Yusuf Nazım
T24 | 16 Temmuz 2025
26
Haziran 1970, Grands Boulevards bölgesi, Paris
Altmışlı yaşlardaki adam, yanında bir kadınla beraber seri hareketlerle caddeyi
adımlamaktadır. Kalın, plastik gözlükleri ardındaki bakışları kararlı, yürüyüşü
cesurcadır. Sağ eli aralıklarla diğer kolunda taşıdığı La Cause du Peuple gazete tomarına gitmekte, aldığı gazeteleri
birer birer çevreden geçenlere uzatmaktadır. Etraflarında, onlara eşlik eden
orta yaşlı-genç heyecanlı bir kalabalık vardır. Alınlarında taşıdıkları gurur
çizgileriyle sokaklara umut olma heveslisi bu insanlar, ellerindeki gazeteleri
caddeden gelip geçenlere dağıtırken havada özgürlük, dayanışma, itiraz
fısıltıları dolaşmaktadır:
“düşünce özgürlüğü için…”
“halkın davasını savunalım…”
“keyfi tutuklamalara karşı…”
…
O
yıllarda Paris’in, sokaklarında özgürlük fısıltılarına tahammülü yoktur. “Özgür
Fransa” nın kolluk kuvvetleri fazla gecikmez. Paris polisi etraflarını sarar,
gizleyemedikleri kolonyal bir kibirle 65 yaşındaki adamı, yanındaki kadınla
birlikte nazikçe derdest ederek zırhlı bir araca bindirirler. Paris’in
göbeğinde, fikir özgürlüğünü hiçe sayıp dağıtımını engellemek istedikleri Halkın Davası adlı gazete, gözaltına
aldıkları ise Fransa’nın ta kendisidir.
"Sartre, c'est aussi la France."
Gerçekte gözaltına alınan Fransız yazar-filozof Jean-Paul Sartre’dan başkası değildir. Yanındaki ise eşi, Fransa’nın feminist-filozof ve yazarı Simone de Beauvoir’dır. Ünlü düşünür, her sayısı yasaklanan haftalık Halkın Davası gazetesinin üzerindeki baskıları göğüslemek için editörlüğünü üstlenmekle kalmaz, gazeteyi Paris’in sokaklarında diğer genç yazarlarla beraber bizzat dağıtmaya çıkar. Sartre’ın Fransa ve dünya çapında öylesine büyük bir saygınlığı vardır ki adeta dokunulmaz gibidir. Buna rağmen gözaltına alınır. Hakkında linç kampanyaları yürütülüp, tutuklanma çağrıları yapıldığında ona sahip çıkacak olan, Fransa kahramanı, ünlü devlet adamı Charles de Gaulle’dür. Şöyle der:
“Sartre, c’est aussi la France,” yani “Sartre Fransa’dır.”
Jean-Paul Sartre, kendi ülkesi Fransa’nın Cezayir
İşgali’ne karşı açık ve cesur duruşuyla, bireysel inanç sınırlarını zorlayan
entelektüel bir direnişin simgesi olmuştur.
1954–1962 Cezayir Bağımsızlık Savaşı
döneminde, Fransız aydın ve entelektüelleri arasında, savaşın niteliğini
“işgal” ve “askeri zulüm” olarak ifşa eden güçlü bir muhalefet yükselir. Sartre, Paris sokaklarında hükümeti ve
ordunun işkence uygulamalarını kınayan bildiriler dağıtarak aktif kampanyalar
yürütür.
6 Eylül 1960’da, Jean-Paul Sartre’ın
başını çektiği, aralarında Simone de
Beauvoir, André Breton, Alain Resnais gibi 121 kültür ve sanat
insanının bulunduğu 121 Bildirisi,
entelektüel sorumluluğun oklarını kendi sömürge devletine yönelten, tarihe
düşülen bir manifesto gibidir.
Sivil İtaatsizlik Bildirisi’nde işgalci Fransız devletinin
hazmedemeyeceği mesajlar vardır. Fransız hükümetince yasaklanan bildiride,
savaşa karşı askerlik yapmayı reddedenlerin haklarının savunulması, Cezayir
halkına yardım edenlerin korunması, sömürgecilikle mücadelede özgür bireylerin
görevi gibi...
1960 sonrası Sartre’ın bildiri, makale ve röportajları hem Fransa’da hem dünya
kamuoyunda sömürgecilik karşıtı entelektüel hareketin merkezi olur. 1964
yılında kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü, bağımsızlık, özgürlük ve
kurumsal otoriteye mesafe ilkeleri gereği reddeder. Bu tavrıyla Nobel Ödülünü
reddeden ilk yazar olur.
