23 Ağustos 2024 Cuma

Aklın ayak izleri’nde yolculuklar (2) | Eşkıyalar kesti yolumuzu

Yusuf Nazım
T24 | 23 Ağustos 2024

Aklın Ayak İzleri’nde yolculuğumuz devam ediyor.

Sonraki durağımız Dersim. Ancak Ovacik-Dersim yolu bir motor festivali sebebiyle kapalı. Bizi Hozat üzerinden yönlendiriyorlar. Çaresiz yola çıkıyoruz. Yol boyunca yüksek dağlar, derin vadiler, meşeliklerle dolu ormanlardan geçiyoruz. Nasıl da göz alıcı vadiler, zümrüt yeşiline boyanmış dağlar, hayran olunası bir coğrafya…

Yolu yarıladığımızda ihtiyaç molası için ana yoldan ayrılıp ıssız, toprak bir yola sapıyoruz. İn cin top koşturuyor etrafta. Derken o da nesi? Eşkıyalar kesiyor yolumuzu! Bilmezdik, Dersim’in dağlarında eşkıyalar olurmuş kol geziyor hâlâ.

Kimsiniz, ne arıyorsunuz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz…

Şaşkınız. Ovacık’tır, etkinliktir, Dersim’dir, söyleşidir, kitaptır, diye sıralanıyor sözcükler dilimizde...

Kitap isteriz diye tutturuyorlar! Kitap istiyorlar bizden... Evet, evet kitap istiyorlar...

Dersim’de bir dağın başındayız. Güneşin sofrasındayız. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir ıssızlıktayız. Böylece aralanıyor bir sohbetin kapısı. Başlıyor akmaya hikâyeler.

Dağ başında bir yazar bulmuşum, kitabını almadan bırakmam

Buralarda yazar kolay bulunmaz diyor Diyarbakırlı Muhammed Ali. Dağ başında bir yazar bulmuşum, kitabını almadan bırakmam!

Gülümsüyorum. Ne de güzel diyor Muhammed. İçimden bir ses mırıldanıyor; ‘sana kurban olam Muhammed. 

Diğeri Dersimli Mehmet. Deşt’i soruyorum ona. Dersim’in kayıp kızlarından Emoş Gülver’in kimliğinde yazılı yer. Başlıyor anlatmaya Mehmet. Sene 1938, Pülümür Deresi, Pax Köprüsü, 38 kayalığı... Toplanan köylüler, Harçik çayı, mağaralar… Elini şöyle bir kaldırıp işaret ediyor. 236 köylü gitti bizden, diyor. Hepsi şu kayalıkların arkasından aşağıya…

Karşımızda, yakınlarda bir evin çatısını aktaran iki köylü, iki emekçi. Sohbet uzadıkça uzuyor. Bakın diyor, Mehmet; ben Kürdüm, ben aynı zamanda Aleviyim. Sonra ekliyor Mehmet, ben sosyalistim. Sadece ilkokulu okudum, ancak bir yazarın kitabını alarak ona destek olmak isterim diyor. Başka bir şey demiyor Mehmet.

Sahi Dersim kaç dağ içindeydi, kaç namlunun ucundaydı, dağlarında kaç mevsimin adı yazılıydı. Duyardık, buraların dağlarında eşkıyalar dolaşırmış. Şimdi anlıyorum, Dersim’in eşkıyaları başka olurmuş...

Asfalt yol, bir yılan gibi kıvrılıp akarken önümüzden, düşünüyorum. Bir dağın yamaçlarında, yol kesip kitap isteyen Dersimli Mehmet'in bilgeliğinden öğreniyorum hayatı.

Uzaktan Tunceli tabelası gözüküyor. Burada da aynı motor festivali sebebiyle valilik bütün konaklama yerlerini kapatmış. Arkadaşım Aysel’in bize tahsis ettiği evde kalıyoruz.

