Haluk Gerger |
Haluk Gerger, 25 Mart 2012
Yazar hakkında : Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümü eski öğretim üyesi olan Haluk Gerger’in bu görevine YÖK ve 1982 anayasası yürürlüğe girdiği gün son verildi. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. İnsan Hakları Derneği Kurucu Üyesi. Darmstadt Teknik Üniversitesi'nde 1996 ve 1999 yıllarında misafir öğretim üyesi olarak bulundu. ABD vizesi alarak eşi ile birlikte gittiği Amerika seyahatinde gümrükte sorgulanıp parmak izi alındı ve tutuklandı. Uğradığı kötü muamle nedeniyle ABD hükümetini 1 dolarlık sembolik manevi tazminat isteğiyle 2003 yılında mahkemeye verdi. Karar 2006 yılında Yargıtay'da onandı. ABD mercileri yasal faiziyle birlikte 2 TL 23 kuruş ödedi.
Yazar hakkında : Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümü eski öğretim üyesi olan Haluk Gerger’in bu görevine YÖK ve 1982 anayasası yürürlüğe girdiği gün son verildi. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. İnsan Hakları Derneği Kurucu Üyesi. Darmstadt Teknik Üniversitesi'nde 1996 ve 1999 yıllarında misafir öğretim üyesi olarak bulundu. ABD vizesi alarak eşi ile birlikte gittiği Amerika seyahatinde gümrükte sorgulanıp parmak izi alındı ve tutuklandı. Uğradığı kötü muamle nedeniyle ABD hükümetini 1 dolarlık sembolik manevi tazminat isteğiyle 2003 yılında mahkemeye verdi. Karar 2006 yılında Yargıtay'da onandı. ABD mercileri yasal faiziyle birlikte 2 TL 23 kuruş ödedi.
Gelişmeleri tam izleyemedim ama anladığım kadarıyla bir gazetedeki köşe yazısı ihbarıyla başlamış herşey. İstanbul Büyükşehir Belediye Şehir Tiyatroları’nın sahnelediği, Alain Decaux’nun yapıtı “Rosenbergler Ölmemeli” adlı oyun da gösterimden kaldırılmış. Ihbarcı, Rosenberglerin, “Sovyetler Birliği’ne atom bombasının yapımıyla ilgili sırları sızdıran casuslar” olduğunu ve oyun yazarının da bu “gerçeği” öğrendikten sonra, eserinin oynanmasını yasakladığını yazmış.
Yazarı bilmem ve bu çok önemli değil. Tartışılması gereken, Julius ve Ethel Rosenberg çiftinin “nükleer sırları düşmana sızdıran vatan haini casuslar” olup olmadıkları. Rosenberglerin bu suçtan mahkum edilip infaz edildiklerini biliyoruz. Amerikan emperyalizminin Soğuk Savaş adaletine inanıyor ve güveniyorsanız mesele de burada bitmiş sayılır sizin açınızdan.
Ama acaba öyle mi? Rosenbergler “casus”mu, suçları “düşmana nükler sır aktarmak” mı?
Önce şu “nükleer casusluk”, “düşman” ve “vatan haini” meseleleri üzerinde duralım.
Teknik olarak, o sırada ABD ile Sovyetler Birliği “Faşizme Karşı Demokratik Cephe”de birlikte savaşmış iki müttefik. “Düşman” nitelemesi pek oturmuyor ama eli “nükleer tetik”te ve hatta Hiroşima ve Nagazaki’den bulaşmış “nükleer kanlı” ABD adaletiyle ihbarcılar bakımından bu anlam ifade etmiyor. Biz de sadece not ederek geçelim ve gerçek bir “hukuk cinayeti” işleyelim.
