Mevsim
erkenden soğumuştu. İstanbul yavaş yavaş kışa hazırlanıyorken içimdeki çocuk
üşüyordu. Bense, zamansız yolculuklara gömüyordum yüzümü. Issız ve yeni
dünyaları keşfe hazırlanan eski zaman gemileri gibi yüreğim. Sabırsız, meraklı, heyecanlı…
Kuşlar
ülkesine gidiyordum...
İstanbul’dan,
Yenikapı’dan, Marmara’dan... Biliyordum, şimdi göç zamanıydı; çokça
söylenceleri vardı onların. Öznesi olmuş gibiydiler sanki hayatın; korkulu, ağrılı.
Göç yollarına düşmüşken, sancılı ve acı esiyordu rüzgâr. Beraberinde ölüm
tohumlarını getiriyordu habersiz. Havada o güzelim kuş cıvıltıları, kırım ve itlaf
seslerine karışıyordu.
Hasta
kuşlar ülkesine gidiyordum...
Beraberimde
düşler; yeni keşiflere hazırlanan, eski zaman gemileri gibi yüreğim. Aklımda yitik
zamanların heyecanı. Önümde Bandırma’dan, Manyas’tan, Kaz Dağı’ndan, Assos’a uzanan
boydan boya bir diyar…
O diyar ki, bakmak isteyene değil, görmek isteyene gösteriyordu yüzünü, sancılıydı.
Bir yanı ağrıyordu. O diyar ki, binlerce yıllık acısını, sızım sızım basmıştı bağrına, eğilip kulak versen
duyacaktın, ağlıyordu.
Hüzünlüydü...
Bu hüznü, Assos’ta, Akropol’e çıkan, parke
taşlarla döşeli dik yokuşta tezgâh açmış, yetmişlik bir ninenin gözlerinde gördüm.
Hüzünlüydü... Tanıdık gelmişti bakışları. Akşam saatlerinde yaptığı 50 kuruşluk
günün ilk siftahını, sevinç gözyaşlarıyla karşılamıştı. Yorum tutmaz bu
yaşlara, ne denebilirdi ki? Nasıl bakılabilirdi bu gözlere? Hangi
sorular akardı bir yürekten diğerine?
Renkli
sırmalarla işlenmiş siyah önlükleri vardı. Işıl ışıl gözlerinin altında pembe yanakları
yoktu. Anladım ki, mutlu yüzlerin de hırsızları olurmuş meğer, hiç eser
kalmamıştı. Bakışlarındaki mutluluğu, gözlerindeki ışıltıyı, yanaklarındaki
sevinci çalıp götürmüştü zaman.
Üç bin yıl
öncesinin taşlarını üst üste koyarak yapmışlardı yapılarını. Kapılarını, üç binyıl
önceki kadar cömert açamıyorlardı. Gelenler ne bir tanrı misafiri, ne de başka
diyarlardan göçmenlerdi. Yokluk misaliydi söze gelen. Torbalarını dolduran
tarhana, 5 kuruşa satılmak içindi. Açlık içindi, tokluk içindi. Ne yürekler
binlerce yıl önceki gibi ferah, ne eski yüzleriyle tepelere sığınmış evler aydınlık
ve refah içindeydi.
Şu
karşıki deniz aynı deniz, şu akan su aynı Satnioeis vadisini suluyor; bu
tepeler, eteklerindeki yıkık dökük duvarlar, yol ortasındaki şu taş mezar; hemen
hepsi aynı, ya da biraz değişmiş suretleri. Sokaklar belki biraz daha eski,
belki biraz daha dar. Evler biraz daha küçülmüş, biraz daha sanki bir birine
sokulmuş…
Eski
kentin asıl sahipleri; asil sahipleri… Tiyatroda eğlenip, çarşısından alış
veriş yapar, gymnasion’da yüksek atlayıp, uzun koşarlardı. Üç bin yıl önce de
aynı çeşmeden su içerler, Batı Kapısı'na mezarlı yoldan belki bir merasim havasında
geçerlerdi. Şimdi, tıpkı bir cenaze merasimindeymiş gibi sıra sıra yüzler. Yan
yana gelip ölü suretleri gibi dizilmişler. Eskimiş gözlerle bakıyorlar gelip
geçenlere. Utangaç sözlerle satıyorlar ellerinin emeğini, gözlerinin nurunu. Eski
alış veriş mekânları yok artık. Fermanlar okunmuyor, tartışmalar yapılmıyor
meydanında, Agora kapatmış utancından yüzünü. Kahrından, toprağa gömmüş yüzünü tiyatro. Assos'un hikâyelerini fısıldıyor bütün eski taşlar…
Eskimiş
yüzlerine baktıkça duvarların, görüyordum. Mermer ustaları, taş ustaları kilim
dokur gibi taşı taşla dokuyordu. Her adımda toprak buram buram tarih kokuyordu.
Yaralıydı. Dokunsan, ağlıyordu. Ayak bastığımız her yerde, tarihi tarih
yapanlar yatıyordu. Ve üç bin küsur yıl sonra Aristotales'in torunları, akropol
yokuşunda 50 kuruşa siftah yapıyordu...