Söyleşi ve imza etkinliği ertesi gün Yel Çay Bahçesi'nde. Aklımda, benim bir öyküme ve belgeselci bir dostumun filmine konu olmuş bir hikâye. Sabah erkenden kalkıp yönümüzü dağlara veriyoruz. İçimde beni dürtmekten vaz geçmeyen o hikâyenin izini süreceğiz. Dersim'in kayıp kızlarından Emoş Gülver'in hikâyesi bu. Çocuk yaşlarda bir subaya evlatlık verilen kızın kimliğinde yazan Deşt bölgesine gideceğiz. Kayıp kızlardan birinin ruhu, orada beni bekliyor olacak.

Tülük köyüne varmadan bize yol gösterecek 1938’den kalma yıkık bir karakol olmalı. Köyün muhtarından karakolun üç yıl önce İl Özel İdaresi tarafından satıldığını, yeni sahibinin burayı yıkarak yerine ev yaptığını öğreniyoruz.

Bir süre aradıktan sonra görüyoruz onu. Bir yanımızda, yüksekçe bir yamaçtaki düzlüğe yapılan bir ev. Asfalttan ayrılıp soldaki toprak yola giriyoruz. Etrafta kimsecikler yok. Araç sarsılarak bir süre ilerliyor. Nihayet, bahçesine tel çit çekmekte olan birini görüyor, yaklaşıp soruyoruz. Önce soğuk davranıyor bize.

Deşt, diyoruz, 38 katliamı, kayıp kızlar, Emoş Gülver...

İşini bırakıyor Ferhat. Ceviz büyüklüğünde, avuç dolusu kirazlarla geliyor yanımıza. Hele bir yiyin, diyor, tümüyle organiktir. Düşün peşime diye ekliyor.

Ferhat önde, biz arkada araçlarımız bir dağın eteğinde döne dolana ilerliyor. Duruyoruz. Bir taş ev. Bir tarafta, topraktan yüksekçe bir seki, meşe ağacı, altında bir masa. Oturuyoruz. Şimdi anlatın, diyor Ferhat.

Geçmişinden koparılmış yaşlı bir kadının çocukluğuna götürüyor sözler bizi. Sözcükler yaralı, sözcükler kayıp, puslar içinde sözcükler. Birazdan, Haydar da katılıyor aramıza. Emoş Gülver’in belgeseli çekilirken oradaymış. Burası Veraniz mezrası, Deşt ise Emoş Gülver’in beş yaşında mezraya gelmeden önce yaşadığı yerin adı. Aha, şurada diyor Haydar, biraz ileride, yamaçtaki yıkıntıları işaret ederek. Kırmızı Dağın eteklerinde yürüyen yaralı gölgeleri dinliyoruz ondan; Halvori yolu, 38 kayaları, Pax Köprüsü, Harçik Çayı... Emoş Gülver’in ruhu dolaşıyor aramızda. Ah Dersim, ah Deşt, ah Veraniz, ah benim de büyümüş de yaralanmış ömrüm...

Kazım ve Nezahat Gündoğan, yıllar önce aynı yerde, Dersim'in kayıp kızlarından Emoş Gülver'in hikâyesini çekerken (Hay Way Zaman belgeseli,2013 ) Haydar Gül ile karşılaşmışlar. Onlara rehberlik etmiş, yol göstermiş, yörenin yaşlılarından hikâyeler dinletmiş Haydar. Şimdiyse bize anlatıyor. Ölenler vaktiyle ölmüş zaten, sağ kalanlar da birer birer aramızdan diye ekliyor.

Sohbet giderek koyulaşıyor. Bizi oyaladıklarının farkında değiliz. Biraz sonra arkadan, kahvaltı hazır diyor bir ses.

Taş evin bahçesine geçiyoruz. Tam teşekküllü bir sofra, mahcup oluyoruz. Emekli öğretmen Hüseyin Uçar'la tanışıyoruz. Veraniz’in yenilerinden o. Şimdiki adıyla Suvat Mezrası. Kadınlar görüyoruz, bir eli “ekinde, tütünde, odunda ve pazarda” kadınlar. Sabriye ve Naciye kadının emekçi ellerinin eseri onca şey. Sohbet kahvaltı eşliğinde hararetle sürüyor. Hikâyeler birbiri ardı sıra sökün ediyor. 1938, tedip, tenkil, inkar...

