Yusuf Nazım
Radikal/21 Şubat 2013
Kırık bakışlarıyla,
soluk bir fotoğrafta gördüm onu geçende. Vakitsiz gelen bir ölümün soğuk silueti
vardı yüzünde. Ebediyen susmuştu. Çepeçevre sarmış bedenini tahta bir tabut ve daracık
bir kefen bezi içinde…
Altında
bir yazı : “Ajansları yalanlayan
fotoğraf!”
Öylesine
baygındı ki bakışları... Sanki, başka bir dünyanın aralığından bize bakar gibiydi.
Sanki, başka bir dünyayı aralar gibiydi bakışları. Göğsünde bereleri, etleri
morarmış, şakağı kızıl, kurumuş kan içinde…
“Diyarbakır’da, polise atmak
isterken elinde patlayan bombayla ölen gencin haberini yapan Cihan Haber Ajansı, Anadolu Ajansı, İhlas Haber Ajansı ve Doğan
Haber Ajansı'nı yalanlayan fotoğraflar..” diye devam
ediyordu haber…
Ölümse
eğer kalbimizi kıran, haberin değeri yüksek olsa da neye yarar. Bir ölünün
cansız bedeninden çıkan yalan haber, nasıl bir bombaya dönüşür? O bomba, nerede
ve nasıl patlar? Haber ajanslarında kaç reyting yapar? Ne tür bir hasara döner toplumun
vicdanında?
“Otopsi
raporunda, yaşamını yitiren 18 yaşındaki Şahin Öner'in
ezilerek öldüğü anlaşılmıştır.”
Ölüler yalan söyler mi sizce? Ölüm, hangi suretiyle
doğrularsa bir haberi, o haber manşet olur?
Şahin Öner… Diyarbakırlıydı, gençti, yurttaştı. Büyüdüğü
toprağın çocuğuydu o. Ağrıları çoktu. Bu yüzden, belli ki öfkesi de vardı. Öğrenciydi.
Üniversitede okuyordu. Yaşasaydı, bu ülkeye yurttaş olmaya devam edecekti.
Belki bir ressam, bir yazar, bir sanatçı; bir öğretmen olacaktı… Belki de
onuruyla ekmeğini taştan çıkaran bir emekçi... Belli ki haksızlığa karşı damarlarındaki
kan, biraz deli akıyordu. Belki dili başkaydı, Kürt’tü. Fark etmez, Türk’de
olabilirdi. Mutlaka hayalleri vardı, öfkesi, soluk soluğa nefesi, umutları ve
düşleri… Ölüsü bir polis panzerinin altından çıkarıldı…
Haber değeri yüksek ölümler eksik
olsun hayat
Haber
değeri yüksek ölümler eksik olsun hayat. Kim sevinebilir
ölü ele geçirilmiş hayatlara. Siz, taraf tutan ölüler gördünüz mü hiç? Ya hayatlarını
yarım bırakarak çekip giden çocuklar? Onların suskun ve aralık bakışları,
medyaya servis edilen haberlerin yerine geçer mi? Ölü bir bedenin söyledikleri,
tekzip etmeye yeter mi sizce manşetleri?
Şahin Öner.. Diyarbakırlıydı, Kürt’tü, dili başkaydı… Ne
fark eder ki, Türk’de olabilirdi. Bir Karadenizli, ya da Egeli… Hoş, Türk
olsaydı aynı kaderi yaşar mıydı, bilinmez. Öfkesi sokağa taştı diye panzerler
üstüne kalkar mıydı? Diyelim kaza oldu, hastane yerine karakola gider miydi?
Farz edelim, başka bir coğrafyada yaşasaydı Şahin, aceleyle eline bomba tutuşturulup
bilcümle ajanslar, 4 sütun üzerine manşet atar mıydı?
/*
Şubat tatili de bitti. Çocuklar okullarıyla buluştular.
Yarım kalan derslerine devam ettiler. Üniversiteler cıvıl cıvıl, yakında baharı
karşılayacaklar… Şahin Öner okuluna gidemedi, bir daha gidemeyecek! Yeni bir
baharı olmayacak onun. Hocaları, arkadaşları onun gülümseyen asi yüzünü okul sıralarında
bir daha göremeyecekler…
Diyarbakır ilinin valisi mi? Onun da çocukları vardır
muhtemelen. Onlar okula gittiler, hep gidecekler. Onların sıraları boş
kalmayacak. Sevimli, şımarık ya da asi yüzleriyle öğretmenlerine zekice sorular
sormaya devam edecekler. Şahin Öner soramayacak! Onun hayata sorduğu bazı sorular
vardı, karşılıksız kaldı. Başka sorusu olmayacak…
O ilin emniyet müdürü, o panzerin sürücüsü; onların bağlı bulunduğu
genel müdür ya da onun da bağlı olduğu bakan! Onların da çocukları vardır.
