27 Eylül 2012 Perşembe

Yusuf Nazım, umudu Kızak'ında taşıyor

Kızak /Öykü, Kapak resmi : Erdal Gencer
Tahir Şilkan
Evrensel/ 27 Eylül 2012


1993 yılından bu yana deneme ve öyküleri; Birgün, Cumhuriyet, Emek, Evrensel, Özgür Gündem, Özgür Ülke, Radikal gazeteleri ile Evrensel Kültür dergisinde yayınlanan Yusuf Nazım’ın ilk kitabı geçtiğimiz günlerde Evrensel Basım Yayın tarafından yayınlanmış bulunuyor: Kızak. Kitabın ilk öyküsünden adını alan kitapta, kimisi uzun yıllar önce yazılmış olmasına karşın güncelliğini bugün yaşananları anlatıyormuş gibi koruyan, kimisi de son dönemde yazılmış toplam dokuz öykü yer alıyor.

Kitaba etkileyici bir önsöz yazan öykücülüğümüzün usta yazarı Adnan Özyalçıner’in de tespit ettiği üzere, Yusuf Nazım’ın öykülerinde doğa önemli bir yer tutuyor. Şöyle diyor Özyalçıner: “...doğa-insan ilişkisi, öyküleri canlı ve çarpıcı kılan en önemli özelliklerden biri. Çünkü onun öykülerindeki gidilmedik, bilinmedik uzaklıktaki doğa, bütün çekilen, çektirilen acıları, baskıları, işkenceleri görüp duyandır. Bilene, bilmeyene de yayacak olan odur. Rüzgarlarıyla, fırtınalarıyla, tipileriyle yapacaktır bunu. Görene, görmeyene, duyana, duymayana Yusuf Nazım’ın öykülerinin eşliğinde ulaştıracaktır.”

Yusuf Nazım’ın kitabındaki ilk öykü Kızak, bir çocukluk öyküsü. Babanın beklenmedik ölümüyle, Çukurova’dan sarp dağlarla çevrili, soğuk, karlı memleketlerine dönmek zorunda kalan çocuğun düşlerine giren kızak etrafında örülen, duygu dolu, etkileyici ‘sıcak’ bir öykü. Yusuf Nazım, ‘Sessizdi Oranın Çığlıkları’ ve ‘Pirinç’ başlıklı öykülerinde; ülkemizin en temel, en güncel sorunu olan Kürt sorununu konu olarak seçmiş. Boşaltılan insansız köyler, yakılan ormanlar, tahrip edilen doğa, yerinden yurdundan edilen insanlar, baskı, zulüm, özgürlük mücadelesi ve ihanet bu öykülere yansıyan temel izlekler.
 ÖYKÜLERDEKİ ÜLKE GERÇEKLİĞİ

Kızak kitabındaki, ‘Yağmur Saçlı Gece’ ve ‘Torba’ başlıklı öyküler, 1990’lı yıllarda ülkemizde çok sayıda yaşanan yargısız-yerinde infazın farklı biçimlerde konu edildiği öyküler. Yusuf Nazım, ülkemiz gerçekliğini tüm çıplaklığıyla ancak sanatsal kaygıyı hiç ihmal etmeden güçlü bir biçimde okuyucuya aktarmayı başarıyor. Yusuf Nazım’ın kitabı ithaf ederken kullandığı sözleri burada paylaşmak isterim:
“ Heybelerinde aşk mektupları yerine şifreli sözler taşıyan at kuyruğu kızıl saçlı kızlar ve çocuklarına güzel bir ülke bağışlamaktan başka hayalleri olmayan o ay yüzlü çocuklara”

Yusuf Nazım’ın kitabında her öyküden önce yazarın bir öndeyişi var, bazıları bir, bazıları birkaç paragraf olan bu öndeyişlerin tümünde; ‘hayat’ veya ‘yaşam’ sözcüğü yer alıyor, bazen aynı cümlede ikisi birden. Hayat ve yaşam sözcüklerinin bu derece sık kullanılmamasının bir yolunu bulsaydı yazar diye düşünüyoruz...