Üstümüzden aç bir şahin uçuyor, ağaçta kuşlar şakıyor, Veraniz mezrasından zaman nasıl da çabuk geçiyor. Etkinlik saati ise giderek yaklaşmada.

Veraniz mezrasında beş güzel insan

Veraniz mezrasında beş güzel insan, beş öykücü, ömürlerinden yaralı beş özge can. Her birine, içinde Emoş Gülver’in de hikâyesinin olduğu Leyla'yı Beklerken kitabımı imzalayıp veriyorum. Ayrılıyoruz. Arkamı dönüp bakıyorum, meşe ağacının altında ellerinde kitap, Sabriye ve Naciye kadın el sallıyor bize. Gidiyorum, lâkin çocukluğumdan yaralanmış ruhum kalıyor geride.

Tunceli şehir merkezine iniyoruz. Yel Çay Bahçesi’nde dostlar bekliyor bizi. Ergin Tekin, Orhan Kurul, İbrahim Yıldız, Yüksel Doğan ve diğerleri...

Akşam serinliğinde başlıyor söyleşi. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Cihan Alptekin... Aklın Ayak İzleri’yle nasıl bir ilişkisi var bunların? Bağımsız evrim bilimci Oktay Kaynak’la Mahir dolayısıyla kesişen yolumuz. 1968 isyan yılları, Maltepe Cezaevi firarı, kayıp giden yıllar, insan evrimine uzanan bir hikâye; 35 milyon yıl önce yarılmaya başlayan kıta, Afrika’da Büyük Rift Vadisi, kuzeyden güneye yedi bin km süren yarık; büyük tektonik hareketler, binlerce volkan, irili ufaklı yüzlerce göl, giderek zayıflayan tropikal ormanlar...

Haziran’ın sonu. Dersim’de bir çay bahçesi. İnsandan, evrimden, zekâdan yana sözler uçuşuyor havada; bir kitabın sayfaları gibi aralanıyor yeni sorular. Söyleşi bitiyor. Ezber bozan bir anlatı; şaşırmış, meraklı bir kalabalık. Kitapları imzalarken sürüyor sohbet, çepeçevre meraklı dostlar, alınıp verilen telefonlar... 

Vedalaşıp ayrılıyoruz. Elveda Dersim, elveda dostlar, elveda Dersim’in güzel çocukları.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-2,46084 

21 Ağustos 2024 Çarşamba

Aklın ayak izleri’nde yolculuklar (1) | Munzur’un çocukları

Yusuf Nazım
T24 | 14 Ağustos 2025

Hep hikâyelerle hemhâl olmuş, edebiyat yaşamımı öykülerle yaşamıştım. 2024 baharı bu sefer romanla geldi.

Üç yıl süren çalışma Aklın Ayak İzleri’ni (Yusuf Nazım-Oktay Kaynak, İzbb Yayınevi) doğurdu. Ve roman, Mart-Mayıs aylarında üç cilt olarak raflardaki yerini aldı.

Bahardı ve çiçeği burnundaydı romanın. İçinde söyleşi ve imza etkinliklerinin de yer alacağı Anadolu turnesine çıkmaya karar verdim. İzmir'den başlayıp Ankara üzerinden Sivas, Divriği, Eğin, Ovacık ve Dersim’e gidip, oradan Erzurum-Kars platosunu aşarak, Ardahan'da bir hafta konakladıktan sonra Şavşat, Hopa, Fındıklı, Fatsa, Sinop derken Karadeniz Ereğlisi’ndeki son etkinliğin ardından İzmir'e geri dönüş…

Heyecanlıyım... 