Hepsi, en sevimli halleriyle güle oynaya koştular okul sıralarına. Onların çocuklarından
biri, serseri bir polis panzerinin altında kalmadı, kalmayacak. Kazara bir şey
gelse başlarına, sürücü, memur, müdür ya da vali, bil cümle zevat; üstünü
örtmek için el ele verip medyaya yalan haber salmayacak.
Sanatçısına, sürmanşet “şerefsiz” diyen, çatal fırlatan bir yayıncılık. Devran döndüğünde
süklüm püklüm pişmanlık dileyen, arsız, utanmasız bir güruh. Karanlık ve gizli
odakların servis edilen haberlerini gazetecilik sanan bir zavallılık. Yalan ve
linç kültürüyle beslenen ajanslar, kanallar, medya yöneticileri; onların da
çocukları var. Şubat tatili bittiğinde, yumuşak ve sıcak ellerinden tutarak,
okul sıralarına uğurladılar, hep uğurlayacaklar. Yeridir, arkalarından el bile
sallayacaklar.
Ya Şahin Öner? O, başka bir yolun yolcusuydu. Onun yakınları,
12 Şubat günü, soğuk bir tabutun altından omuz vererek yürüdüler. Anne ve
babası çocuklarını, sıcacık okul sıraları yerine, üzerinde ağıtların yakıldığı
karlı ve donmuş toprağa uğurladılar. Bu onun son yolculuğu oldu…
Şahin Öner gerçekte nasıl öldü, kim bilir çoğu merak bile etmediler.
Kalbi atmış, sokağa çıkmış, izinli ama izinsiz bağırmış, çağırmış… Panzerler
niye çocukların üstüne yürümüş, sormadılar. Ne bir emniyet müdürü açığa alındı,
ne de memur sorgulandı. Bakanlar, kendilerine bağlı kolluk kuvvetlerinin
marifeti bir ölümü sormaya zahmet bile etmediler…
Ajanslar, böyle reva buyurdular
Devletin
kocaman valisi, 18 inde bir çocuğun eline bombayı tutuşturuverdi; emniyet
pimini çekti, haber kanalları patlattı…
Genç bir
bedenin ölüm haberi, aceleyle servis edildi ; "polise atmak isterken elinde patlayan
bombayla yaşamını yitirdi" diye.
Ajanslar,
pusuya yatmış gibiydiler, böyle reva buyurdular. Çok sesli yalanlar fışkırdı ülkenin
antenlerinden. Televizyon kanalları birbiriyle yarıştı. Ana haber bültenlerinde,
hararetle sundular ölüm haberini spikerler…
Böylece,
18 'inde bir çocuğun ölüme dokundu bakışları. Soluk alamaz oldu bir kentin
sokakları. Islak, kirli bir yapışkanlık kaldı havada, asılı. Hepimizin tenine
bulaştı; aklımıza, yüreklerimize, can çekişen ruhlarımıza…
Ne oldu? Asi bir yüz daha eksildi Diyarbakır’ın sokaklarından.
Başka asi yüzler çoğaldı onun bıraktığı yerden. Üstelik biraz daha taşkın,
biraz daha öfkeli…
/*
Şahin
Öner… Yüzünde taşıdığı o asi gülümsemesiyle, başka bir baharı daha olmayacak
genç… O, artık yaşamıyor… Ebediyen de yaşamayacak. Yarı açık gözlerinde, masum
bir yaşamın pırıltısı yok artık. Ne bir sevgilisi olacak, ne de yarım kalmış aşkı.
Anasının, kokulu tülbendine bir daha yüz süremeyecek. Şefkatli ellerinin
yoğurduğu hamurdan ekmek yiyemeyecek. Sıcak çorbasından bir tek tas dahi içemeyecek…
Onun, daha henüz yirmisine dahi varmamış gençliği, bastırmak ve yok etmek
üzerinden beslenen bir devlet aygıtının kana ve ölüme alıştırılmış çarkları
tarafından öğütüldü. Daha niceleri gibi...
Ölüm mü? Koca
bir yalanın adı şimdilerde. Öylesine ağır, bedelsiz ve çirkin…
Nereden
ve nasıl gelirse gelsin; kimin eliyle var olursa olsun; öylesine zamansız, bir
o kadar hilekâr ve yakışıksız…
Ölüm…
Gidip de bir daha geri gelmeyecek olanın adı… Henüz yaşayamadıklarımız. Doymaya
fırsat bulamadığımız bunca şey… Belki, biraz da bizim gençliğimiz…
Not: Bu
yazı, ucunda ölüm olsa bile onurlu bir barış için yazılmıştır.
Yusuf
Nazım
Twitter :
@yusufnazim