Tarih
işte bu kadar bilinmeye açtı. Tarihin sonu yaklaştıkça, hasta kuşlar ülkesinde insanlar
hala 50 kuruşa muhtaçtı.
Yaralı
bir çığlık gibi her santimetrekaresinden fışkırırken tarih, derken başkaları
geldi… Tarihsiz bir coğrafyanın efendileriydiler. Tarih tarih olduktan sonraydı
ki onlar, tarihsiz oluşlarını hiçe sayaraktan, tıpkı bir karabasan gibi kasıp
kavurarak her yanı çıkageldiler…
Taşı
taşla oyanlar, toprağı toprakla dövenler, gün geldi tarihi olmayanların
karşısında talihsiz bir coğrafyanın köleleri gibi dizildiler... Ezildiler... Yenildiler...
Her dönem
tarihi fütursuzca talan edenler, yakıp yıktıktan sonra kentleri, yağmalayıp çekip
gittiler… Tarihleri olmayanlar, taşıyabildikleri her tarih parçasını,
kendilerine yalan bir tarih yapmak için yanlarında alıp götürdüler.
Aphrodisias’tan, Pergamon’dan, Mezopotamya’dan…
Tarihin
de hırsızları vardı. Eskimiş yaşamlara hayrandılar. Yaşayamadıkları bir tarihin
yalancı yüzleriydi tanık oldukları. Saklamak istedikleri, eşi görülmemiş bir
yağma ve talandan ibaretti. Yeniden yazmaya çalıştıkları tarih ise yalandı.
Şimdi
aşağılardan baktıkça sönüyor, uzaklaştıkça siliniyordu Assos. Başka diyarlardan
dost mektupları akıyordu. Kadir bilen akıllar, cesur yürekler, istesen gözünün
nurunu esirgemeyen bir incelikle esiyorlar. Sanki bir özbek türküsü gibi dilleniyorlar. Hayata, sevdaya, aşka ve
dostluğa dair bir söylenceye dönüşüyorlar. Akçay’da Andromeda’nın güzel yüreği
varlığını paylaşmak için kanatlanıp geliyor. Kiraz Zamanı Masalları sese ve
notaya bürünüyor. Yüreğimiz, soğuk bir pınar gibi yüreğinde, bakışlarımız çocuk
bakışlarında eriyor.
Kaz
Dağları ardımızda perde perde yükseliyor. Sarıkız’ın bütün kuşları ürkmüş,
eteklerindeki bütün ceylanlar susmuş sanki. Dağların etekleri yapayalnız, terkedilmiş
kulübeler kimsesiz. Derin vadilerin kuytuluklarında yüzlerce asırlık çınarlar,
kim bilir ne esrarlı öyküler saklıyorlar. Baktıkça, kuşlar cennetine dönüyor yüzüm. İda Dağı'nın öyküleri sökün ediyor akın akın. Pınarbaşı'nda bir şelale
ağlıyor, dağda bir kemancı eski dostları çalıyor…
Geçmiş
bütün zamanların öyküleri bir bir ayaklanırken yâdımda, dönüş vakti yavaş yavaş
yaklaşıyor. Görüyorum; Antandros'ta, küçük bir iskelede ayakları suya değiyor genç bir kızın. Kim bilir ne düşler kuruyor içinden. Binlerce yıllık geçmişin
anlattıklarından habersiz, bilinmez bir geleceğe dair. Nar ağaçları, kırmızı ve
yeşile boğulmuş. İri, parlak meyvelerini çekincesiz sunuyor. Haşmetli
gövdeleriyle çınarlar, sabırsız sonbahara hazırlanırken, yeni ayrılmış
tenhalarımızdan sanki bir şairi anımsatıyor.
Bin
yılları arkasından süzülüp gelen zaman, büyük bir ustalıkla oynamış rolünü. Tarih,
hasta kuşların ülkesinde zamana boyun eğmiş, yorulmuş ve hüzünlü. Gören
göze, dokunan yüreğe, anlayan akıla göre biçimlenmiş toprak; dilini kökünden
kopartmış ve bir daha konuşmamak üzere susmuş.
Zeytinlikler
arasından yollar, geçmişten geleceğe ince bir sır gibi uzanıyor. Kuru toprağa
salmış yüzünü, kâh uzanıyor, kâh kısalıyor. Öbek öbek çukurlar, toza toprağa bulanmış
evler, çatlamış gövdeleriyle ağaçlar…
Yaşlı bir
kadının, ince bir zeytin dalına uzanıyor pamuk elleri. Hemen yanı başında
hummalı sayılmayacak bir heyecan. Kazmayla kürek el değiştiriyor, eski bir
kentin daha temelleri kazılıyor. Dönüyorum, bütün eski kentlerin hüznünü adım
adım yüreğimde toplayarak. Zaman, çığlık çığlığa akıyor, hemen ardımdan
çaresiz bir cellât gibi bakarak. Dönüyorum Antandros’tan, Assos'tan, İda
Dağı'ndan bütün hasta kuşları ülkelerinde yapayalnız bırakarak.
Assos-Antandros-İstanbul