Dağarcığımda henüz söylenmemiş sözler, heybemde ilginç hikâyeler, beraberimizde koli koli kitaplarla düşüyoruz yola. 23 gün ve 6 bin km sürecek bu zorlu, zorlu olduğu kadar keyifli, heyecan dolu ve büyüleyici; yer yer duygulu ve oldukça hüzünlü yolculukta fedakâr arkadaşım Serhat yoldaşlık ediyor bana.

İşte böyle başlıyor Aklın Ayak İzleri’nde yolculuğumuz.

İzmir’den yola çıkıyoruz. İlk durağımız Ankara. Geceyi orada geçirip ertesi gün Sivas’a varıyoruz.

Divriği'de Ulu Camii'yi geziyoruz. Orada karşılaştığımız İstanbullu bilgisayar servisçisi Mustafa Yıldırım'ın söylediği bir cümle içimizde yer ediyor. Divriği'de iki şeyi mutlaka gezmelisiniz, diyor Mustafa. Birincisi, buranın Ulu Camii'sini, diğeri insanını... Şöyle geçin, Eğin yoluna doğru, herhangi bir köye uğrayın, sizi ağırlamadan asla bırakmazlar. Ne olur uğrayın, diyor. Öylesine emin, öylesine iddialı ki... Zamanımız yok, başka bir sefer dediğini yapmak üzere söz verip vedalaşıyoruz. Hava alacakaranlık. Geç oldu Divriği’de kalsak mı, yola koyulsak mı? Bir an önce Eğin’e varmalıyız düşüncesi baskın çıkıyor, yola koyuluyoruz.

Eğin’deki müze ve Şevket denen bir adam

Eğin(Kemaliye) muhteşem bir yer. KHK Yurdu’nda kalıyoruz. İlk işimiz, Profesör Ali Demirsoy Müzesi'ni gezmek. Romanda da adı sıkça geçen Ali Demirsoy'un kurduğu Doğa Tarih Müzesi bu küçük taşra kasabasına iliştirilmiş aykırı, bir evrim anıtı gibi.

Müze müdürünü soruyoruz, şehirde değilmiş, onun yerine müzenin mimarıyla tanışıyoruz, adı Türkan Sarp. Türkan Hanım müzeye büyük katkının Şevket Gültekin tarafından yapıldığını, onunla mutlaka tanışmamız gerektiğini söylüyor. Gündüz yaptığımız Eğin gezisinden sonra akşam yemeğinde Şevket Bey'in yerine gidiyoruz. Karasu Irmağı kıyısında Doğaperest adlı bir restoran. Adını Prof. Ali Demirsoy'un lakabından alıyor. Gültekin, Ali Demirsoy'la nasıl tanıştığını anlatıyor.

“Öğrendim ki bu adam komünist. Dedim ben bu adamı boğmalıyım. Yakalarsam öldüreceğim. Ya ben ya o! Sonra adama yaklaştıkça bir tuhaflık oldu. Ben ona dokundukça değiştim. Tanıdıkça farklılaştım. Adam nerede, ben orada. Hocayla o dağ senin, bu dağ benim gezdim. Böcek topladım, fosil araştırdım, kelebek avladım. Adam sevgi dolu. Adam insan sevgisiyle dolu. Hayvan sevgisiyle dolu. Doğa sevgisiyle dolu. Hayatımda böyle bir insan görmedim ben. Onunla beraber oldukça bambaşka bir Şevket olup çıktım. Buraya Doğa Tarih Müzesi'ni kurarken gün oldu kaymakamla karşı karşıya geldim, gün oldu valiyle kavga ettim, gün oldu devletle çatıştım.”

Ertesi gün, ortasından Karasu Irmağı’nın geçtiği kayalık, derin bir vadinin yamacına kurulmuş Eğin’i, kasabaya özgü taş ve ahşap karışımı mimarisi olan evleri ve Karanlık Kanyonu geziyoruz. Dünyanın en zor ve tehlikeli güzergâhlarından olan Taş Yolu bu kanyonda yer alıyor. Taşı taşla döverek, kayayı oyarak 130 yılda tamamlanan yolun ilginç bir yapılış öyküsü var. Yamaçtaki kasaba evlerinin altından oluk oluk su akıyor; birleşiyor, çoğalıyor, çağlıyor; taş kanallara giriyor, kimi yerde şelaleye dönüşüyor; değirmenlere girip çıkıyor ve dereler halinde şarıl şarıl akarak Karasu’ya karışıyor. Bir Akira Kurosawa filminin içinde gibiyiz.  