Sevinç anları fazla değil Yusuf Nazım’ın öykülerinin ama hüzünlü de olsa gelecek günlerin acılara, işkencelere, baskılara zulme direnen insanların ellerinde değişip dönüşebileceğine ilişkin umut da var. Umut kendisini en fazla ‘Düğme’ ve çok yakın bir zamanda yaşanan Telekom grevinden bir anı anlatan ‘Bu İşyerinde Grev Var’ öyküsünde hissettiriyor. Yusuf Nazım’ın sözleriyle:

“...Kanatları kırmızı, gagaları sedeften, yeşil sürmeli gözlü kuşlar, bir gün çıkagelirler. Havaya, suya ve toprağa masalımsı hayatları bağışlayan esrarengiz öykülerini toprağa bırakırlar. Ateş yanar, buz çözülür, su akar... O andan itibaren toprağın bereketli bağrında, yeni ve taptaze bir hayatın müjdecisi tohumlar üremeye başlar.”

‘KOKO’ ÖYKÜSÜ BİR SİNEMA FİLMİ

Kızak kitabındaki ‘Koko’ öyküsü için ayrı bir başlık açılması gerekir. Yaşamın anlamını, daha yaşanılır, daha özgür bir ülke ve dünya için mücadele eden insanlara dair ve onlarla birlikte olan farklı bir insanın öyküsü. Fakir Baykurt’un ilk romanı Yılanların Öcü’nün önce birkaç sayfalık bir öykü olarak yayınlandığını düşünürsek Koko öyküsünün pekala bir roman olarak yazılabileceğini düşünüyorum. Yusuf Nazım öyle güzel betimliyor ki Koko’yu, bir sinema filmi izliyor gibiyiz.

“... Koko, dövüşmesini bilmezdi. yufka yürekliydi... Yaşamın, insan iradesi dışında şekillenen parçasının basit bir yanılgısıydı belki...O bu yanılgının hiç farkında olmadı. Hükmün, mübadelenin, çıkarın olmadığı bir dünyaya aitti; paranın, kredi kartlarının, senetlerin kirletemeyeceği bir dünyaya; reklamların, sözleşmelerin, teşvik ve primlerin... Az bilen, çabuk inanan, zor öğrenen biriydi Koko; sevdi mi, pazarlıksız severdi; hani küçük çocuklar sever ya öyle.”..

Kızak bir ilk kitap, ama Yusuf Nazım’ın yazı macerası 20 yılı geride bırakan bir birikime sahip. Konularını gerçek yaşamdan alan, anlamlı ve mesajı olan öyküler. Çoğu zaman alttan duyurulan mesajlar bunlar ve yazarın dünyaya ve hayata bakışını okuyucuya geçiriyor.  Betimlemeleri  çok başarılı  ve yazarın gelecekte çok daha güçlü bir yazı insanı olacağının  habercisi.

http://evrensel.net/news.php?id=37009

Kızak
Yusuf Nazım
Evrensel Basım Yayın
128 sayfa

25 Eylül 2012 Salı

Düşler, hayaller, yolculuklar

İMC-TV, 22 Eylül 2012
Güler Yıldız'la İMC'de Hafta Sonu Programı'nda Yusuf Nazım'la ilk öykü kitabı KIZAK üzerine söyleşi : Düşler, hayaller, yolculuklar...


7 Eylül 2012 Cuma

KIZAK, İçinden hayat geçen yolculuklar, Yusuf Nazım, Eylül 2012

DOĞA-İNSAN İLİŞKİSİNİN ÖYKÜLERİ

Yusuf Nazım’ın çoğu öyküsünde doğa önemli bir yer tutuyor. Canlı bir varlık olarak yaşananları adeta yönlendirdiği gibi yaşanacak olanların da habercisi. Aynı zamanda olan bitene tanıklık ediyor.

Kimi öykülerde sözgelimi Kızak’la Düğme’de yaşamdaki sevinçli ve acılı anılar insan-eşya ilişkisi içinde paylaşılıyor. Sevinçlerle acılar birlikte yaşanıyor. Bu kez sevinçlerin de acıların da tanığı ister istemez bu eşyalar oluyor.