Rosenberg’ler “vatan haini” miydiler? “İnsanlığın dostu” olmakla özdeşse bu, “Amerikan vatan”ı sermayedarlarla hizmetlilerinin insanlığa düşman çete devleti ile aynı şeyse, elbette, Rosenberg’ler “hain”diler. Ama bir de şöyle bakalım: İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasını düşünün. Avrupa, Savaş’ın galibiyle, maglubuyla, tarafsızlıyla, yanmış, yıkılmış, çökmüş. Sovyetler Birliği, dile kolay, 27 milyon insanını, sanayiinin yüzde yetmişini yitirmiş, kentleri, kasabaları harabeye dönmüş, kıtlık ve açlıkla, hastalıkla, ölümle penceleşiyor. Çin’de insanlar sokaklarda ölüyor açlıktan. Asya kaplanları Singapur, Malezya, bataklıktan yerleşim alanına geçiş yapmaya çabalıyor. Japonya, iki atom bombası yemiş, kayıtsız şartsız teslim olmuş, Amerikan işgali altında. Afrika’nın durumu bugünden dahi bin beter. Ve insanlık bu haldeyken, bir elinde atom bombası, ötekinde dolarlar, gürbüz bir güç, Emeğe ve halklara büyük Soğuk Savaş saldırısını başlatmış. Sadece dünyaya gözdağı vermek için, iki atom bombasını iki kentte, yüzbinlerce sivilin üzerinde patlatmış. Bugünün “global köy”e dönüştürülmüş dünya koşullarında yaptıklarına, yapabildiklerine bakın ve o dönemin bütünüyle çaresiz “değneksiz köy”ünde nükleer tekele sahip Amerikan emperyalizminin insanlığı nasıl tutsak alabileceğini bir düşünün.
Bir “Amerikalı devrimci”, bir “insansever”, bir “barışsever” olarak bakın hayata. Bu “çete devlet”, bu gözü dönmüş “Sermaye”, bu büyük “Saldırı”, durdurulamasa bile, hiç olmazsa, başkalarınca bir ölçüde olsun dengelenemezse, ne olabileceğine bir bakın. Amerikan kıtasındaki “Yerli soykırımı”nın küresel çapta ve nükleer bombalarla geliyorum dediği, insanlığın Hitler’in yenilgiye uğratılmış “bin yıllık tutsaklık” projesinin Amerikan versiyonuna mahkum edilmek istendiği bir momentte, para pul demeden, en ufak bir kişisel beklenti düşünmeden, aksine elektrik sandalyesinde kavrulmayı göze alarak, bu gidişe karşı bir şeyler yapmaya kalkmanın adı, “casusluk” ve “vatan hainliği” midir?
İngiltere’de, Amerika’da ve daha başka pek çok yerde, en parlak bilimciler, aydınlar, sıradan insanlar, böyle çabalarda bulundular. Evet, Sovyetler’e serviste de bulundular. Sovyetler Birliği, o zaman, anladığımız manada, bir “devlet”, bir “memleket” değildi. O, bir “genel grev”di; yanına yoksul köylüleri almış işçilerin kurduğu tarihin ilk “İşçi-Köylü Ülkesi”ydi; insanlığın “düşülkesi”; işçi sınıfının, diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, hatta görüşlerine, ideolojisine bakılmaksızın bütün işçilerin, “anavatan”ıydı. Bütün mazlum halkların “tek ve ilk dostu”ydu. O zamanlar, Sovyetler Birliği, bir “devlet”, bir “memleket” değildi, bir devrimciydi. O’na yardım, O’ndan yana tavır, O’na bağlılık, bırakın “casusluğu”, tam tersine, “çete devletler” ya da “hain işbirlikçi rejimler”le mücadelenin adıydı, “yurtseverlik-insanseverlik” eylemliliğiydi, “emek ve halk yolunda devrimci” praksisin ta kendisiydi.
Şimdi gelelim “nükleer sırların aktarılması”na. Kuşkusuz bu da “ayıp” değildi ve bu hayati alanda emperyalizmin ölümcül tekerine çomak sokan bilimciler olmuştu ama Rosenberg’ler davasında bu yönde bir kanıt, tüm kumpaslara, tüm iftiralara, tüm sahte delil imalat çabalarına karşın, hiç bulunamadı. Bulunamazdı da, çünkü Julius Rosenberg ve çevresinin yaptığı, basit sanayi bilgilerini Sovyetlere vermekti. Nükleer sektörle ilgili bağlantıları, bilgileri, ilişkileri yoktu. Julius Rosenberg’in, Amerikan hukuku çerçevesinde, idam cezasına tekabül edecek bir “suç”u yoktu ve buna yönelik herhangi bir kanıt üretilememişti. Karısı Ethel’in erkek kardeşi, yani kayınbiraderinin, kendisini ve karısını kurtarmak için, devletin yardımlarıyla uydurduğu yalanlardı eldeki “kanıtlar.”