Munzur’un çocukları

Eğin’den Ovacık’a geçeceğiz. Arapgir’den, Keban Barajı ve feribot güzergâhını izlemek yerine Çemişgezek üzerinden ilerliyoruz. Yol en azından 1,5 saat daha kısalıyor. Kemaliye’den çıkışta Apçağa Köyü uğrak yerimiz oluyor. Ahmet Kutsi Tecer’in müze evini görmeden olmaz. Ne demişti şair:

Orda bir köy var, uzakta,

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür.

Kararlıyız, gideceğiz! Gezip tozacağız. Ülkemizin değişimine, köylerine, köylüsüne; tohumuna, toprağına, suyuna; düşlerine ve hayal kırıklıklarına dokunup tanık olacağız.

Apçağa’dan ayrılıyoruz. Virajlı dağ yollarına rağmen zengin doğa manzaralarıyla görsel bir şölen sunan yolda büyülenmiş gibiyiz. Çemişgezek merkezinde büyük bir bezuvar heykeli bizi karşılıyor. Bezuvar, yabani dağ keçisi demek. Dere kenarında yapılmış bir çay bahçesinde konaklıyoruz. Erişimi olmayan bir yer.


Akşam saatlerinde Ovacık’a varıyoruz. Heyecanlıyım. Munzur’un çocuklarıyla buluşacağız. Bir motor festivali nedeniyle Tunceli Valiliği ildeki bütün konaklama tesislerini kapatmış. Kalacak yer bulmak olası değil. Sağ olsun Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül kucak açıyor bize, erişimi gayet iyi özel bir yerde konaklıyoruz.

Akşam hava soğuk, gündüzse yanıyoruz. Gün içinde Munzur Gözeleri’ni geziyor, Sultan Munzur Ocağını ziyaret ediyoruz. Bütünüyle erişilebilir bir mekân tasarlamışlar. Yaşlı, çocuk, bebek arabası, bisikletli, engelli, herkes için tam erişilebilirlik... Peyzaj sırasında büyük iş makineleri gelmiş. Ovacık halkı müdahale ederek gözelerdeki tahribatı önlemişler. Gözeler büyüleyici, eşsiz bir doğa harikası. Bir nehrin, çok büyük kısmının aynı anda, tek bir noktadan çıktığı nadir doğal oluşumlardan biri.

Söyleşimiz bir çay bahçesinde. Gündüzden belediye anons yaptırmış. Belediye başkanı söyleşi boyunca bizzat yanımda duruyor. Desteğini, sıcaklığını eksik etmiyor. Aklın Ayak İzleri’nde hikâyeler anlatıyorum. Evrimsel, insana dair, köklerimize ilişkin hikâyeler. Biz kimiz? Nereden geldik? Niçin iki ayağımız üzerine kalktık? Ne zaman başladı bu hikâye? Kafatasımız nasıl böyle büyüdü? Neyin etkisiyle zeki bir yaratık haline geldik? Meraklı bakışlarla dinliyor katılanlar. Sorular peş peşe sıralanıyor, insan evrimine dair veriliyor yanıtlar. Üç ciltlik romanımızı imzalayarak sonlandırıyoruz etkinliği.

Güzel dostlar edindik. Munzur’un çocuklarına veda edip ayrılıyoruz. Etkinlik için çabalayan sevgili Başkan Mustafa Sarıgül, Bülent Akbalık, İmam Sevgi ve diğerleri; Munzur Gözeleri, Sultan Baba, Mercan Dağları, çepeçevre meşe ormanları, hepsi el sallıyor bize...

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-1-munzur-un-cocuklari,45978