Koko öyküsünde başlayan insanın acılar, baskılar, işkenceler karşısında yaşamayı savunan, yaşamanın vazgeçilmezliğinin geleceğin aydınlık günlerini getireceğine olan inançlı direnci, öteki öykülerde de alttan alta sürüp gidiyor.

Betimleyici bir anlatım içinde doğa, bu öykülerde hep öne çıkıyor. Özellikle çekilen acıların, baskıların, haksızlıkların, işkencelerin en canlı tanıklarından biridir doğa.

Doğa-insan ilişkisi, Yusuf Nazım’ın öykülerini canlı ve çarpıcı kılan en önemli özelliklerinden biri. Çünkü onun öykülerindeki gidilmedik, bilinmedik uzaklıktaki doğa, bütün çekilen, çektirilen acıları, baskıları, işkenceleri görüp duyandır. Bilene, bilmeyene de yayacak olan odur. Rüzgarlarıyla, fırtınalarıyla, tipileriyle yapacaktır bunu. Görene, görmeyene, duyana, duymayana Yusuf Nazım’ın öykülerinin eşliğinde ulaştıracaktır.
 Adnan Özyalçıner
ARKA KAPAK YAZILARI

Yusuf Nazım öykünün yüz metre koşu olduğunu çok iyi biliyor. Bunu neden mi söylüyorum, yüz metre koşu nasıl hata affetmezse öykü de öyle. Yusuf Nazım bunu çok iyi bildiği için sözünü uzatmıyor, bir takım teknik oyunlara baş vurmuyor, neyi  nerede ne zaman bitireceğini iyi biliyor.

O yüzden neredeyse bütün öykülerinde organik bir bütünlük var. Diğer taraftan doğa tasvirlerinden oldukça etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Sanki yeni bir Yaşar Kemal doğuyor hissi uyandırdı yer yer. Doğa tasvirleriyle öykü kahramanlarının ruhsal özellikleri arasında ilginç yakınlıklar olduğunu gördüm. Bütün bunların yanında en önemlisi öykülerin içeriğinde biriken hakkaniyet arayışı.

Ne yazık ki günümüz yazarlarının pek çoğunun dert etmediği bir mesele bu.  İster adına hayat yada sistem diyelim, insana karşı örgütlenen bir yapı ile karşı karşıyayız. Buna karşı Yusuf Nazım, tavrını insandan yana koyuyor. Yani bir anlamda yaratıcı yazarlıkla sorumlu yazarlığı bir arada yürütüyor. Bu da günümüzde takdir edilesi bir misyon. Yolu açık olsun.
                                                                                                             Cezmi Ersöz


Yusuf Nazım, kalbini yaşadığımız coğrafyanın topraklarına vermiş ve bu toprakların biriktirdiği aşkları, ağrıları ve hüzünleri dinlemeye adamış öykücümüz.  Onun öykülerinde, bu toprakların sinesinde birikmiş sessiz ama derin çığlıkların izi var; onun öykülerinde, yenilmez olana dair bir başkaldırı, bir daha geri gelmeyecek olana ilişkin vazgeçilmez bir tutku ve hayatın görünmeyen yüzünde içten içe büyüyen bir isyanın izleri var…                                                           Erdoğan Aydın

Facebook tanıtım sayfası


http://www.facebook.com/pages/Yusuf-Naz%C4%B1m/439850632732705?ref=hl

Ve diğer öyküleriyle KIZAK, kitapevlerinde ve tüm internet satış noktalarında :

KİTAP SATIŞ NOKTALARI

KİTAP EVLERİ

İSTANBUL

EVRENSEL KİTAPEVİ
Tarlabaşı Bulvarı Kamerhatun Mah.
Alhatun Sk. Emek Apt. No: 25
34435 Beyoğlu, İstanbul, Türkiye
Tel : (0212) 255 25 46-47-86
http://harita.yandex.com.tr/Evrensel Basın


BEYOĞLU MEPHİSTO KİTAPEVİ

İstiklal Cad. No.125, Beyoğlu - İstanbul
Tel : (0212) 249 06 96 -249 06 87
http://harita.yandex.com.tr/Mephisto

