünde canlanıveriyor. Bu topraklarda yaşanan haksızlıklar, toplumsal travmalar, işkenceler, toplu öldürümler ve siyasal cinayetler, son derece etkileyici bir arka plan kurgusuyla okura aktarılıyor.
AMANSIZ ÇELİŞKİ
“Yağmur Saçlı Gece” adlı öyküde ise yakın tarihimizin siyasal cinayetlerinden birinin, unutulmaya yüz tutmuş dramatik hikâyesi, bir daha hiç silinmeyecek şekilde belleklere kazınmakta. Çocukluğunda, yağmur saçlı gecelerin zevkli bir oyunla özdeşleşen anılarının, bir çocuğun gözlerinde nasıl bir cehennem ateşine dönüştüğünün iç sarsıcı hikâyesi anlatılıyor. Geçmişte yaşanılan acı bir tanıklık, bu tanıklığın bir çocuğun iri bal damlası gözlerinde cereyan eden görüntüsü… “Bulutların yağmur yüklü zamanlarında” yaşadığı korku ve gerilim dolu günler, bir türlü geçmek bilmeyen iç sıkıntıları, içten içe yaşanmak istenen bir yüzleşme ve meydan okuma dürtüsü… Ve “sokak lambalarının cansız ışıkları altında, tel tel süzülen yağmur saçlı bir gecenin kollarına doğru” atılan adımlar… Hasanpaşa dolmuşlarının birinde, kesintisiz yağan bir yağmurun cama vururken çıkardığı seslerin arasında geçmişe yapılan bir yolculuk… Bir öykünün, ilerledikçe, adım adım okuyucuyu içine sürüklediği bir fırtınaya dönüşmesi; küçük bir çocuğun, yuvalarında sihirli birer küre gibi duran bal damlası gözlerine yansıyan bir ölümün sureti… Öykü sona erdiğinde, bir ülkenin yaralı tarihi kanıyor sanki okuyucunun yüreğinde.
“Torba” adlı öyküsünde, korkuyla ve zorbalıkla bastırılmış bir toplumda, “dillerini kökünden kopartmış gibi susarak, sefil, mahzun ve korkak bir karınca gibi yaşayan” insanların, yeri geldiğinde üzerlerindeki ölü toprağını nasıl atacağı anlatılmakta. Burada aynı zamanda, yakın geçmişimizin siyasal toplu katliamlarından birinin, gerçek tanıklığından yola çıkılarak anlatılan bir öykü okuyorsunuz. Öyküye figür olarak, sıradan ve pejmürde iki emekçinin seçilmesinin ise tesadüf olmadığını, bunun sınıfsal ve toplumsal bir karşılığını izleyerek görüyorsunuz.
“Sessizdi Oranın Çığlıkları”, “Düğme”, “Bu İşyerinde Grev Var”, “Çıplak” ve “Pirinç” öykülerinde de, on yıllardır yaşadığımız topraklardaki çözülmemiş sorunlar ve çelişkiler ustaca olayların içine yerleşmiş durumda. Ve yine doğa her zamanki gibi, kendi sinesinde büyüyen bu amansız çelişki ve çatışmaların birer canlı tanığı…
78 KUŞAĞI
Yusuf Nazım |
Bir zamanlar eşitlikçi ve özgürlükçü hayalleri olan bir ülkenin yenilmiş ama yok olmamış bir kuşağının ayak izlerini takip ediyorsunuz öykülerde. Öyle ki bu ayak izleri, bazen çok eski ve sisli bir geçmişe götürüyor sizi, bazen de yakın zamanın ya da bugünün yaşanılanlarına...
12 Eylül 1980 darbesiyle baskılanan toplumsal muhalefetin içinden gelen 78’ kuşağı, kendine duyduğu o müthiş güvenle, büyüttüğü umutlar kadar büyük bedeller ödedi. Kendisi için hiçbir şey talep etmeyen bu kuşağın hikâyesi henüz tam olarak yazılmadı. Yazılmaya çalışıldı ama tam da becerilemedi, belki de yarım kaldı. Edebiyatımız, bu kuşağın yeni bir gelecek arayışını yeteri kadar işleyemedi. Öykücülüğümüz de bu anlamda, tarihsel bir sürecin kendine armağan etmiş olduğu bu görkemli malzemeyi tatmin edici bir şekilde kullanamadı. Bugün de hâlâ, bir zamanlar adını bile anmaktan imtina ettiğimiz Kürt sorunu dahil, biriktirmiş olduğumuz derin sorunlar, iç çekmeler ve çatışmaların içerisindeyiz.
Yusuf Nazım, belki de öykücülüğümüzdeki bu boşluğu doldurmaya aday bir “öteki yüzün öykücüsü”. Kızak’taki öykülere ve bu öykülerin sahip olduğu sese kulak verdiğimizde bunun kuşatıcılığını ve sarsıcılığını görüyoruz.
Öykülerde tutku, adanmışlık ve sevgi önemli bir yer tutuyor. Gerek “Koko”nun “reklamların, sözleşmelerin, teşvik ve primlerin kirletemeyeceği kadar yufka yüreğinden”, gerek “Düğme”deki çok küçük simgesel nesnelerin, aşka ve sevdaya dair duygular söz konusu olduğunda, zulmün bile ‘ti’ye alınarak nasıl bir direnç abidesine dönüşülebileceği örneğinden bunu görüyoruz.
Yazar, geleceğe güzel bir ülke bağışlamaktan başka hayalleri olmayan “o ay yüzlü çocuklara” adamış öykülerini; okuru sarsan ayrıntılarda onları anlatmış bizlere. Dahası öyküden öyküye atlarken “umutlarını atlarının terkilerine alarak yitip giden o çocukların şimdi nerede olduklarını sorduruyor her defasında. Bu sorunun yanıtı yok ne yazık ki. Ama kitabı bitirip de arkanıza yaslandığınızda, güçlü bir şekilde hissediyorsunuz; “geri dönecekler, bir gün, mutlaka!” Gezi Parkı’ndan Türkiye’ye yayılan o güçlü çığlık onların ayak sesleri belki de…
Kızak/ Yusuf Nazım/ Evrensel Basım Yayın, 2.Baskı/ 128 s.