Jean-Paul Sartre, Fransa’nın Cezayir işgali sürecinde kendi devletinin uyguladığı sömürgeci şiddeti açıkça eleştirerek, aydınların sessiz kalma hakkını reddeden bir vicdanı temsil eder. Ona göre aydın olmak, yalnızca düşünmek değil, doğru olanı söyleme ve bunun sonuçlarına katlanma cesaretidir. O, etik olanı politik olana tercih eden bir sorumluluk bilinciyle, Cezayirli direnişçilerin yanında saf tutar ve Fransız işkencelerini kamuoyuna ifşa eder. Gizlice girdiği Renault Fabrikasında bir madeni yağ varilinin üstünde işçilere konuşma yapacak kadar halkın içinde bir aydındır.
Asla “tarafsız” olmaz; hep mağdurdan, ezilenden ve özgürlükten yana tavır alır. Sartre için düşünce, eylemsiz kaldığında anlamını yitirir. Bu yüzden bildiriler dağıtır, yazılar yazar; aldığı ölüm tehditlerine ve yaşadığı apartmanın bombalanmasına rağmen geri adım atmaz.
Onun entelektüel duruşu, bir ülkenin resmi ideolojisine karşı etik bir isyanın ve baş eğmezliğin dünya çapındaki simgesi haline gelmiştir.
Sinema sanatının Gazze için
yankılanan vicdanı
Geçenlerde 78. Cannes Film Festivali
yapıldı. Açılışa, dünya sinemasının devlerinin yaptığı konuşmalar damga vurdu.
Robert De Niro’nun sanatsal özgürlüğü ve
demokrasiyi savunduğu konuşması alkışlarla karşılandı. Sanatçının, Onur
Ödülü'nü aldığı festivalin açılış töreninde, otokrasiye ve faşizme karşı
öfkesi, aynı zamanda dünyaya kötülük yayan kendi egemenine cesur bir meydan
okumaydı.
Jüri başkanı Juliette Binoche ile
sanatçılar Leonardo Di Caprio, Halle Berry ve Jeremy Strong da De Niro’nun anıtsal konuşmasına olan desteklerini
eksik etmediler.
Sinemanın kadın ustalarından Binoche’un, Gazze’de öldürülen Filistinli
fotoğrafçı Fatime Hasane’yi andığı
konuşması, festival salonunda alkışlarla yükselerek Filistin topraklarına
uzanan sinema sanatının vicdanı oldu.
Ayağa kalkın efendiler!
Sanat, kötü bir dünyada yaratılan bir iyilik
halidir. Sanatçı ise insan ruhunu besleyen bu iyiliğin sesi.
Kendi egemenine itiraz etmeyen bir aydın düşünülebilir mi? Ya da kendi
devletinin ortağı olduğu bir soykırıma dilsiz kalan yazar? Peki ya kendi
faşistine kör bir sanatçı?
Sanatını evrensel adalet, eşitlik ve özgürlük yolunda sınıfsal bir bilinçle
ustaca konuşturan bir şair de Nazım Hikmet’tir. Onun öfkesi ve seslenişi,
şiirinin dizelerinde kimi zaman keskin bir kılıç gibi parlar. Şair, çağının
çürümüş ve derin çelişkileri içinde, kendi konforlu suskunluklarına gömülmüş
aydınlarına, yüz yıl öncesinden şöyle seslenir:
Behey! kaburgalarında ateş bir yürek
yerine
idare lambası yanan adam!
Behey armut satar gibi
san’atı okkayla satan san’atkar!
Ettiğin kâr
kalmayacak yanına!
soksan da kafanı dükkânına,
dükkânını yedi kat yerin dibine
soksan;
yine ateşimiz seni
yağlı saçlarından tutuşturarak
bir türbe mumu gibi damla damla
eritecek!
Çek elini san’atın yakasından
çek!
Çekiniz!
Bıyıkları pomadalı ahenginiz
süzüyor gözlerini hâlâ
“koyda çıplak yıkanan Leyla’ya”
karşı!
Fakat bugün
ağzımızdaki ateş borularla
çalınıyor yeni san’atın marşı!
Yeter artık Yenicami tıraşı,
yeter!
Ayağa kalkın efendiler!
Nazım Hikmet, 1925, -835 Satır/Şiirler 1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com