Çetin Çakmakçı |
Yusuf Nazım
Radikal / 17 Nisan 2012
Radikal / 17 Nisan 2012
“Emet’te Kürt işçiler gitti, gerginlik bitti!”
Geçenlerde bir gazetenin başlığı böyle yazıyordu…
Kütahya’nın Emet ilçesi Kaymakamı Sefa Güler, okul inşaatında çalışan işçilerle bir grup vatandaş arasında yaşanan gerginlikle ilgili olarak “Bu işçileri güvenli bir şekilde Kütahya'ya sevk ettik” dedi.
Van ve Erciş’teki depremden sonra çalışmak için Kütahya’nın Emet ilçesine gelen Kürt işçilerle milliyetçi bir grubun kışkırttığı vatandaşlar arasında “omuz atma” gerekçesiyle olaylar çıkar. Bir söylenti yayılır. Kürtler PKK bayrağı asmıştır. Ahali toplanır ve Kürt işçilere saldırırlar. Onları kovalar ve bir binada kıstırırlar. Güvenlik güçleri tedbir alır. İşçiler geceyi karakolda geçirir. Depremin vurduğu Kürt yoksulları, sabah olduğunda memleketleri Van’a geri gönderilirler.
Durum böyle; yabancısı olduğumuz bir şehirde “omuz atıldığında”, bilinmeyen bir dilde “türkü söylendiğinde” kışkırtılmış milliyetçiliğin körüklediği kalabalıkların oluşturduğu “taşkınlıklarda” bize hep gitmek düşüyordu!
Teni kara, alnı esmer, dili kırık olana yönelen nefret
Çünkü biz yabancıydık. Geldiğimiz bu kentin yabancısı, yaşadığımız bu ülkenin yabancısı… Bir defa “oralı” değildik. Uzak diyarlardan toplanmış, kamyonlarla, trenlerle gelmiştik. On yıllardır süren bir savaşın mağdurları, toprağını kendi insanlarına haram eyleyen bir trajedinin kurbanlarıydık. Tenimiz biraz karaydı, alınlarımız da esmer. Bu yüzden “başı külahlı”, potansiyel “terörist”, olağan “şüpheliydik!” Ne zaman ki, “omuz atma” bahanesiyle bir kavganın alevleri tutuştu; ne zaman ki “yüksek milli duygularla” galeyana gelen kalabalıkların öğretilmiş nefreti, teni kara, alnı esmer, dili kırık olana yöneldi, bize hep gitmek düştü!
Biz kimdik ve nereden geliyorduk? Hangi toprağın yabancısı, hangi insanın ötekisiydik? İnşaatlarda güvencesiz ve sigortasız çalışmaya mahkûm, hakkını aramaktan aciz, ne iş versen itiraz etmez, okuma yazma bilmez, cahildik. Fındık bahçelerinde ucuzdan da ucuza işçi, aile boyu ırgat, tarlada şalvarlı, boynu puşili gençtik; yoksulduk, mazlumduk, Kürt’tük! Dağda eşkıya, ovada şaki, karda yürürken ayakları “kart kırt” yapan öz be öz Türk’tük! Uzak diyarlardan gelme yabancı, yerli halkın içindeki “fazlalık”, göç yollarında derbederdik. Yara bere içindeydi çocuklarımız; üstü başı kirli, yanakları sümüklü, kaşları kara, biraz da görgüsüzdük.
Yalnızlığımız alnımızda yazılıydı. Bir sorun olduğunda, ya sokakta “omuz yedik”, ya da bir tenhada kıstırıldık. “Milli duyguları kabartılmış” grupların hassasiyeti hep bize yönelikti. Dillerinde ezber sözleriyle, öğretilmiş kalabalıklar yürüdü üzerimize. Hep “münferit” olaylar şeklindeydi; ya araçlarımız yakıldı, ya da dükkânlarımız kundaklandı. Sanki sığıntıydık oralarda, dilimiz kırıktı çoğu zaman, boynumuzsa bükük. Bu yüzdendi işte, bize hep gitmek düştü!..
Kanunlarda “gayrimüslim” diye, “dönme” diye fişliydi adımız. Bu topraklarda doğan, bu topraklarda büyüyen, bu topraklar için birlikte ölen; kimi doktor, bankacı, eşraf; kimi barutçu, sarraf ve zanaatkârdık… Manşetlerdeki adımız “ecnebi” ydi, ya da "karaborsacı Yahudi." Misafirperverliğin de bir sınırı vardı bu ülkede. Yasalar çıkartıldı bizim için; “Müslüman olmayan” diye; “Varlık Vergisi”, “toplama kampı”, “sürgün” diye. Bize hep gitmek düştü.
“Bir güvercin ürkekliğine” hapsolduk.