KADIKÖY MEPHİSTO KİTAPEVİ
Caferağa Mah. Muvakkithane Cad. No: 5,
Kadıköy - İstanbul
Tel : (0216) 414 3519
 http://harita.yandex.com.tr/Mephisto Kadıköy

ANKARA

İMGE KİTAPEVİ
Konur Sok. No:17, Kızılay - Ankara
Tel : +90 (312) 418-19-42
http://harita.yandex.com.tr/İmge Kitapevi

DOST KİTAPEVİ-MERKEZ
Karanfil Sok. No: 11
Kızılay 06650 Ankara
Tel : (0312) 425 24 64
http://harita.yandex.com.tr/Dost Kitapevi-Merkez

DOST KİTAPEVİ-ŞUBE
Konur Sok. No: 4
Kızılay 06650 Ankara
Tel  : (0312) 418 83 27
http://harita.yandex.com.tr/Dost Kitapevi-Konur

İZMİR


DENİZ KİTAPEVİ
871.Sok. No:19, Kızlarağası Hanı Çınaraltı, Konak
Tel : 0533 367 8995
http://harita.yandex.com.tr/Deniz Kitapevi

İNKİLAP KİTAPEVİ
Balçova Kipa AVM, No: Z-01
Mithatpaşa Cad. No: 1462
Tel: 0232 278 8780
Balçova / İZMİR

İNTERNET SATIŞ NOKTALARI

YURTİÇİ


2 Eylül 2012 Pazar

Arsız bir ölümün kare kare anatomisi


Yusuf Nazım
Evrensel/ 2 Eylül 2012
 
12 ağustos 2012. Günlerden Pazartesi, saat 15.00 suları. İzmir’in Karabağlar semti, Limontepe Mahallesi’nde sivil bir araçla bir polis otosunun karıştığı basit bir trafik kazası yaşanır. Polisin, kazaya karışan sivilleri, elindeki telsizle darp etmesi üzerine tartışma başlar ve olay küçük bir kağıt parçası üzerine düşülecek basit bir ceza olmaktan çıkar. Polislerden biri, Erhan Barlak ve Faruk Karhan’ı güpegündüz silahla yaralar. Giderek büyüyen arbedede aynı polis, bu sefer Emrah Barlak’ı göğsünden ve bacağından vurarak öldürür. O sırada yoldan geçmekte olan başka bir kişi ise yaralanır. Olay sonrasında, polislerin ekip arkadaşları tarafından mermi çekirdekleri kaybedilmeye çalışılır. Yaşanan olay, tesadüfen orada bulunan bir kişinin cep telefonu ile baştan sona kaydedilmiştir. Bu yazı, cep telefonuyla kaydedilmiş bir ölümün kare kare incelenmesinden ibarettir.


Tahammül sınırlarını zorlayan bir sıcak, İzmir’in sokaklarını kavurmaktadır. Ege’nin meltemi, şehrin üzerine cehennemi bir şemsiye gibi çöken güneşin yakıcı ışıkları karşısında çaresizdir. Karabağlar semti, her zamanki öğleden sonrası mahmurluğuyla için için kıpırdamakta. Limontepe sakinleri, sıradan ve basit bir trafik kazasının olağan sonuçlarını izlemek üzere toplanmışlar. Ekrana gelmeyen görüntülerde, hararetle başlayan bir tartışma, hızla çoğalan, mavisi bol, laciverdi bir kalabalık, ardından geliyorum diyen belanın habercisi bir kıvılcım; başları telsizle darp edilmiş insanlar, 3-4 el silah sesi, iki yaralı genç, büyüyen bir arbede…

Birinci karede masmavi bir gök, sıcak asfalt, yerde bir sandalye... Havada, soğukkanlı bir ölüm asılı; kimse farkında değil, hiç kimse bilmiyor, kimse görmüyor. Eski İzmir semtinin sükûn içinde dükkânlarından eser yok; önlerinde kaygılı bakışlarıyla bekleyen bir kalabalık…

Yavaştan bir kıraathane giriyor ikinci kareye, yarım gözüküyor tabelası… Cadde ortasında, şaşkın bir kalabalık dalgalanıyor; insanlar öfkeli, sağa sola koşturmada; bir hengame, bağrışma ve çağrışma sesleri duyuluyor.