Bir de, kurban arayan Soğuk Savaş ilahları vardı, hani şu “gözdağı” için yüzbinlerce sivilin üzerine atom bombası atanlar. Birkaç Amerikalı komünistin yaşamı ne olacaktı ki. İşte Ethel Rosenberg bu hiçe sayılan yaşamlardandı. Biliyoruz ki, O bir rehineydi savcıların elinde. Savcılar da, Devlet de, onun bu işlere bulaşmadığını biliyorlardı. İlk planları, Ethel’i de işe dahil ederek, Savcıların dava stratejisi, Ethel’i savunma sürecinde, Julius’un suçu üstlenerek ya da bizzat Ethel’in kocasını ele vererek, “itiraflar”da bulunmaya zorlanmaları üzerine kurulmuştu. Iki küçük çocuk sahibi anne ve babanın bu durumda fazla direnemeyeceklerini ve Julius’ın suçu kabulüyle Ethel’in salıverilmesini yeğleyeceklerini bekliyorlardı. Julius ile Ethel Rosenberg arasındaki “devrimci dayanışma”yı, “komünist ahlak” bağını, “devrimci inadı”nı, “sevgi ilişkisi”ni hesap edecek yürekleri yoktu. Ethel, elektrik sandalyesine, bu “rehine komplosu” sonucu gitti; başı dimdik, gözlerinde ışık, yüreğinde sevgi ve ardında da iki küçük yetimi öksüz bırakarak.
Rosenberg’ler sadece Amerikan halkı için değil, bütün insanlığın esenliği için bir çetin yola koyuldular, Sermayenin ve silahlı-silahsız hizmetlilerinin çeteleşmiş zor aygıtına, emperyalizme karşı tek engel olarak gördükleri devrimci Sovyetler Birliği’ne dost oldular. Komünist hareket içinde yer aldılar. “Casus” değillerdi; “vatana ihanet” etmemişler, yurtsever Amerikalılar olarak kendi halklarına ve insanlığa hizmete adanmışlardı; kendileri için tek kuruşluk bir beklentileri sözkonusu bile olmadı; “nükleer sırlar”la ilişkileri yoktu; Ethel olup bitenler içinde hiç yer almamıştı. “İnsanlık rızası”na bir politik kavga pozisyonu almışlardı “Canavarın ağzı”nda, saf, tertemiz, masum ve insani duygularla, amaçlarla, o kadar.
“Emperyalizme”, “emperyalist saldırı”ya ihanet ettiler ve cezalandırıldılar.
Ve direndiler ve paylaştılar ve yürüdüler ölüme ve düştüler toprağa ve yükseldiler “güneşin sofrası”na ve buluştular dostlarla.
Ne dersiniz? Bunca yıl sonra, çifte güvercine duyulan ihbarcı sınıf kinine suskun mu kalmalı ve suça iştirak mı etmeliyiz? Ne dersiniz, yanık karanfil kokusunu unutmalı, onların kindar belleğine teslim mi olmalıyız? Ne dersiniz, bunca yıl sonra, biz de mi teammüden cinayet işleyelim, emperyalizmin “elektrik sandalyesi”ne kurban mı verelim içimizdeki insanı?..
Haluk hocanın notu : Pek yazacak yerim yok. Düşündüm de, belki sizler bu suskunluğu kırmama yardımcı olur, okur, ve değer görürseniz, eşe dosta, belki de becerebiliyorsanız internette sanal ortama yayarsınız ekteki yazımı. Aslında "yazı" da değil, bir "çığlık" ve sessiz-duyarsız kalan "sol"a bir protesto.