Hep azdık bu ülkede, sanki az olmaktan cezalıydık; Kürt’tük, Ermeni’ydik, Rum’duk! Küfürle eşdeğerdi adımız; hor görülmekti, tahkirdi, hakaretti. Azala azala tükendik, tükene tükene azaldık. Bayramlardan çok, kıyımlarla anıldı adımız. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta Alevi’ydik; alev aldık, yandık, yakıldık. Korktuk, korkutulduk. “Bir güvercin ürkekliğine” hapsolduk. Sonunda bize hep gitmek düştü…
Bin yıllardır bu topraklardaydık; sayımız azalmış, soyumuz tükenmiş, kökümüz kurumuştu; Midyat’ta, Viranşehir’de, Kurtalan’da Yezidi’ydik; Melek Tavus’un halkıydık biz; Beşiri’de, Bismil’de, Çınar’da… Silah tutuşturulunca bir gün ellerimize, kana bulaşmasın istedik vicdanımız. Reddettik silaha ve baruta dokunmayı. Reddettik can almayı. Çaresiz, bize hep gitmek düştü…
Kimi zaman sanatçıydık, ozandık bu topraklarda; türküler söyledik Anadolu’dan, Mezopotamya’dan; sevildik, bağrına basıldık halkımızın, el üstünde tutulduk; şarkılarımızla, türkülerimizle. Böbürlendik, ödüller aldık; şairliğimizle, sanatçılığımızla. Alkışlara boğulduk; hatırlı insanlar teşrifte bulundular ödül törenlerimize.
Ne zaman ki kimliğimize dair; farklılığımıza ve mazlumluğumuza dair o malum “tek sözcük” döküldü dudaklarımızdan, hor görüldük, ötelendik, dışlandık; çatal bıçaklar savruldu üzerimize. Yayından fütursuzca boşalmış faşizm, kanları nefretle yıkanmış, uygar insanlar görüntüsüyle dikildi önümüze. Koroyla sesi duyuldu arkamızdan, üstüne “vatanseverlik” giydirilmiş, kinle ve nefret beslenmiş ırkçılığın. Hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlük, uğursuz, kirli suretiyle çıktı karşımıza. Hedef gösterildik iri puntolarla sürmanşetlerde. Acımasızca linçe uğratıldı yaralı ruhlarımız. Ajanslar peşimizden koştu, sürek avındaydı sanki muhabirler; histerik çığlıklarla tempo tuttu kalabalıklar. Bizeyse hep gitmek düştü…
Uzun yıllar “kart” olduk, “kırt” olduk; “Dağ Türkü” ne çıktı adımız, bir türlü Kürt olamadık. Zaman geçti, çağdaş sözcüklerle anıldı adı uygarlığın, özgürlükler de gelişti; Helsinki İnsan Hakları Sözleşmesi, ayrımcılıkla mücadele, AB uyum yasaları… Demokrasi adına biraz daha yol aldık, ilerledik, biraz daha geliştik; kimliğimiz hala yoktu! Bahçelerde, fındık ve şeftali toplamaya uzanırken ellerimiz, hala ezikti yüreklerimiz. Gayri meskûn yerlerde, tenha inşaatlarda hala “bilinmeyen bir dilde” korkuyla söyleniyordu ağıtlarımız. Ve hala tam konulamamıştı ismimiz. Balıkesir’de, Emet’te, İnegöl’de, malum olaylara karıştığında adımız, yalnızca “doğu kökenli” yurttaşlar olarak anılıyordu sıfatımız…
Anlıyorduk; biz gidince birden nefes alıyordu manşetler. Bir anda bölünmekten kurtuluveriyordu ülke. Biz gidince, rahata eriyordu kentler, huzura kavuşuyordu kasabalar. Biz olmayınca, fındık bahçelerinde çocuk işçileri, sigortasız çalıştırılmıyor, güvencesiz on iki saat köle niyetine sömürülmüyordu. Bizim yokluğumuzda çocuklara, ramazanda karın tokluğuna tecavüz edilmiyordu…
Bu yüzden bize korkuyla, Israrla, tehditle hep “git” dediler. Bizeyse gitmek düştü.
Bazense olmadı; gidemedik, gitmedik! Öylesine çok sevdik ki bu ülkeyi, öylesine sevdalısıydık ki bu toprakların, bir türlü içimiz el vermedi gitmeye, terk etmedik. Hrant olduk, direndik! Lakin, bazen de bize ölmek düştü…
Yusuf Nazım
Twitter : @yusufnazim
Yazılarımı yurt dışından takip edenlerin çok olduğunu görmek sevindirici.
YanıtlaSilBir süredir yurt dışı okuyucu sayısında belirgin bir artış olduğunu görüyordum. Ancak bu son yazıda şaşırtıcı bir şekilde Rusya'daki okuyucu sayısı Türkiye'deki okuyucu sayısını geçmiş bulunmakta.
Rusya'da bir şeyler oluyor ama ne? Bu ülkedeki ve diğer uzak diyarlardaki duyarlı okur dostlara sevgi ve selamlarımla.
Yusuf Nazım