Üçüncü karede, minik objektifiyle bir kamera kayıtta, birazdan olacaklara tanıklık ediyor. Yolun karşısında, tedirgin balkonuyla üç katlı bina ürkek ürkek bakıyor. İki endişeli yüz, endişeli siluet; bakışlarında merak, yüzlerinde korku, izliyorlar.

Dördüncü kare, sanki polis ablukasında; ortada kırmızı şortlu genç bir delikanlı, ayağından yaralı; belki yeni terlemiş bıyıkları, belki biraz daha genç, biraz da heyecanlı. Havada barut kokusu, kan kokusu…

Beşinci kareye üç polis ve üç genç delikanlı birden seğirtiyor. Üç öfkeli adam, ikisi biraz önce yaralanmış; üçüncüsü süratle eğiliyor, yüzünde hiddetli bir çaresizlik, yan yatmış, sıcak asfalta sandalyeye doğru hamlesini yapıyor. Diğerleri, telaşla ona doğru koşmakta; sanki engel olmaya çalışıyor gibi vaziyetleri. Polislerden biri arkasını dönerek, oracıkta mevzisini alıyor. Bir diğeri, hasmıyla arasına emniyetli bir mesafe bırakma telaşında, pür dikkat izlemede; belli ki, biraz daha orantılı güç kullanmak heveslisi. Biber gazının mandalına basmak için hazır, nasıl da tetikte bekliyor parmakları. Gücü, üniformasında saklı; süratli bir hareket, önemli bir cesaret gösterisi, beylik tabancasına doğru devleti temsilen büyük bir cüretle gidiyor eli.

Altıncı karede bir adam; yirmili yaşlarında, yağız mı yağız delikanlı; adı Emrah, şivesi doğulu, kimliği Kürt olmalı. İki arkadaşı birden koşuyor, sabırsız bir cellat gibi geçiyor zaman, “dur” deyip sanki o anı durdurmak, öfkeyle kalkan sandalyeyi, çekip elinden indirmek istiyor. Emrah’ın avucunda sandalye, polisin elinde silah ve ölçülü bir orantıyla göğsüne doğru nişan!..

Arsız bir ölümün ıslak yapışkanlığıdır sonraki kareyi önemli kılan. Gömleği gök mavisi, pantolonu lacivert; sokak ortasında pusmuş en çirkin suretiyle bir ölüm…

Sanki bir sokak tiyatrosu, bir sinema perdesi; sıra sıra izleyenler, başları arkadan görünüyor, enseleri siyah. Beride yedi izleyici, kaldırımda üç, ötede iki daha, fazlası da var..

Sekizinci karede bir patlama, bir duman! Havada bir vızıltı, kurşun sesi; saniyelere sığmıyor, mili saniyelerle geçiyor, bir ateş kütlesine dönüyor zaman. Burgu burgu ilerliyor; çoğalıyor, ilerliyor, deliyor. Bir polis, omuz hizasından tutmuş silahını; “gezden, gözden, arpacıktan” diyor, elinde silahıyla poz veriyor, duruyor.

Dokuzuncu karede, saniyeler apansız çözülüyor. Havada bir alev topu, islim islim barut, kurşun kuşun mermi; birden bire Emrah’ın sımsıcak etiyle buluşuyor. Havada taze kan kokusu, barut, duman birbirine karışıyor. Kalbinde külçe gibi bir ağırlık; ateş, demir, kurşun; göğsünde bir yara, kanıyor…

Onuncu karede bir panik, korkuyla sallanıyor kamera. Yağız delikanlı derinden sarsılıyor. Kolları bir yana, başı bir yana savruluyor. Karşıda, üç katlı binanın önünde, kalabalık bir seyirci topluluğu daha. Emrah, şöyle bir sendeliyor; içi pare pare, yüzünde bir bilmece… Sağ tarafta bir polis, biber gazının mandalına asılmış, yaralı gencin gözlerine gözlerine sıkıyor. Arkada üç polisin sureti, başka bir izleyici grup daha görünüyor.

On birinci karede zaman bir kez daha insafsızca çözülüyor; bir patlama, bir patlama, bir patlama sesi daha duyuluyor. Sokak ortasında genç bir adam, yüzünde bir şaşkınlık, çözülmesi güç bilmece; şöyle bir sarsılıyor kolları, önce kalkıyor havaya, bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha sarsılıyor, sendeliyor, düşüyor.

On ikinci kareye, başka bir güvenlik görevlisi daha koşuyor; şaşkınlıkla sendeleyen Emrah’ın ensesinden kapıyor; çeviriyor, örseliyor, sarsıyor.

On üçüncü karede, devletin silah tutan eli bir kez daha görünüyor. Görev tamamlanmış gibi kalçasının hizasına iniyor, lacivert pantolonun üzerinden silahının duman tüten namlusuna eğilerek bakıyor, umursamaz bir aymazlık içinde dönüp arkasını gidiyor.

On dördüncü karede İzmir’in konakları şaşkın! Eskipazar semti suskun. Cadde ortasında genç bir adam; ömrünün baharında, henüz yaşanmamış kim bilir ne hayaller besteliyor. Sol eliyle göğsündeki yangını bastırmaya çalışıyor, bir kaç adım daha geri geri sendeliyor, gidiyor…

On beşinci karedeki genç, elleri başında koşuyor. Polis önlemini almış, güvenlik tam tekmil, dört yan kuşatmada. Orta yerde bir arbede, koşup ağlayanlar, havada insan, havada çocuk, havada ölüm çığlıkları…

On altıncı kareye diğer bir kolluk görevlisi aceleyle giriyor. Belli ki, o da meslek aşkıyla dolu, durumdan vazife çıkarmaya niyetli; sırtını duvara yaslamış, sanki bir silahşor ya da sahte bir kovboy edasında. Bakışları, “sırada kim var” dercesine küstahça. Birini daha yere indirmeye hazır, silahının soğuk kabzasıyla çoktan buluşmuş da teni, tereddütsüz sıkmak için tetikte bekliyor eli.

On yedinci karede ellerinde telsizleri polislerin car car bağırıyor; ekipler beklemede, sesler boğum boğum, sirenler kulakları tırmalıyor. Henüz hayallere doyamamış Emrah’ın ateşler içinde yanan bedeni, kirli asfalta düşmüş, sereserpe yatıyor. Baş ucundan üç genç, üç divane çocuk, üç yağız delikanlı; feryat figan elleriyle başlarını dövüyor; iki polis aracının arasında sinsi bir ölümün sureti parça parça bölünüyor, akıyor. 

Kirli bir karanlık basmış on sekizinci kareyi, yavaş yavaş Emrah’ı can çekişen bedenini kuşatıyor, sarıyor. Oluk oluk boşalıyor kan, gözleri kararıyor, benzi sararıyor, teni soluyor. Arsız bir ölümün soğuktan buza kesmiş nefesi, genç adamın damarlarına ağır ağır doluyor. 

On dokuzuncu karede, Kahveler Durağı, 3820 Sokağın sakinleri, soğuk yüzlü bu ölümün zifirden sureti karşısında, taşlaşmış anıtlaşmış gibi duruyor.

Yirminci karede, ekran yavaş yavaş kararıyor, zaman dona kesiyor, gölgeler siliniyor, sesler yitiyor.
Sonraki karede, ölüme batmış ağılı bir sessizliğin küf kokulu sesi duyuluyor.

Yirmibirinci kare; buzlaşmış cümle görüntüler, matlaşmış, flûlaşmış gibi; Merkez Kıraathanesi şaşkın; kaldırımda çatık kaşlı kalabalık, ürkek balkonuyla üç katlı bina, telaş içinde sağa sola koşturan bir çocuk; havada kurşun sesleri, siren sesleri, kanlı üniformaları içinde kaybolmuş polisler; Eskipazar Semtinde damarları kir tutmuş bir devletin sureti çürüyor.

Yirmi ikinci karede Emrah, yirmi üçüncü karede devlet, yirmi dördüncü karede ben, ölüyorum… 

Yusuf Nazım
yusuf.nazim1@gmail.com
Twitter : @yusufnazim